İngiltere'nin Filistin'deki ölümcül hatası!

İngiltere’nin kendi adına yaptıkları, Filistinlilerin topraklarının Siyonistler tarafından işgalini de hızlandırdı. Osmanlı’nın Filistin’i koruma dürtüsü ile İngiltere'nin sömürgelerine ulaşma arzusu çatışınca Siyonistler işgale başladı.

Fatih Demir / HAKSÖZ HABER

Tam 104 yıl önce bugün 2 Kasım 1917'de, İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour, İngiliz devletinin Filistin'de Yahudilere bir vatan sözü verdiğini açıkladı. İngiliz Yahudi milyarder Lord Lionel Rothschild'e yazılan mektup "Balfour Deklarasyonu" adıyla tarihe geçti. Filistin’in işgali bu mektupla hızlandı.

Britanya bir zamanlar imparatorluğunun kalıcı bir parçası olacağını umduğu topraklardan Siyonistlerin tutkulu sahiplenişi sonrası çekilmekten başka bir yol bulamayacak hale gelmişti.

Britanya İmparatorluğu Filistin'i I. Dünya Savaşı'ndan doğan basit jeostratejik nedenlerle kendi imparatorluğuna katmak istiyordu.

Bu amaçla İngiliz hükümeti, “Siyonist hareketi sömürmeye ve yönlendirmeye çalıştı. Yahudi devleti ‘kurmak’ gibi bir amaçları yoktu!” diyor tarihçi Eugene Rogan.

Filistin'in yönetiminde Siyonist yerleşimcilerle ortak olunmak isteniyordu. Toprakların yönetimini farklı azınlıklar üzerinden kontrol etmek isteyen İngiltere, amaçlarına kısmen de olsa ulaşmış ancak bu durum kısa sürmüştü.  

Siyonistler, İngilizler için bölgede anahtar rolü üstlenecek ve Filistin'in yönetimini ve zenginliklerini ‘güneş batmayan ülkeye’ sunacaklardı.

Paris Barış Konferansı'nda İngiliz mandasını açıkça savunan ve bölgeyi yönetmede İngilizlerle işbirliği içerisinde olan Siyonistler, Arap ve diğer etnik gruplardan arınmış ‘Filistin’in tamamını’ istiyorlardı.

Filistin'i Britanya İmparatorluğu'na katma isteği 1917'de ilk kez ortaya çıkarken I. Dünya Savaşı'nın öncesinde Britanya'nın, Osmanlı’ya ait Filistin toprakları üzerinde hiçbir çıkarı olmadığı görülüyordu.

Bu ilgisizlik durumu, savaşın başlamasından sonra da devam ederken savaşın sonu ile beraber şekillenen yeni dünya arenasında Filistin’in önemini İngiltere için arttırdı.

Asya'da bulunan, Osmanlı toprakları üzerinden ulaşılan İngiliz kolonilerine dönük büyük bir tehdit ortaya çıkmıştı. İngiltere onları elinde tutabilmek için Filistin’i isteyecekti…

Bölme diplomasisi

Mark Sykes, Nisan ve Ekim 1916 arasında Charles Francois Georges-Picot ile bir anlaşma imzaladığında, İngilizlerin bölme diplomasisine rehberlik etmiş olacaktı.

Filistin, Rus, Fransız ve İngiliz yönetimi altında ortak bir şekilde uluslararasılaştırılacak ve İngiltere, Hayfa'daki bu yerleşim bölgesini Akdeniz limanı için güvence altına almış olacaktı.

Ekim 1916 ile Kasım 1917 arasında Britanya'nın tutumu, ilgisiz olmaktan Filistin'i kendi emperyal kontrolü için güvence altına alma kararlılığına doğru çarpıcı bir şekilde değişti.

Osmanlı’yı Sina Yarımadası'ndan çıkarmak için İngilizler, 1916'nın geri kalanında ve 1917'nin ilk aylarına kadar sessiz ve oldukça yavaş ilerleyen bir kampanyayı yürütüyorlardı.

İngilizler Osmanlı ile beraber Sina bölgesine erzak gönderimi için bir demiryolu hattı ve askeri birlikleri ile hayvanlara su sağlamak için bir boru hattı döşediler.

Mart ve Nisan 1917'de ise topraklarını İngiliz saldırılarına karşı savunan bir Gazze ile karşılaşıldı. Osmanlı kuvvetleriyle karşı karşıya kalan İngilizler stratejilerini değiştirmeye başladı.

Birinci ve İkinci Gazze Muharebeleri, İngilizlerin yenilgisiyle sona erdi. Bu durum İngilizleri, Filistin'deki düşman bir gücün yarattığı tehlikenin daha da farkında hale getirdi. Britanya'nın tutumunu ilgisizlikten Filistin üzerinde hakimiyet arayışına çeviren de bu savaşlar oldu.

31 Ekim 1917'deki Birüssebi Muharebesi'ne kadar İngiliz kuvvetleri, güney Filistin'deki Osmanlı hatlarını kırdı. Aralık ayında teslim olan Kudüs'e doğru hızlı bir şekilde ilerlemeye başladı.

Birüssebi Muharebesi’nin kırılmasından üç gün sonra Balfour, İngiliz hükümetinin Filistin'de Yahudi halkı için ulusal bir yurt kurmak için elinden gelen çabayı göstereceğine dair bir söz verdi.

Siyonist emelleri desteklemek

Ekim 1916'daki Sykes-Picot anlaşması ile Ekim 1917'deki Birüssebi Muharebesi arasında yaşanan olaylar İngilizlerin Filistin’e bakışını değiştirdiği döneme tekabül ediyordu.

İngiliz hükümetinin I. Dünya Savaşı'ndan önce Siyonizm ile hiçbir ilgisi yoktu.

1913'te, Dışişleri Bakanlığı daimi müsteşarı Arthur Nicolson, Dünya Siyonist Örgütü'nün yönetim kurulu üyesi Nahum Sokolow'u kabul etmeyi reddetmişti.

Hatta Nicolson şöyle demişti, “Her halükarda Siyonist hareketi desteklemek için müdahale etmesek iyi olur. Yahudilerin yerleştirilmesi, Türkiye'de, üzerinde büyük görüş ayrılıklarının olduğu bir iç yönetim sorunudur."

Sokolow Temmuz 1914'te ikinci bir randevu almaya çalıştığında İngiliz yetkililer, Siyonizm ile hala ilgilenmiyorlardı.

Bir Dışişleri Bakanlığı notunda da “Kimsenin zamanının bu şekilde boşa harcanması gerçekten gerekli değil” deniyor ve ikinci bir ziyaret hiçbir zaman gerçekleştirilmiyordu.

Siyonizm, 1914'te Britanya'da çok sınırlı bir takipçi kitlesi olan ütopik bir hareket olarak reddediliyordu.

Toplam 300.000 kişilik İngiliz Yahudi cemaati olmasına karşın, Siyonist örgütlerin üye sayısı 8.000'i geçmiyordu. Siyonizm marjinal bir hareket olarak değerlendiriliyordu.

Ve İngiliz toplumu, günümüz standartlarına göre oldukça antisemitikti; İngiliz yetkililerin Yahudi hareketlerini savunması da beklenmiyordu.

İngiltere'nin Siyonizm'de stratejik bir değer görmesi 1917'ye kadar olmadı. Harekete olan ilgi sömürgelere giden yolun engellenme tehlikesi sonucunda doğdu.

1917'deki Rus Devrimi, Rusya'yı savaş yanlısı politikalara daha çok çekti. Britanya'daki pek çok kişi, Alexander Kerensky'nin geçici hükümetindeki Yahudilerin, Filistin'deki Siyonist hedeflerini ilerleten bir İtilaf zaferi görmeleri halinde Rus askeri bağlılığını savaşa teşvik edebileceğine inanıyordu.

Yine birçok kişi Amerikan Yahudilerinin, o zamanki ABD Başkanı Woodrow Wilson'ı savaşa girmek için etkileyeceğine ve aynı nedenle dengeyi İtilaf Devletleri'nin lehine çevireceğine inanıyordu.

ABD savaşa girmekte yavaş kalıyordu. ABD, Almanya'ya Nisan 1917'de savaş ilan edecekti. ABD nüfusu savaşa karşı isteksiz bir tutumdaydı. Ancak Yahudilerin söylemleri bütün düşünceleri farklı yöne çekmeyi başarabilirdi.

Siyonist yanlısı bir politika, nüfuzlu Yahudileri, Beyaz Saray'a ABD'nin müdahalesini hızlandırması için tavsiyelerde bulunmaya teşvik edebilirdi. Tarihçi Tom Segev'in yorumladığı gibi; ‘Bu Siyonizm'in küresel siyaseti ve finansı kontrol eden bir Yahudi enternasyonaliyle ilgili antisemitik klişeleri kendi lehine çevirmesi durumuydu.

Birinci Dünya Savaşı'nın bitmek bilmeyen savaşlarında Lloyd George ve hükümeti, savaşın İtilaf devletlerinin zaferiyle sona erdirilmesine yardımcı olabilecek her türlü ittifaka açıktı. Bu yüzden Siyonist harekete kur yapmaktan çekinmediler.

İngiltere'nin 1917'de Siyonizm ile ortaklık aramasının başka bir nedeni daha vardı. Daha bir yıl önce Sykes, Osmanlı Arap topraklarının Picot ile paylaşılması konusunda anlaşmıştı.

Fransa ve Rusya, ‘Kutsal Topraklar'daki kendi çıkarlarını açıkça ortaya koyduktan ve Filistin'i uluslararası kontrol altında bırakan bir uzlaşmayı kabul ettikten sonra, Fransa, İngilizlerin Filistin'e yönelik yeni iddialarına pek sıcak bakmayacaktı.

İngilizlerin, taksim diplomasisindeki böylesine dramatik bir değişimin sorumluluğunu üstlenecek üçüncü bir tarafa ihtiyacı vardı.

İngiltere, Siyonist hareketi destekleyerek Filistin üzerindeki iddiasını bencil emperyal çıkarlara dayandırmak istemiyordu. Ortada çok büyük bir fayda görmüştü.

Yahudiler için adeta tarihsel bir sosyal adalet meselesi olarak - Yahudi halkının İncil'deki anavatanlarına geri dönüşü yoluyla- Avrupa'nın “Yahudi Sorunu”nu çözmesi fikri doğmuştu. Yahudilere bir yurt bulunursa, Avrupa içerisinde onlar bir sorun olmayacaktı.

Lord Balfour, Lord Rothschild'e bu uğurda İngilizlerin elinden gelenin en iyisini yapacağına söz veren o vahim mektubunu işte bu ruhla göndermişti.

Aslında Lloyd George'un hükümeti, Filistin'i kendileri için güvence altına almak istiyor ve Siyonist hareketi kendi lehlerine kullanmayı planlıyorlardı. İngiltere, Siyonistlere Filistin'i vaat ediyor gibi görünüyordu.

Ve böylece Balfour, İngiliz hükümetini, "Filistin'de Yahudi halkı için bir ulusal yurt kurulmasını" "kolaylaştırmak" için "en iyi çabalarını" sarf etmeye söz vererek o vahim beyanda bulundu. {Çeviren notu: Yazar burada düştüğü bir notta kast edilenin: “Bir ‘ulusal yurt’ olduğunu bir devletin kast edilmediğini ve "Yahudi halkı" dendiğini Siyonist denmediğini ifade etmektedir}

Başka bir deyişle Balfour Deklarasyonu, bir Yahudi devletinin kurulmasına yönelik bir taahhüt değildir.

Filistin muhalefeti

İngiltere, Filistinlilerin planlarına karşı olduğundan şüphe duymuyordu. General Edmund Allenby'nin Kudüs'ü işgalinden sonra Aralık 1917'den itibaren, yerel halkın siyasi görüşleri hakkında güvenilir istihbarata sahip olmak için sahada yeterli sayıda ajanı vardı.

Ve İngilizler 1919 yazında Amerikan King-Crane Komisyonu tarafından hazırlanan raporu okuma zahmetine girselerdi, Balfour vaadinin ‘temelsiz’ olduğu sonucuna varmak için tüm verilere sahip olmuş olacaklardı.

King-Crane Raporu, “Filistin'in, Yahudi olmayan nüfusunun -toplamın yaklaşık onda dokuzu- kesin olarak tamamı- Siyonist programa karşı olduğunu” belirtiyordu.

Tablolardaki veriler gösteriyordu ki, Filistin halkının üzerinde bundan daha fazla mutabık kaldığı başka bir şey yoktu. Filistinliler, hak iddia eden Siyonistleri bölgede istemiyorlardı.

Filistin'deki konumları tamamen İngilizlere bağımlı olan ve istenmeyen Siyonistler, Filistinli Arap çoğunluğun muhalefetine rağmen manda yönetimi konusunda İngilizlerin güvenilir ortakları olacaklardı…

Böyle yerel bir muhalefetle karşı karşıya kalan İngilizler, Siyonist yerleşimci topluluğu aracılığıyla sadık bir müttefik kurmanın yararlarına daha fazla ikna olmuş görünüyordu.

Yahudi yerleşimciler Avrupalılardı. Ve kültürel olarak İngilizlere, Filistinli Araplardan çok daha yakınlardı. (Yazarın notu: “Yine de İngiliz yetkililer Yahudileri, "Oryantalize etmeye" ve onları sosyal Darwinci ölçekte İngilizlerden daha düşük görmeye devam ettiler”)

Çoğunluk tarafından düşman görülen karmaşık bir Yahudi azınlık, konumlarını korumak için tamamen İngilizlere bağımlı olacaktı. Bu bağımlılık onları güvenilir kılacaktı.  

İmparatorluğun kutsal kasesi

İngilizler ‘Şerif çözümü’ olarak bilinen bir politikayla, Ürdün ve Irak tahtlarına Haşimi şeriflerini yerleştirerek, Mekkeli Şerif Hüseyin'in oğullarına yönelmişlerdi.

Ancak İngiltere'nin Filistin için ‘Şerifli bir çözümü yoktu’. Bunun yerine Siyonist yerleşimci topluluğa bu rol verildi.

Ancak Siyonistler sadece azınlık kaldıkları sürece bağımlı ve güvenilir olacaklardı. Filistin'de çoğunluğu elde ederlerse, bağımsızlık için dava açacaklardı. İngiltere, Siyonist hareketin milliyetçi doğasından şüphe duymuyordu.

Eski İngiliz Başbakanı Winston Churchill'in 1922’de ‘Beyaz Kitabı’nı yayınlatması, Filistin Arap düşmanlığını yatıştırmak için olduğu kadar, Siyonistlere, İngiltere'nin taahhüdünün sınırlarını hatırlatmak için yazılmıştı.

Churchill kitabında, ‘Filistin'de Arap nüfusunun, dilinin veya kültürünün ortadan kalkması veya diğerlerine tabi kılınması ihtimalini dışlıyordu’. Balfour Deklarasyonu'nun şartları hatırlatılarak Filistin’de, ‘Filistin'in bir bütün olarak bir “Yahudi Ulusal Yurduna” dönüştürülmesi gerekmiyor, Filistin'de böyle bir ‘Yurdun’ kurulması gerekiyor’ deniyordu.

Önlenemez çatışma

Elbette İngilizler, Yahudi ulusal yurdunu kurma ve Filistin'de barışı koruma konusunda hiçbir zaman bir denge noktasına ulaşamadı.

İngiliz raporlarına göre 1931 ve 1933 yılları arasında Nazilerin iktidarı ele geçirmesinin, artan Yahudi göçünün ve 1935'te Yahudi karşıtı Nürnberg Yasalarının kabul edilmesinin ardından göç yoğunluğu Avrupa’nın dışına yani Filistin’e doğru olmaya başlamıştı.

1930-31'de yıllık ortalama 5.000 göçmenden 1932'de 9.600'e, 1933'te 30.000'e, 1934'te 42.000'e yükseldi. 1935'te yaklaşık 62.000'e ulaşan göç eden Yahudi sayısı, 1936'da Filistin’deki Yahudilerin yüzde 30’una tekabül eder hale gelmişti.

Yahudi göçü ve toprak satın almaları ile Arap Filistinli nüfus karşısında yeni bir güç oluşmaya başlamıştı. ‘Büyük Buhran'ın ekonomik etkileri artmış ve direniş kapıda belirmişti.

1936'da Filistinliler hem İngiliz manda yönetimine hem de manda tarafından desteklenen Yahudi cemaatine karşı tam bir isyan başlattı.

İngilizler başka bir soruşturma komisyonu gönderse de sonuçlar beklemedikleri gibi geliyordu.

Peel Komisyonu 1937'de rapor verdiğinde, temel olarak yetkinin başarısız olduğunu ilan ediyordu. Ve şu satırlar tarihe not olarak düşüyordu: “Küçük bir ülkenin dar sınırları içinde iki ulusal topluluk arasında önlenemez bir çatışma ortaya çıktı. Yaklaşık bir milyon Arap, yaklaşık 400.000 Yahudi ile açık veya gizli çekişme içinde. Aralarında hiçbir ortak nokta yok… Kültürel ve sosyal hayatları, düşünce ve davranış biçimleri, milli emelleri kadar birbiriyle bağdaşmaz. Bu sonuncular barışın önündeki en büyük engeldir.

Başka bir deyişle, Britanya -Balfour Deklarasyonu'ndan bu yana 20 yıldır -ilk kez kendi yetkisinin rakip ve uyumsuz milliyetçilikler, Filistinli Araplar ve Siyonistler arasında bir çatışmaya yol açtığını kabul etti.

Peel Komisyonu'na göre, bu durum ancak Filistin topraklarının "Irak'ta belirlenen emsallere uygun olarak İngiltere ile antlaşma ilişkileri tarafından yönetilen Yahudi ve Arap devletlerine bölünmesi ve mandasının sona ermesiyle çözülebilirdi.”

Sömürge ilişkilerinin yeniden yapılandırılması

1937 bölme haritasıyla başlayarak Peel Komisyonu, Filistin Mandası'nın üçte birini Yahudi devletine tahsis etti.  

Haritaya baktığınızda iki şey açıktır: İngilizler Filistin'in kilit limanlarını ve ekonomik merkezlerini yoğunlaştırmış ve onları Siyonist ortaklarının ellerine bırakmıştır. Daha da önemlisi, bu kadar küçük bir ülke, Siyonist projeye düşmanlığı herkes tarafından aşikar olan Lübnan, Suriye ve Filistin topraklarındaki Arap komşularına karşı İngiliz korumasına her zamankinden daha fazla bağımlı olacaktır.

Böylece İngilizler, devleti Siyonist harekete teslim etmek yerine, Filistin mandasındaki ekonomik ağırlık merkezini yeniden organize ediyor ve bu bölgeyi bağımlı ve güvenilir Siyonist ortaklarının altına yerleştiriyorlardı.

Bağımlı ve güvenilir ortaklara dönüş, Peel Komisyonu'nun Arap Filistin'ine yönelik planlarında da aynı derecede belirgindir.

Filistin'in geri kalan üçte ikisi, Abdullah'ın yönetimi altında Ürdün ile birleştirilecek ve Ürdün'ün mandası bir “bağımsızlık” anlaşmasıyla değiştirilecekti. Başka bir deyişle, İngilizler en sonunda Şerif çözümünü Filistin'e uyguluyor ve bu sorunlu toprakları bağımlı ve güvenilir bir hükümdar olan Abdullah'ın kontrolüne veriyorlardı.

1937'deki Peel Bölünme Planı, Yahudilerin veya Arapların bağımsızlığı için bir çağrı değildi. Bunun yerine, Irak'ın denenmiş ve test edilmiş çizgileri boyunca sömürge ilişkisini yeniden yapılandırma, işlevsiz manda yönetimini sona erdirme ve bir imparatorluktaki emperyal ilişkiyi antlaşma planıyla yeniden yapılandırma çabasıydı.

Kısmi bağımsızlık

Filistinlilerin Peel raporunu reddetmesi, iki yıl süren yoğun bir isyanla sonuçlandı. İngilizler, Arap İsyanı'nı bastırmak için 25.000 asker ve polis görevlendirdi.

Barışı yeniden sağlamak için, İngilizler 1939'da bölünmeyi sona erdiren son bir ‘Beyaz Kitap’ (White Paper) yayınladı.

Beş yıl boyunca Yahudi göçünün yılda 15.000'e veya toplam 75.000 yeni göçmen sınırına getirilmesi çağrısında bulundu.

Bu, Filistin'deki Yahudi nüfusunu toplamın yüzde 35'ine getirecekti. Beş yıl sonra, çoğunluğun rızası olmadan başka bir göç olmayacak ve hiç kimse çoğunluğun bu konudaki görüşleri konusunda herhangi bir yanılsamaya kapılmayacaktı.

1949'da Filistin, çoğunluk yönetimi altında bağımsızlık kazanacaktı.

1939 ‘White Paper'daki çarpıcı ayrıntı, Britanya'nın Yahudi göçüne yaklaşımındaki kesinliği ortaya koyuyordu. İngilizlere göre Yahudiler sayıca her zaman az olmalıydı. Bur durumda bağımlılık ilişkisi mandayı sürdürmesine olanak sağlayacaktı.

İngilizler, Yahudi cemaatinin yüzde 50'yi geçmesine izin verseydi, tıpkı Filistinli Arap nüfusuna karşı geldikleri gibi, İngilizleri, Filistin'den sürmek için bir Yahudi milliyetçisi girişimiyle karşı karşıya kalacaklardı.

Elbette sonuç olarak İngiltere bir kez daha yanıldı. David Ben-Gurion liderliğindeki Filistin'deki Siyonist yönetim ‘1939 Beyaz Kitabı'nı reddetti.

1944-47 Yahudi isyanı, yetkili hedeflere yönelik suikastlar, altyapıya yönelik saldırılar, polis karakollarının bombalanması ve 1946'da King David Oteli'nin bombalanması olayı İngiliz mandası için yolun sonunu gösteriyordu.

Çoğunluğu Holokost'tan kurtulan gemiler dolusu yasadışı mülteci, Filistin kıyılarına doğru ilerlerken ve Siyonistler, milliyetçi özlemlerini gerçekleştirmek için kritik bir demografik kitleye doğru ilerlerken, İngiltere'nin Yahudi göçünü sınırlama pozisyonu savunulamaz hale geldi.

Sonuç olarak, İngiltere'nin Filistin'deki hedefi, bölgeyi her zaman imparatorluğunun bir parçası olarak elinde tutmaktı. Nesiller boyu süreceğini hayal ettiği bir imparatorluk…

Filistin'deki Yahudi topluluğu, Filistin'i güvence altına almak ve elde tutmak için önemli bir ortaktı. İngiltere, Filistin'i Siyonistlere teslim etmeyi asla ummuyordu. İngiltere politikaları gereği Siyonistleri yani Yishuv’u yalnızca emperyal projede ortak olarak yararlanılan bir partner olarak destekledi.

İngilizlerin yaptığı ölümcül hata: Filistin'de başlattıkları rakip ve uyumsuz milliyetçilikleri yönetebileceklerine dair olan inancıydı. Siyonistlerin -Yishuv'un- nüfusu kritik bir kitleye ulaştığında, İngilizler Filistin'de önemsiz hale geldi.

*Bu makale, Profesör Eugene Rogan tarafından Balfour Projesi vakfı adıyla çalışma yapan bir kuruma verilen bir konuşmanın kısaltılmış hali olarak Middle East Eye sitesinde yayınlandı. Okurlarımız için Filistin’in işgali bağlamında önemli bir kaynak görevi görmesi açısından Türkçe’ye çevirdik.  

Çeviri Haberleri

Amsterdam'daki saldırının Yahudilikle ve antisemitizmle alakası yok!
Trump'ın gelişi Filistin meselesinde neyi değiştirecek?
Trump neyi başararak seçimleri kazandı?
Demokrat Parti neden kaybetti?
10 yaşındaki Raşa'nın vasiyeti: Lütfen benim için ağlamayın...