Bazı kardeşlerimiz, hak ya da batıl bütün inançların “şiddete dayalı yıkımı ve yıkılanın yerine yenisini ikame etmeyi” ya da “hâkim egemen güçlerin, kurulu düzenlerin koyduğu kurallar/ kanunlar ve sınırlar içinde kalarak ve mevcud yapıyı ıslah etmeyi, yıkmadan yeniden yapmayı..” hedef edindiklerini, sistemleri ya da yönetimleri değiştirmenin esas olarak bu iki yöntemle sağlandığını iddia etmektedirler. Bizim Kur’an ve siyer okumalarımızla ulaştığımız sonuç bunun tam tersidir. Ve bu konudaki geniş boyutlu delile dayalı açıklarımızı daha önceki yazılarımızda ifade etmiş bulunuyoruz. Merak edenler bundan önceki yazılarımızı bir daha okuyabilirler. Şu kadarını tekrar etmekte fayda var ki, kanaatimizce yukarıda zikredilen iki yöntem de batıl ideolojilere aittir. Birincisi şiddete dayalı yıkmayı hedefleyen yöntemdir ki, bu, “inkılabi” değil faşist, Kemalist ve komünist ideolojilerin zorbalığa dayalı darbeci, ihtilalci silahlı yöntemidir. Uzlaşmacı denilen ikinci yöntem ise, sistem muhaliflerini tavizkâr bir tutumla sistem içine çekerek inkılapçı köklü değişim yönteminden uzaklaştırmayı, Hak olandan taviz vererek şirk sistemiyle uzlaştırmayı hedef edinen ve cahili demokratik sistemlerde partiler aracılığıyla, şirk sisteminin kuralları çerçevesinde ülkeyi yönetecek hükümetlerin belirlenmesini sağlayan yöntemdir.
Batıla ait bu iki yöntemin aynı zamanda İslam’a ait olduğunu iddia etmek ve birincisini “inkılabi” ve peygamberlere ait yöntem olarak niteleyip, “genel olarak sert ve kanlı” olarak niteleyip insanları bundan uzaklaştıracak ürkütücü beyanlarda bulunmak, diğerini de daha cazip gösterecek açıklamalarla “genelde uzlaşmacı yol, birinciye göre daha yumuşak ve fiziken, daha az yıpranma ve zayiatla yürünür” diyebilmek için delil göstermek, heva ve zanna dayanmaktan kaçınmak gerekmez mi? Allah’ın hak ile batıl arasında uzlaşmayı ve hak olandan taviz vererek batılla uzlaşmayı açıkça yasaklamasına, haram kılmasına, cahiliye sisteminden tam anlamıyla ayrışmayı, uzaklaşmayı emretmesine rağmen1 (ayet zikretmek zorunda kaldığım için kusura bakmayın), Müslümanların “egemen şirk sisteminin kuralları içinde kalarak” mevcut şirk sistemini ıslah etmeyi tercih edebilecekleri, nasıl ve hangi delile dayanarak iddia edilebilmektedir? “Fir’avun düzeninin Mâliye / Hazine Nâzırlığı’nı kabul eden (ve amma, Kur’an tarafından, Allah’ın hükmüyle hükmettiği belirtilerek tebrie olunan, temize çıkarılan) Hz. Yûsuf örneği müstesnâ; bütün ilahî peygamberlerin hareketlerinin genel çerçevesi inkılabçı metoda göre şekillenmiştir..” demekle ne yapılmak istenmektedir? Hapishanedeki arkadaşlarına “vâhid-ul kahhar” olan Allah’tan başkasına itaat ve ibadet etmeme çağrısı yapan, “hüküm ancak Allah’ındır”2 tebliğinde bulunan Allah’ın Peygamber’ine Firavunun maliye nazırlığını kabul etmeyi yakıştırıp, sanki Firavunun hükmüyle hükmetme ihtimali varmış gibi, parantez içi açıklamayla Allah’ın onu temize çıkardığını ifade etmek ne demektir? Yusuf (as)’ın o ülkede tam yetkili bir yönetici olarak Allah’ın hükmüyle hükmettiği açık olduğu halde, onu Firavunun Maliye Bakanlığı seviyesinde göstererek, zımnen bugünün Firavuni sistemlerinde görev alan siyasilere meşruiyet mi sağlanmak istenmektedir?
Tabii ki, İslami olanla olmayanı, hak ile batılı ayrıştıracak Furkan’ı belirleyici kılarak fıkhetme çabası içinde olanları, ayet ve hadislerle, Kur’an ve Resullerin mücadele sünnetiyle takip etmeleri gereken yol ve yöntemleri bulmaya ve diğer Müslüman kardeşleriyle de (tabii ki, yanlış varsa düzeltmeye açık olarak) paylaşanları ve yanlışa düşenleri deliliyle uyarmaya çalışanları ayet ve hadis sıralayarak başkalarını susturmaya çalışanlar olarak suçlarsanız, sonuç bu olur. “Emr-i bil maruf” sorumluluğunu yerine getirmeye çalışanları “‘en sağlam müslüman benim’ havasıyla ve herkesi dışlayıcı bir uslûb takınmak ve hele, kendilerine karşı çıkanları âyet ve hadisler sıralayarak susturmaya çalışanlar” olarak mahkûm ederseniz, kendiniz de ayet ve hadis zikretme gereği duymadan zanlarınızla hareket etmeye başlarsınız.
Müslümanlar ayet ve hadise başvurmayacak da ne yapacaklar? Herhangi bir konuya İslami bakışı tespit ve beyan etmek için Kur’an ve sünnetten hareket etmeyecekler de ne yapacaklar? Kendi uzlaşmacı anlayışını meşru ve doğru gösterebilmek için “Hudeybiye” anlaşmasını delil olarak ileri sürmek doğru da, vahye dayalı inkılabi yöntemin ne olduğunu ya da uzlaşmacı yöntemin neden yasak olduğunu anlatırken ayet ve hadislerden delil getirmek suç mu? Üstelik “Hudeybiye”, savaşan bağımsız iki taraf arasında bir anlaşmadan ibaret olup, asla konumuz olan, aynı sistem içinde toplumun yönetiminde uzlaşmak ya da sistemin değişimine yönelik toplumu dönüştürme amaçlı davet, şahidlik ve eğitim çabalarını içeren mücadeleyle bir alakası yoktur. Üstelik Hudeybiye’de, dinden bir taviz de verilmemiştir. Şirk ve tevhid taraflarını temsil eden iki otorite arasında bir anlaşma imzalanacaktır ve doğal olarak tarafların ortak paydaları anlaşma metnine yansıtılacaktır. Şirki temsil eden tarafın kabul etmemek için savaştığı değerleri kabul ediyormuş gibi ortak metne koydurmaması son derece doğal bir durum olup, Mü’minler açısından bir taviz değildir. Mü’minler inançlarından taviz anlamına gelecek hiçbir ifadeyi metne yazmamışlar, tam tersine müşrikler kendileri açısından taviz olarak nitelenecek “Allah’ın resulü” sıfatının metne yazılmasına razı olmamışlardır. Yani her iki taraf da inancından taviz vermeden/uzlaşmadan bir barış anlaşması imzalamışlardır. Ve bunun, sistem ve yönetimlerin değişimi konusuyla hiçbir alakası yoktur. Hak, batıl ile uzlaşmak için değil onu izale ve tasfiye etmek için inzal edilmiştir. Allah, Hak dini bütün yeryüzü dinlerine üstün kılsın diye, Peygamberini Hak din ve Hidayetle göndermiştir.3 Hak ile batılın uzlaşmaları (müdâhane) dinen yasaktır.4 Ama hak ile batılı teşkil eden tarafların savaşıyorlarsa sulh anlaşması yapmaları ya da ortak düşmana karşı savunma paktı imzalamaları mümkündür. Çünkü anlaşma ve ittifak da bağımsız taraflar söz konusdur. Uzlaşmada ise, tarafların inançlarından taviz vererek, hak-batıl karışımı sentezlerde, orta noktada buluşmaları, hatta taraf olmaktan çıkmaları söz konusudur.
Kur’an ve sünnete göre, şirk sisteminin kurallarını kabul ederek, şirk ilke ve kurallarıyla hükmetmek üzere iktidar olmak mü’minlere yasaktır. Mü’minlerin temel stratejisi, Hak’da ısrar ederek, tavizsiz, ilkeli bir tevhidi davet, şahidlik ve eğitim çabasıyla toplumu dönüştürerek sistemi değiştirmeyi hedeflemektir. Hak olan İslam’ın sistemi değiştirerek iktidar olma yöntemi, Kur’an’da ifade edilen ve Resullerin uygulamalarıyla örneklenen ve gönüllü toplumsal değişimi esas alan “inkılabi” yöntem işte budur. Kur’an açıkça, dinde zorlamaya gitmeden, hikmetli, yumuşak ve güzel bir üslupla tevhidi daveti yaymayı ve sonuçta toplum gönüllü bir değişimle özündekini tevhidi olanla değiştirdiğinde ise Allah’ın da o toplumun durumunu değiştirip İslami adalet sistemini takdir edeceğini ifade ettiği, Peygamber kıssalarıyla ve son Resulün uygulamasıyla da ortaya konduğu üzere, bu toplumsal değişim ve tevhidi yeniden inşa açıkça örneklendiği halde, hâlâ zora ve şiddete dayalı darbeci yöntemlerle İslami toplumsal değişim yöntemini karıştırmak doğru mudur? Bu şekilde delilsiz ve zanla hareket ederek İslami olanın yozlaşmasına, hak ile batılın karıştırılmasına yol açmanın yanlışlığını, Kur’an ve sünnetten delillerle ortaya koyarak, “emr-i bi’l maruf” sorumluluğuyla yapılan bu yanlıştan dönmeye çağıran mü’minleri yani “kendisi gibi düşünmeyenleri” ise, “… kuru akılcı, dar mantıkçı bir cereyan, dünyanın her bir yanındaki müslümanların zihinlerini radikallik, keskinlik adına çarpıyor.. Bu gibiler ve onların etkisinde kalan veya paralelinde bulunanlar muhatablarını Kur’an hükümlerine karşı çıkıyormuş gibi bir duruma düşürecek bir kurnazlık sergiliyorlar..” ifadeleriyle damgalayıp aşağılamak, karalamak, “emr-i bil maruf” sorumluluklarını yerine getirmelerini engellemeye ve susturmaya çalışmak, İslami midir?
Sistem içi araçların tümünü, hüküm koyma makamı olup olmadığına bakmadan, akıdevi ve ilkesel tavizler verip vermedikleri noktasında ayırmadan, sistem içi araçları kullanmada vahyi ölçüleri, hududullahı ve Peygamberi mücadele sünnetini dikkate alıp almadıklarını araştırmadan aynı kefeye koyup hepsini ve her şartta mümkün ve meşru ilan etmek ne demektir? Hatta, “… paralarını ve pasaportlarını kullanıyor, onların maaşlarını alıyor; zulüm düzenlerinin yaptırım gücüne sahib mekanizmalarından polis ve yargı kurumları aracılığıyla kendi haklarımızı elde etmeye çalışıyor” olmayı bile, laik demokratik parlamentoda, şirk hükümlerini veri kabul ederek ve onlara bağlılık sözü vererek şirkle hükmetmeyi esas alan particilikle eş değer saymayı nasıl izah edeceksiniz? Bu hal, İslami olduklarını iddia ettiğiniz düşünceleriniz için Kur’an ve sünnetten delil getirmeyi suçlayıp mahkûm etmenin ya da Kur’an ve sünnetten hareketle günümüzü tanımlayıp inşa ve inkılaba uğratmayı değil de, günümüz şartlarından hareketle, halimizi meşrulaştırabilmek için (Hudeybiye örneğinde olduğu gibi) Kur’an ve sünnetten delil aramaya kalkmanın sonucu mudur?
Açık ve delile dayalı doğru uyarılarla yanlışımız gösterilene kadar, Kur’an ve sünnete dair okumalarımız sonucu ulaştığımız görüşlerimizi Allah rızası için kardeşlerimizle paylaşmaya devam edeceğiz. İnşallah Rabbimiz isabet kaydetmeyi nasip eder. Tespitlerimiz, diğer kardeşlerimizin “emr-i bil maruf” sorumlulukları gereğince eleştiri ve düzeltmelerine açıktır. Üstelik bu manada ekleştirilmek bizim kardeşlerimiz üzerindeki hakkımız, onların da imani sorumluluklarıdır. Ancak bu eleştirilerin bilhassa Kur’an ve sünnetten delillere dayanarak yapılma zorunluluğu vardır. Yoksa heva ve zanna dayalı duygusal eleştirilerle bu sorumluluk yerine getirilemez. Aslında hepimiz Kur’an ve siyer okumalarımızı sürekli ve nitelikli hale getirmeliyiz. Yolumuzu, yöntemimizin ilkelerini ve işaret taşlarını, hayatımızı inşa edecek ölçü ve kuralları Kur’an’ı ilk indiği ve inşa ettiği hayatın içinde okuyarak ve bugünkü hayatımızın içine okuyarak fıkhetmeye çalışmalıyız. Kur’anı ilk indiği hayatla bağını kurarak ve bütüncül bir yaklaşımla okumalıyız. Hilkat ve hakikat kitabını birlikte, Allah’ı razı edecek iman ve amellere ulaşmak amacıyla ve vakıamızla doğru ilişkiler kurarak okumalıyız. Gündemimizi, yolumuzu, yöntemimizi belirlerken ve hayatımızı düzenlerken, zanlarımızı ve hevamızı değil, vahyin belirleyiciliğini ve sünnetin yol göstericiliğini esas almalıyız.
Biz Kur’an ve sünnete dayanarak ulaştığımız kanaatle inanıyoruz ki, vahye dayalı olmayan ve vahyin denetiminde olmayan iktidar çürütücüdür. Çünkü akıdevi bir sapma yaşamadan elde edilemeyen bu tür bir iktidarı elde etmek ve elde tutmak, ayrıca çok boyutlu pragmatizmi ve ilkesizliği gerektirmekte, bu durum da daha fazla dünyevileşmeye ve yozlaşmaya yol açmaktadır. Bu sebeple, Mekke şirk sistemi içinde iktidara talip olunmamış, hatta taviz verip uzlaşmak şartıyla altın tabakta sunulan iktidar reddedilmiştir. Üstelik bu uzlaşma ve iktidar teklifinin yapıldığı süreçte, mü’minler topyekun yok edilme, katledilme riski altında bulunmaktadırlar. Peygamberlerin, Salihlerin, ıslah önderlerinin yolu olan Kur’ani ölçülerle gerçekleştirilecek ve şiddete dayanmayan gönüllü toplumsal değişimi esas alan “inkılabi” yöntemdir. İşte bu ilkeli duruşun, tevhidi kimlik ve şer’i hudutlardan taviz vermemek için her türlü riski ve bedeli göze almayı gerektiren yöntemin onurlu örnekleri, iktidara ulaşan ve ulaşmayanlarıyla Kur’an’da zikredilerek ders almamız istenmiştir.
Kur’an’da Yer Verilen Güzel Örnekler Yolumuzu Aydınlatmalı
Ashab-ı kehfi düşünelim. Bir avuç gençtiler. Onlar saraylarda ve pek çok nimetler içindeler, kendilerine dünyevi bir sürü imkânlar sağlanmış durumda. Buna rağmen, bütün bunları bir yana iterek, sarayda zalim sultanın yüzüne hakkı haykırıyorlar. Hem de en zalim yönetimlerin baskısı altında, imparatorların, Allah düşmanlarının, tağuti sistem önderlerinin sarayında hakkı haykırdılar. Allah’dan başka ilahlara tapmayacaklarını söylediler. Sadece Allah’a kulluk ve ibadet yapacaklarını haykırdılar. Öyle bir marjinallik ki bu, başka bir şey yapamıyorlar ve bir mağaraya çekiliyorlar. Allah yolunda bir mağaraya çekilmek bile Allah’ın övgüsüne mazhar oluyor. Müthiş bir şey bu, büyük bir fedakârlıkla görevlerini ve kulluk sorumluluklarını yerine getirdiler, toplum ve egemenler davete icabet etmemiş, tam tersine onları öldürmeye kalkmışlardı, bu sebeple yapabilecekleri başka bir şey yoktu, davete direnen toplumlarını terk edip mağaraya çekildiler. Halbuki kendileri gibi binlerce genç vardı, mağara gençlerinin önde gelenleri de onlar gibi davranıp topluma ve egemen sisteme uyum sağlasalardı, refah içindeki hayatlarını saraylarda sürdüreceklerdi. Ama o zaman, o gençler gibi sıradan olup hem ahiretlerini kaybedecek hem de unutulup gideceklerdi. Ancak bu, riski göze olan fedakar çıkışlarıyla, zalim sultanların yüzüne hakkı haykırarak, Allah’ın dinin yardımcıları olmayı tercih ettiler, şeref kazandılar ve hükmü kıyamete kadar geçerli Kur’an’da bütün insanlığa örnek olarak sunulmayı hak ettiler. Bugünkü, oradan oraya savrulan Müslümanların verdikleri tavizin yüzde birini verseydiler, sarayları ve cahili kitleleri bırakıp marjinalleşerek mağaraya gizlenmek zorunda kalmazlardı.
Hz. Musa (s) da Firavunun sarayında büyüyor. Firavun tarafından da çok seviliyor. Eğer bugünkü Müslümanların verdikleri tavizlerin bir kısmını verse Musa (as) sarayın hâkimi olurdu. Sarayda bütün makamlar, mevkiler emrine verilirdi. Ama o, bütün bunları elinin tersiyle itip, her türlü riski, bedeli, öldürülmeyi göze alarak Firavunun yüzüne hakkı haykırmaktan, tevhidi tebliğ etmekten vazgeçmedi. Aynı şekilde, sihirbazlar da, Firavunun sağladığı imkânlarla dünyevi refah içerisinde, lüks içerisinde, önemli makam ve mevkilerde yaşıyorlar. Onlar, Firavunun saltanatını ayakta tutan adamlar. Musa (s) vesilesiyle ortaya konan Rabbimizin mucizesini görünce, sihri iyi bilen bu insanlar, bunun bir sihir olmadığını hemen anlıyorlar ve hemen secdeye kapanıp iman ediyorlar. Bir anda gerçekleşen şok ve zirvede bir imanla karşı karşıyayız. Ve iman ettikleri o anda Firavunun kendilerine sağladığı bütün imkânları terk edip, dünyanın bütün süslerini, makamları, mevkileri, refah içinde yaşamayı bir tarafa bırakıp, öyle bir iman ediyorlar ki, bu imanları uğruna her şeyi göze alabilecek onurlu bir duruşu ortaya koyuyorlar. Firavun diyor ki, “ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve sizi asacağım”. Bu büyük tehdide rağmen, işkenceyle öldüreceğini söylediği halde, tabiri caizse vız gelir diyorlar Firavuna. Bu işkenceyle öldürme tehdidine karşı: "Biz de şüphesiz Rabbimize döneceğiz" dediler… "Rabbimiz, üstümüze sabır yağdır ve bizi Müslümanlar olarak öldür"5 diyerek güçlü bir imanın tezahürü olan onurlu bir duruşu sergiliyorlar. Biz nasılsa Rabbimize döneceğiz diyorlar, sen bize ancak dünyada yaparsın yapacağını, ahirete müdahalen olamaz. “Rabbimiz bizi Müslümanlar olarak öldür” diye dua ediyorlar. Şu imanı görüyor musunuz? Bugünkü Müslümanların makamlar, mevkiler, ihaleler, ticari zenginleşme hırsları, şöhret ve şehvetleri uğruna, Allah’ın dininden feda ettiklerinin yüzde birini feda etseydiler sihirbazlar, Firavunun yanında yer almaya devam eder, yüksek makam ve mevkilerde hayat sürerlerdi. İşte her şartta, böyle güçlü bir imanın sahibi olmaya çalışmalıyız. Hak dinin müntesipleri olmanın bize kazandıracağı büyük şeref ve onurla, hakkı temsil etmenin ve haklı olmanın sağladığı şerefle, hakkın sağladığı büyük ve yenilmez bir güce sahip olduğumuzu bilmeliyiz.
Yine Kur’an’da onurlu bir örnek olarak sunulan Hz. Nuh’un (s) örnekliğini düşünelim. 950 yıl çırpındığı halde6 bir gemi dolduramıyor. Bugünkü Müslümanların verdikleri tavizin yüzde birini verseydi Nuh (s) iktidar da olurdu, devlet de olurdu. Ama tavizsiz tevhidi daveti bu kadar uzun süre devam ettirdiği halde, oğlunu bile tevhid gemisine bindiremeyecek bir “marjinal”likte kalıyor. Halbuki, Nuh (as) gece gündüz, gizli açık tebliğ ediyor, Hakka çağırıyor, onlar ise “parmaklarını kulaklarına tıkayıp, elbiselerini başlarına bürüdüler, direndiler ve büyüklendikçe büyüklendiler”7 ve ısrarla atalarının dinine, ilahlarına ve bâtıl olana sarıldılar, Nuh’a ve inananlara tuzaklar kurdular. Nuh (as)’ın Rabbine “Rabbim… Onlar bana isyan ettiler….. Zalimlere kayıptan başka bir şey artırma… Yeryüzünde tek bir kâfir bırakma!”8 şeklinde dua etmesine sebep olacak derecede şirk ve küfürde ısrar ettiler. Evet, genellikle ve çoğunlukla insanlar, zalimliği, cahilliği bırakmıyor ve davete icabet etmiyorlar. Zulüm, cehalet, şirk ve ifsadda direniyorlar. İşte bizim de, Nuh (s) misali yüzyıllarca da sürse, bizim zamanımızda somut bir takım sonuçlara ya da “başarı”lara ulaştırmayıp, bizden sonraki nesillere intikal ederek devam edecek de olsa, tevhid gemimizi inşa etmekten asla vazgeçmememiz gerekiyor. Karada, dağ başında, suyun hiç olmadığı ve dünyevi mantıkla bir gün su gelmesi de mümkün olmayan bir kara parçasında gemi inşa ettiğimiz için insanlar alay da etseler9, yine de imanın gerektirdiği özgüvenle, hiçbir kınamacının kınamasına aldırmadan tevhid gemimizi inşa etmeyi, tavizsiz, ilkeli ve ısrarlı bir azimle sürdürmeliyiz.
Tek başına bir ümmet olarak tanıtılan Hz. İbrahim (s) Örnekliğini düşünelim. İçinde babasının, ailesinin de yer aldığı kavmine karşı koyduğu tevhidi tavır üzerine tefekkür edelim. Yakılarak öldürülme tehditlerine rağmen nasıl hakkı haykırdığını, nasıl taviz vermediğini düşünelim. Kur’an’da, “İbrahim ve beraberinde olanlar da sizin için güzel bir örnek vardır” denmiyor mu? Rabbimiz Kur’an’ında bu örnekliği şu muhteva ile aktarıyor: “Onlar kavimlerine dediler ki, biz sizden beriyiz, uzağız, Allah’tan başka taptıklarınızdan da. Sizi reddediyoruz, inkâr ediyoruz. Ve siz Allah’ı tevhid edene kadar, sizinle bizim aramızda ebedi bir adavet/düşmanlık ve buğz meydana gelmiştir dediler”.10 Şu onurlu tavra bakın. Evet Hz. İbrahim ve beraberindeki mü’minler, müthiş onurlu bir duruş sergileyerek şirke, küfre ve ifsada karşı beraatlerini ilan ediyorlar. İşte İbrahimi tavır, işte toplumları dönüştürecek onurlu örneklik, işte vahyin şahitliği bu. Bütün bunlar süs için mi Kur’an’da anlatılıyor? Bizim için güzel örnek oldukları vurgulanarak anlatılan bu onurlu mücadeleler bizi niye bağlamıyor, bize neden örnek olmuyor?
Rasulullah (s)’e bakalım tek başına başlıyor, bütün dünyaya karşı. Sonra bir avuç inanmış mümin insan çevresinde yer alıyor. Hud suresi 112. ayette, “emrolunduğun gibi dosdoğru ol” emriyle duruşunu ve davetine icabet edenleri inşa ediyor. “Hud süresi beni kocattı” dediği rivayet ediliyor. Evet “dosdoğru olabilmek, dosdoğru kalabilmek ve dosdoğru ölebilmek”. İşte gerçekten de temel mesele budur. Ama Müslümanların temel sorunu da buradadır, asla, dosdoğru olmayı ve dosdoğru kalmayı başaramıyoruz. İstikameti dosdoğru sürdüremiyoruz. Ha bire oraya buraya yalpalayıp zikzaklar çiziyoruz. Ölmeyecek miyiz, hesaba çekilmeyecek miyiz, bu dünya kısacık bir imtihan alanı ve az bir geçimlikten ibaret değil mi? O halde, bu dünya ve ahiretle ilgili uyarıcı ayetler üzerinde hassasiyetle durmalı, hayat ve ölümün yaratılış sebebi üzerine sürekli tefekkür etmeliyiz. Ölüm, ahiret ve hesap bilinci yolumuzu aydınlatmalı. Ölümü, çok canlı, çok diri bir şekilde hayatımızın içinde ve sürekli gündemimizde tutmalıyız. Ama nedense bunları yeterince yapmıyoruz. Kur’an’la ilişkimizi sürekli hale getirmiyoruz. Sanki dünyada sürekli kalacakmışız gibi dünyanın menfaatleri, süsleri uğruna, oradan oraya savruluyoruz. Rasulullah (s.) ve beraberindekiler en büyük işkencelere, haksızlıklara, zulümlere muhatap kılındılar, ekonomik ve sosyal boykotlara tabi tutuldular. Resulün en yakın arkadaşlarının işkencelerle vücutları parçalandı, önde gelen ashabından şehit edilenler oldu. Bilal-i Habeşi (r), kızgın kumların üzerine yatırılıp, vücudu üzerine da kızgın kayalar konularak, en acımasız işkencelere tabi tutulduğunda, onurlu ve örnek bir direnişle “Ahad… ahad…” diye haykırıyordu. Eğer o zaman onlar, bütün bu zulümlere rağmen tavizsiz bir direnişle “ahad ahad” diye haykırmasalardı, bugün biz “ahad” deme imkânından mahrum kalmaz mıydık? Bunu niye düşünemiyoruz?
Eğer biz bu bilinç ve sorumlulukla bugün üzerimize düşen tevhid eksenli ilkeli mücadeleyi, sıratı müstakımde ayaklarımızı sabit tutan onurlu bir direnişi, İslami kimlik ve değerleri her şeye rağmen savunmaktan vazgeçmeyen bir sebatı gerçekleştirmezsek, Rabbimize nasıl hesap vereceğiz ve bizden sonraki nesiller bize ne diyecekler? Bizden sonraki nesiller, “Yazıklar olsun size, adam gibi mümin olmayı başaramamışsınız” diyecekler. “İmanın izzetine ulaşıp, iman ettiğiniz değerler uğrunda bedeller ödeyerek, ya da bedel ödemeyi göze alan bir tavizsizlik örneği oluşturarak, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Nuh ve ashab-ı kehf misali, Hz. Muhammed ve ashabı Hz Bilaller gibi, örneklik teşkil etseydiniz, tevhid zincirini koparmasaydınız ve bize ulaşan bu tevhid zincirinin kendi döneminizdeki onurlu halkasını teşkil etseydiniz, tevhid zincirinin bize ulaşması için bir çaba gösterseydiniz, bu kutlu yolun belli basamaklarını inşa etseydiniz de, biz de onların üzerine daha ileriye götürecek basamakları inşa etme imkânına kavuşsaydık” diyecekler.
Rasulullah (s)’le beraber Mekke de oluşan o ilk Kur’an nesli, en şedit işkencelere tabi oldukları, ateş çemberinden geçtikleri halde, imanlarına şirk bulaştırmadan, imanlarına zulüm giydirmeden11, bize güzel bir örneklik teşkil ettiler. Allah için, o ilk neslin, Rasulullah (s)’in ve bütün peygamberlerin, muvahhitlerin, biraz önce bahsettiğimiz örneklerin örnekliğinde, biz de bugün, vahyin şahitliğini yapmak, bir yandan bugünkü topluma mesajı yaymak, diğer yandan gelecek nesillere örneklik teşkil etmek, onlara tevhidi geleneği ulaştırmak için, Allah yolunda ve Kur’an rehberliğinde ihlâslı, samimi bir çaba içerisinde olmak durumundayız. Rasulullah (s)’e o kadar ağır şartlarda getirilen uzlaşma tekliflerini düşünelim. Kendisine iman eden küçük bir grup, her taraftan kuşatılmış, ekonomik, sosyal boykotlar uygulanıyor, açlık ve sefaletten kıvranıyor, işkence ve katliamlar altında yok edilmek isteniyorlar. İşte böyle bir ortamda, gel diyorlar “devlet başkanımız ol”. “Devletin başına sen geç, zenginlik istiyorsan seni en zenginimiz yapalım” diyorlar. Uzlaşma karşılığında her şeyi vermek istiyorlar. Bugünkü insanların, çok cüzi bir kısmı için dinlerini feda ettikleri şeylerin hepsini Allah Rasulu (s)’e teklif ediyorlar, devlet başkanlığını altın tabakta sunuyorlar. Bugünkülerin mantığı ile bakılırsa; “devletin başına geçersem, hem şu işkenceler kalkar, ekonomik ve sosyal boykotlarla insanlar açlıktan ölüyorlar, bütün bunlar sona erer. Hem bir barış ortamı doğar ve barış ortamında ve devletin imkanlarını da kullanarak daha iyi tebliğ yaparım. Hem de devletin başı olarak biz yöneteceğimiz için, toplumu daha kolay ve etkili bir biçimde dönüştürebiliriz” diye düşünülmesi gerekir değil mi? Hayır, tam tersi oluyor ve kıyamete kadar geçerli ve bütün mü’minleri bağlayıcı bir güzel örneklikle Resulullah (s), “bir elime ayı bir elime güneşi verseniz yine de davamdan taviz vermem” diyerek, şirk sistemine açık tavır alıyor, statükonun dini (atalar dini) adına ortaya konan tüm taviz ve uzlaşma tekliflerini reddediyordu.
Toplumun Özündekini Tevhidi İstikamette Değiştirmesine, Ancak İlkeli ve Tavizsiz Davetçiler Vesile Olabilirler
Eğer bir gün adalet sistemi kurulacaksa, eğer İslami kimlik ve değerler toplumsal hayatta belirleyici hale gelecekse, İslami ahlak ve hukuk ölçüleri içerisinde adil bir sistem bir gün doğacaksa, buna vesile olacak etkili adımları, ancak ve sadece, ilkeli, onurlu ve dininden tavize yanaşmayan Müslümanlar atacaklardır. O halde biz, ilkeli, tutarlı, onurlu Müslümanlar olmanın, İslami kimlik ibrazında sonuna kadar tavizsiz direnmenin yolunu bulmalıyız. Vahyin belirlediği, Resulün örnekleyip şahitliğini yaptığı İslami ölçü ve ilkelerimizi yeniden gündemimize alıp, halimizi sorgulamalıyız. Bir an önce yeniden tevhidi istikamete yönelip yanlışlardan dönmeli, tevhidi duruş ve yürüyüşü bir gençlik heyecanı, bir geçici hal olmaktan çıkarıp sürekli hale getirmeli, Allah’ın ipine topluca sarılıp, Allah yolunda ısrarlı olmayı başarmalıyız.
Yukarıda anlattıklarımız bir daha ortaya koyuyor ki, sistemin araçlarıyla, sistemin ilkelerine bağlı kalarak sistem değiştirilemiyor. Tam tersine, kendi kimlik, ilke ve akıdelerini terk ederek sistem içine giren pragmatik yöntemlerle doğru sonuçlara varılamadığı gibi, bu tür yöntemleri izleyenler inandıkları gibi yaşamayı terk ettikleri için zamanla yaşadıkları gibi inanmaya başlıyorlar. Sistemin ilke ve değerlerini kendi inanç ve ilkelerinin yerine ikame edecek sonuçlara ulaşıyorlar. Bu yöntemle özgün kimlik ve ilkeler öğütülüp, değerler alanında büyük ve derin bir erozyon yaşanırken, başlangıçta umulan ve vaat edilen adalet, hak ve özgürlüğe de asla ulaşılamıyor, bundan sonra da ulaşılamayacak. Bunu kafamıza koymamız gerekiyor. Allah’ın yoluna ve Allah’ın sosyal yasasının gereği olan toplumsal değişimi hedefleyen yönteme dönülmesi gerekiyor. İktidar hırslarıyla seküler partilerin peşinde koşanların akıbetleri ortada dururken, böylesine zelil durumlara düşmektense, İslami kimliği böylesine harcamaktansa, böylesine dejenerasyona, yozlaşmaya yol açmaktansa, Allah için İslami kimlik ve ilkelere sadakat gösteren bir çizgide, Allah yolunda ısrar etmemiz gerekiyor. Her şartta, ısrarla Vahyin şahitliğini yapmak, tıpkı Peygamberimizin bize yaptığı şahitlik gibi, insanlara güzel örneklik oluşturmamız, hâlimizle, kâlimizle ve inandıklarımızı yaşayarak, Kur’an’ın ahlakiyle ahlaklanarak insanlara vahyin kurtarıcı mesajını taşımamız gerekiyor. İslamilik iddiası altında, zelil ve tutarsız durumlara düşmeden, insanlara güzel örneklik sunmamız gerekiyor. İslam’ın karanlıklardan aydınlığa çıkarıcı mesajını, eğitim ve tebliğ çalışmalarıyla, merhamet, adalet ve hikmetle topluma taşımamız gerekiyor.
İslami kimlik ve ilkeler, dosdoğru bir içerikle ve onurlu, ilkeli bir temsille topluma ulaştırıldığında, eğer toplum da davete icabet ederek tevhidi istikamet doğrultusunda kendini değiştirirse, işte o zaman da Allah vaadini yerine getirecek, tevhid ve adalet sistemine layık olan toplumun durumunu değiştirerek, tevhid ve adalet devletini takdir edecektir. Vallahi ondan önce, sahici bir adalet sistemi asla gelmeyecektir. Çünkü Allah’ın yasası bu değişimi şart koşmaktadır. Nasıl ki, belli şartlarda yağmur yağarsa, nasıl ki belli şartlarda kar yağarsa, toplumsal belli şartlar oluştuğu zaman da Allah toplumun durumunu değiştirecektir. O halde, geliniz biz işimize bakalım. Biz, İslami gündemimize dönelim. Biz, Kur’an’ın belirleyiciliğinde, vahyin ışığında Rasulullah (s)’in ve bir avuç arkadaşının Mekke’de oluşturdukları o ilk Kuran neslinin örnekliğinde, Allah için dosdoğru bir istikamette yürümeye çalışalım. Ölüm bize gelene kadar asla taviz vermeyen, asla geri dönmeyen, asla sinmeyen, yorulmayan ve yılmayan, haklı olmanın ve hakkı temsil etmenin getirdiği büyük güçle hakkı haykırmaya ısrarla devam edelim.
Biz Müslümanlara yakışan, çok kısa olan dünya hayatının süslerine kapılarak, makam, mevki, kredi, ihale uğruna ya da görece özgürlük, refah ve rahatlama adına İslami kimlik ve ilkelerden taviz vermek, dünyevileşmek değil, ne pahasına olursa olsun ve hangi şart altında olursak olalım, yaratılış gayemize uygun davranmak, sadece Allah’a ibadet etme bilinciyle, Kur’an’ın aydınlatıcı ve inşa edici mesajını halkımıza ve tüm dünya insanlığına taşıyarak, tevhid, adalet ve özgürlük mücadelemizde ısrarcı olmaktır. Evet biz, her şartta ve her durumda işimize bakmalıyız, kulluk eksenli tevhit, adalet ve özgürlük mücadelemizi sürekli kılarak, kendimizden başlayarak, toplumumuzu ve ümmetimizi vahyin ölçüleriyle yeniden inşa etme projemizi sürdürmeliyiz. Bizim kulluk eksenli bir hayat tasavvurumuz ve yine kulluk eksenli bir mücadele yöntemimiz var. İktidar ve dünya eksenli hayat tasavvuru ve mücadele yöntemleri, pragmatizmin çürütücü etkisiyle ilkesizliğe yol açarken, insanların, İslami kimlik ve ahlaki değerler alanında bile iktidar olma ya da iktidarda kalma uğruna büyük tavizler vermesine sebep olurken ve üstelik iktidar eksenli siyasi parti yöntemi gayri İslami resmi ideoloji ilkelerine bağlılık şartına bağlanmışken, bir Müslüman’ın böyle batıl bir alanda, batılı benimsediğini ifade ederek rol üstlenmesi düşünülemez. Biz köklü siyasal sistem değişimlerinin ancak uzun ve yorucu bir mücadeleyle gerçekleşebilecek sosyal bir dönüşümün sonucu olarak Allah tarafından takdir edileceğini öngören ilahi yasaya inanmaktayız. O halde bu yasa gereğince, sistem ve iktidardaki değişimi takdir edecek Allah’ın iradesine bırakılmış alanda beyhude oyalanmaktan uzaklaşıp, bu sonuca vesile olmak üzere bizim irademize bırakılan toplumsal dönüşüm üzerinde, yani Rabbimizin takdir alanındaki siyasal değişimin ön şartı kılınan sosyal değişim üzerinde yoğunlaşmalıyız. Bu sebeple, merhamet ve adaletle, kulluk görevimiz gereğince üzerimize düşen tebliğ, davet, eğitim, şahitlik ve özgürlük mücadelesi sorumluluğumuzu ciddi ve yaygın projeler haline getirip, uzun soluklu bir çabayla uygulamaya koymalıyız. Böylece, toplumun özündeki cahili değerleri tevhidi olanlarla değiştirmesine vesile olmalıyız.
İlk Kur’an nesli misali bir Kur’an nesli inşa etmek üzere, ölüm bize gelene kadar, Kur’an’ı ve Resulün (s) güzel örnekliğini rehber edinen Kur’an eksenli sahih bir mücadeleyi tavizsiz sürdürmeliyiz. Allah yolunda istikameti bozmadan12, cahiliye toplumu ve şirk sistemiyle din alanında asla uzlaşmadan ve tavize yanaşmadan yürümeliyiz.13 Bu uzun soluklu yürüyüşümüzü azimle, bıkmadan, usanmadan yılmadan devam ettirmeliyiz. Ancak böylece vahyin şahitliği14, “hakkı tavsiye”15, “Kur’an’la büyük cihad”16 ve topluma yönelik tebliğ17, ıslah ve tevhidi inşa sorumluluğumuzu hakkıyla yerine getirebiliriz. Bu sebeple, İslami kimlik ve ilkelerimize zarar verecek batıla ait yollara bulaşarak vahyin arı duru mesajını bulandırma vebalini yüklenmemeliyiz. İmanımıza zulüm bulaştırmaktan büyük bir duyarlılıkla kaçınmalıyız. “Şer” ile yine şerden bir şube olan “ehvenişer” arasındaki tercihle kendimizi sınırlandırarak, “iyi”yi, “maruf”u tercih dışı bırakan ilkesizliklerden ve gayri İslami yöntemlerden uzak durmalıyız. Geleneksel ve modern cahiliyenin etrafımıza ördüğü surları yıkarak, tüm cahili kuşatmaları aşarak, halkımızı zulumattan nura, karanlıklardan aydınlığa sıçratacak18 tevhidi mücadeleye adanmalıyız. Allah’ı hakkıyla takdir eden, Kur’an’ı hakkıyla okuyan, Allah’tan hakkıyla korkup takvayı hakkıyla kuşanan ve Allah yolunda hakkıyla cihada19 adanan, “Kur’an’la cihad”ı hiç terk etmeyen onurlu bir mücadeleyi sürekli kılmalıyız. Böylece, Allah’ın doğru yolundan uzaklaştıracak başka yollarda20 dünyevi çıkarları hedeflemek, hesabını mutlaka vereceğimiz ömrümüzü batıl alanlarda harcamak yerine, vahyin şahitliğini yapıp Kur’an’ın ahlakıyla ahlaklanarak her şeyimizi Allah yolunda harcamalı, örnek ve tavizsiz bir mücadeleyle, sahih bir din anlayışını ve tevhidi bir mücadele yöntemini sahih bir gelenek olarak gelecek nesillere bırakmanın bilinci içinde davranmalı ve sadece Allah’ın rızasını hedeflemeliyiz.
Dipnotlar: (HKS)
1- Kalem Suresi 8-9, Kâfirun Suresi, Yunus Suresi 104, Mümtehine Suresi 4, İsra Suresi 73-75 vb
2- Yusuf Suresi 39-40
3- Tevbe Suresi 33, Fetih Suresi 28
4- Kalem Suresi 8-9
5- Â’raf 125-126
6- Ankebut Suresi /14
7- Nuh Suresi 71/5-10
8- Nuh Suresi 71/21-26
9- Hud Suresi /38
10- Mümtehine 4
11- Nisa Suresi, 136
12- En’am Suresi, 153
13- Kalem Suresi, 8-10, Kâfirun Suresi, Mümtehine Suresi, 4, Yunus Suresi, 15, 104, İsra Suresi 73-75
14- Hacc Suresi, 78
15- Asr Suresi, 3
16- Furkan Suresi, 52
17- Nahl Suresi, 125
18- Bakara Suresi, 257
19- Hacc Suresi, 178
20- En’am Suresi, 153