Ömer Torlak / Nihayet
İndirgenen ahlak: Etik ilkelerle bezenen hayat
Bir değer yargısıydı, hayatımıza rehberlik edendi, ahlâk. Dini inançlarımızın pratik yansımalarında eylemlerimizin rehberi olan, gündelik hayatı sürdürürken hem kendimizin hem de karşımızdakinin hak ve hukukunun gözetilmesinde adaleti sağlayan mihenk taşımızdı aynı zamanda. Bize yapılmasını istemediğimiz her ne ise biz de başkasına yapmamayı ahlâki değerlerle öğrendik. Bu değerlerle hayata tutunmanın, insan olmanın olmazsa olmazı olduğu temel kabulümüzdü. Çünkü adil olmak, ehliyet ve liyakati önemsemek, başkalarının hakkını gözetmek, düşmanımız da olsa haksızlık yapmamak, haksız kazanca göz dikmemek, sorumluluğunu karşılayamayacağımız işlere girişmemek, makamları istememek, verdiğimiz sözü yerine getirmek, emanet edilmiş her ne ise onu gözümüz gibi korumak ve hele güçsüz olanların hakları konusunda hassas davranmak gibi değerlerin bütününün ahlaki değerlerin gereği olduğu hafızalarımıza kazınmıştı. Bütün bunları yerine getirmek için saatlerce vaaza muhatap olmamıştık. Bazen bir bakış, bazen bir söz, bazen bir ayıplanma ve elbette bize örnek olanların hayata ilişkin gerçek, doğal ve samimi davranış kodlarıydı bize rehberlik eden.
Aileden başlayıp sokakta ve her tür sosyal ortamda ilişki ve etkileşimin ekseni ahlaki değerlere yaslanmıştı. Ahlaki değerlerin doğal bir rehberliği ve yol göstericiliği adeta hayatı aydınlatan sokak lambalarıydı. Sadece sokakları aydınlatmakla kalmıyor, vicdanlarımızda edindiği doğal misafirlikle yaptığımız bir hata ya da kusurda bize sinyal vermeyi de ihmal etmiyorlardı. Bir diğer ifadeyle, bu değer yargılarını öylesine benimsemiştik ki başkası görmese, farkına varmasa bile onlara aykırı davranış ve eylemlerimizi fark ettiğimizde ya da bize hatırlatıldığında sokak lambaları olmasa da kendiliğinden onların karanlıkta kalmasına izin vermiyor, hatamızı düzeltmenin yollarını aramayı erdem biliyorduk. Yani, ahlâki değerler bir bütün olarak hayatımızın referansı idi.
Ahlâkın hayata rehberlik edebilmesini destekleyen iki temel güçten bahsedilebilir. Birincisi insanın inandığı değerler, yani dini inançları bakımından ölüm sonrası hayata ilişkin ödül ve cezalar iken, ikincisi ise hukuk normları karşısında karşılaşacağı yaptırımlara ilişkin bakış açısıdır. Bu iki güç aslında görülmeyen yani gaybi olan ile daha somut kavranabilen şeklinde de tanımlanabilir. Gaybi olanı unutan, uzaklaşan, uzaklaştırılan insanın ahlaki değerlere uygun hareket edip etmemesinin önünde hukuk normları en güçlü engel olarak kalır.
- İnançlarından soyutlanmış insanın eylemlerinde ahlakiliği destekleyecek tek ve en önemli güç hukuk normlarıdır artık. İnsanın iç sesi olarak vicdanın sıfırlanmayacağı gerçeği dikkate alındığında kısmen utanma ve ayıplanma duygusu da insanı ahlaki olmayan eylemlere meyletmekten koruyabilir. Toplumu oluşturan bireylerin çoğunluğunda utanma ve ayıplanma duygusunun ortadan kalkmış ya da umursanmaz hale gelmiş olması ise doğal olarak bu etkiyi zayıflatır.
Hukuk normlarının insan eylem ve davranışlarının sonuçlarının belli bir süre gözlemlenmesi, bir istatistik oluşturması ve muhtemel olumsuz etkilerini bertaraf etmeye yönelik çalışmalar için belli bir mutabakat gibi hususlar dikkate alındığında, vicdanın devre dışı bırakılmasının oluşacak boşluklarda ahlaki değer yoksunluğunun ortaya çıkaracağı olumsuzlukları ve toplumsal maliyeti artıracağı kesindir. Bir diğer deyişle, vicdanın denetleme etkisinin azaldığı ya da kalmadığı durumda oluşan boşlukta ahlaki zafiyetlerin topluma yüklediği maddi manevi maliyetlerin külfetini hem hesap etmek hem de telafi etmek sanıldığı gibi kolay olmaz.
İnsanın iç sesi olarak inançlarıyla desteklenmiş vicdan, insanı davranış ve eylemlerinde ahlâki olmayandan uzaklaştırma noktasında önleyici rol oynarken, geriden gelen hukuk normları ise ister istemez zararları ve olumsuzlukları telafi etmeye yönelik daha maliyetli ve gecikmeli bir yol izlemek durumundadır. Vicdanların bastırılması, ona müracaatın azalması ve dolayısıyla toplumsal ayıplanma ve utanma duygularının insan eylem ve davranışlarına rehberlik etmez ya da edemez hale gelmiş olması, hem hukuk normları geliştirme ve uygulamanın hem de ortaya çıkan sonuçları telafi etmenin maliyetini artırır. Hukuk normlarının uygulanmasında şeffaflık ve tarafsızlığın sağlanamama riski dikkate alındığında, yaptırım ne kadar güçlü olsa da toplumu oluşturan bireylerin bu normlarda boşluk arama, kendisine istisna getirilme talepleri ve kişisel ilişkilerle normların yozlaştırılma çabaları sık müracaat edilen hususlar haline gelir. Böylesi bir durum, zaten kıt hale gelen vicdani denetimin bu kez tersine işlemesine yol açar. Yani, vicdanına körleşen insan bu kez vicdansızlık için kişisel çıkarları için yol aramaya başlar.
Tabii ki güçlü hukuk normları ile toplumda haksızlık ve adaletsizliğin önlenmesine önemli katkıda bulunulabilir. Ancak kabul etmek gerekir ki, ahlaki değerlerin insan vicdanında yer bulmaması söz konusu olduğunda sadece hukuk normları ile adaleti sağlama ve haksızlıkları önlemek gecikebileceği gibi toplumun yüklendiği maliyet de artmış olur.
Dinin toplum hayatındaki etkisinin azal/tıl/ma çabalarının ve görünür olmasının engellenme girişimlerinin hemen her toplumda az çok karşılık bulduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. Hristiyanlık ve onun farklı açılımları olarak Ortodoks ve Katoliklerde olduğu gibi Yahudilik inancına sahip olan toplumlardaki kadar olmasa da ya da öyle olmadığı iddia edilse de Müslüman coğrafyayı oluşturan toplumlarda da dini inançların insan eylemlerindeki etkilerinin azalmasına benzer şekilde ahlaki değerlere yansımasında da zayıflayan etkilere tanıklık edilmektedir. İnançtan destek alan ve insanın iç sesi olarak vicdanına yansıyan ahlaki değerleri ikame etmek üzere, bir takım etik ilke ve değerleri toplumda ve özel olarak da bazı meslekler bazında konumlandırma girişimleri, bir yönüyle bu eksikliği giderme çabası olarak görülebilirken, bir diğer yönüyle ise insanın iç sesine duyulan eksikliği tamamlama adına vicdanları rahatlatıcı bir çaba olarak da değerlendirilebilir. Çünkü her şeye rağmen inançlar ve inanma özelliğinden kaynaklanan bir eksikliğin insandan tamamen koparılması ve yok edilmesinin insanlık tarihi boyunca yanlış bir çabalama olduğu kanaatine varıldığını söylemek mümkündür. Bu durumda ise etik ilkelerle bu boşluğun doldurulması çabalarına daha fazla değer atfedildiği anlaşılmaktadır. Bu şekilde aslında bir yönüyle de dini inançlar bağlamında ahiret inancı yerine görünür ve somut olanın güçlendirilme çabası olarak, etik ilkelerin dini inançlardan bağımsız bir külliyata dönüştürülme eyleminden söz edilebilir.
İş dünyasında etik ilkelerden siyasete, tıp etiğinden mühendislik etik ilkelerine ve ortaya çıkan boşluklar ve olumsuzluklar dikkate alınmak suretiyle örneğin sosyal medya etiğine varıncaya kadar ilkeler düzeyinde bir etik çerçeveleme çabası dikkat çekmektedir. İnanç değerlerinden arındırılmış ahlaki değerlerin böylesi bir yaklaşımla etik ilkelere indirgenme çabasının vicdandan boşal/tıl/an alanı doldurup dolduramayacağına ilişkin kesin ve keskin bir söylemde bulunmak için henüz belki erken olduğu ifade edilebilir. Ancak özellikle insan-sonrası (post-humanizm) kurgunun gelişim süreci dikkate alındığında, örneğin Huxley’in yaklaşık yüz yıl önce yayınlamış olduğu Cesur Yeni Dünya romanı ve sonrasındaki pek çok film, roman ve kurgu esere ve nihayet içinden geçtiğimiz Covid-19 olarak isimlendirilmiş olan salgın sürecinin hemen öncesinde Bill Gates’in vakfının son yıllarda yoğunlaştığı insan genetiği çalışmaları ve Elon Musk’ın insana chip takılma önerileri birlikte bakıldığında, inançtan ve inanca bağlı ahlaki değerlerinden arındırılmış insanın etik ilkelerle toplum içinde disipline edilmesinde (bir yönüyle aslında tek tipleştirme ve kolaylıkla terbiye edilmesi de denebilir) etik ilkelerin kullanışlı bir referans olduğu söylenebilir.
Ahlâklı davranmanın ve ahlâki olanın oldukça dar kalıplara sıkıştırıldığı ve modern insanın parçalı zihninde hayatın bütününe ait bir değer manzumesinin olamayacağı anlayışının yerleştirilmiş olduğu bugünün dünyasında, her farklı alanın ilke düzlemindeki etik kurallarının daha ahlâki olduğu algısı da sanki yerleşmiş gözükmektedir. Bu bağlamda ahlâki değerden söz etmenin adeta cinsel konular alanına hapsedildiği bir zihin dünyasında, etik ilkeler dendiğinde ortaya çıkan benimseme yaklaşımının ahlâki değer dendiğinde banal ve eskide kalmış bir anlayışa dönüşmesi kaçınılmaz bir sonuç gibi durmaktadır.
- Ahlâki değerlerin yerine hayatın farklı alanlarının daha çıkarcı ve dar bakış açısıyla bezenmeye çalışılan etik ilkelerin ikame edilmesinin uzun bir uğraşın sonucu olduğu unutulmamalıdır. Bireyin iknası çok daha kısa sürede gerçekleşir ve değişim ortaya çıkabilirken toplumların değişim ve dönüşümlerinin zaman alacağını bilen kurgu sahiplerinin oldukça sabırlı davrandıkları da göz ardı edilmemelidir. Nihayetinde insanın sonuçlarını kendisinin göremeyeceği bir değişim sürecine katkı vermesi ciddi bir adanmışlığı gerektirir. İndirgenen ahlâk yerine etik ilkelerin ikame sürecindeki kurgu sahipleri ve her düzeyde rol üstlenenlerin de bu anlamda ciddi bir adanmışlık ve sabır örneği sergiledikleri kabul edilmelidir.
İslam Peygamberi’nin Mekke döneminde insanı her türlü zorluk karşısında inanç değerlerine bağlı kalmakta gösterilmiş olan sabır, Medine’ye hicretinden sonra sabırla işlediği mescit, okul ve pazaryeri çerçevesine verilen emekler, bu bağlamda Hisbe teşkilatının Osmanlı’da da devam eden olumlu yansımaları, Ahilik örgütlenmesinin bu topraklarda karşılığını bulan yedi asra yaklaşan ticaret, paylaşma, dayanışma ve yardımlaşmayı esas alan değerleri dikkate alındığında, etik ilkelere indirgenen ahlâki değerlerin toplumu ayakta tutan ne denli güçlü bir yapıyı temsil ettiği daha kolay anlaşılabilir. Bu ve benzeri örneklerde hayatın parçalı değil tam tersine bir bütün olarak algılandığı ve yaşandığı, hayatın ahirete hazırlık olduğu ve dolayısıyla tüm ahlâki değerlerin referansının dini inançlarda olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Bugün yaşanan ise hayatı kuşatıcı ve kapsayıcı ahlâki değerler yerine her bir farklı alan için insanı terbiye etmeye çalışan kural koyma çabasından başkaca bir şey değildir. Böylesi bir yaklaşım içinde insan, boşluk bulduğu her alanda fırsatları hak, hukuk ve adalet gibi temel ahlâki değerleri dikkate almaksızın sonuca ulaşma ve kazancını artırma, çıkar sağlama ve başarma gibi değerler adına değerlendirme yoluna gitmektedir. Başarılı olma adına pek çok aracı mubah görebilmektedir. Bir alandaki etik ilkelere uygun davranmak onun için yeterli olup, iç sesi olarak vicdanı da köreldiği ya da en nihayetinde kendisi tarafından susturulduğu için, indirgenmiş ahlâki değerler yerine geçen etik ilkeler ona yeterli gelmektedir.
Yalan söylemek, eksik bilgi vermek, sözünde durmamak, adil olmamak, haksızlık yapmak gibi çok sayıdaki değer indirgenmiş ahlâki değer bağlamında kaldığı için etik ilkelere çoğu kez referans olmamakta, etik ilkelere uyma zorunluluğu adına zaten unutulmuş ve parçalanmış ahlâki değerleri kendisine çok fazla referans almamaktadır. Yeni bir insan kurgusu ve bu çerçevede düşünüp hayata bakması arzu edilen (emredilen demek belki de daha uygun olabilir) insanın kurgulandığı şekliyle çok fazla düşünmeksizin günlük hayatını sürdürebileceği rehber anlamında etik ilkelerin baskın olduğu bir dünyadan söz edilebilir noktadayız.
İndirgenmiş ahlâk yerine etik ilkelerin baskın olduğu ve modern insanın kendisine referans aldığı bir dünyada uzun soluklu çabaların sonucunda dini değerleri ve inançlarından kaynaklanan referanslar bir yönüyle eskimiş gelmekte bir diğer yönüyle ise dini pratikleri adına külfet gibi algılanan eylemlerden uzaklaşmış olması bakımından da üzerinden atılmış yük olarak değerlendirilmektedir. Etik ilkelerle çok daha mutlu ve huzurlu olduğu bilinci ile iç sesi de bastırılmış olan insanın vicdanının yeniden böyle bir yükü kaldırmak istememesi de gelinen aşamada doğal bir sonuç olarak görülebilir.
Parçalanmış zihin dünyasıyla insan, hayatın farklı alanları için kendi başarısı ve kişisel arzuları adına etik ilkelerle bezenmiş olmanın konfor ve huzurunu deneyimlemiş durumdadır. Böyle bir deneyime her geçen gün daha fazla alışan insan, zaman zaman aklına gelen ahlâki değerleri ve dini inançlarını bastırmaya çalışmakta ve iç sesinin rahatsızlığı karşısında da meşrulaştırma sürecini hızla devreye alabilmektedir. Hemen herkesin çevresindeki benzer meşrulaştırma çabaları birbirini destekleyen etkiyi çoğaltmaktadır.
İnsan düzeyinde indirgenen ahlâki değerlerin toplumsal düzeyde ikame edilen etik ilkelerle kapsanması ve kuşatılması asla mümkün değilken, meşrulaştırma çabalarının yaygınlaşmasıyla birlikte ve kurgu sahiplerinin uzun soluklu ve sabırlı çabalarının etkisiyle hayli mesafe alındığını söyleyebiliriz. Bu noktada tersine dönüşün mümkün olup olmadığı sorusu önemli ve anlamlı bir sorudur. Ancak bu sorunun doğru ifade edilmesi çok önemlidir. Çünkü bugün dünün şartları ile aynı olmadığı gibi böylesine yoğun bir zihinsel dönüşümden geç/iril/miş insan da dünün insanı değildir. İnsanın yaratıcıdan bağımsız bir kurgu içinde olup olamayacağı ve aynı zamanda dünya sonrasına ilişkin inancın “ne”liği ve “niteliği”nin irdelenmediği bir düzlemde “indirgenen ahlâki değerler yerine ikame edilen etik ilkeler karşısında tepkimiz ne olmalı ya da ne yapabiliriz?” sorusu fazla bir anlam ifade etmeyecektir. Daha da önemlisi, gelinen noktada kurgulanmış ve zihin dağınıklığı yaşayan insanın zihinsel bir toparlanma yaşanmaksızın etik ilkelerle bezenmiş bir hayat akışı içinde ahlaki değerlerin indirgenmesi konusunda doğru soru sormasını beklemek doğru bir beklenti olmayacaktır.