İnançlarımıza sahip çıkmazsak...

Taha Kılınç, Sicilya'nın tarihini incelediği yazısında Müslümanların inanç ve kültürlerine sahip çıkmamaları durumunda başlarına gelebilecekleri Sicilya örneği üzerinden inceliyor.

Taha Kılınç / Yeni Şafak

Müslüman Sicilya

Akdeniz’in en kalabalık adası ve İtalya’nın 20 bölgesinden biri olan Sicilya’yı bugün adımlayan bir gezgin, daha çok Ada’nın Hristiyan geçmişine ait detaylarla ve bolca turistik objeyle karşılaşacaktır. Ancak bakışlarını

detaylara yoğunlaştırdığında, karşısında bambaşka bir Sicilya kimliği de bulacaktır. Bu kimliğin belirtileri öyle gizli saklı değildir üstelik: Başkent Palermo’nun devasa katedralinin kapısında bir sütunun üzerinde Arapça yazılar şeklinde selamlar gezginleri. Zisa Sarayı’nın hemen yanındaki şapelin içinde, benzerlerine Kahire’de, Bağdat’ta veya Kudüs’te rastlayacağınız şık mukarnaslar görürsünüz. La Cuba Sarayı’nın çatı süslemelerinde Arapça Kûfî hatlar hâlâ okunur. Santa Maria Kilisesi’nde Kur’ân ayetlerine tesadüf etmek sürpriz değildir.

Uzun bayram tatilinden istifadeyle odaklandığım kitaplardan biri, William Granara’nın “Müslüman Sicilya’yı Anlatmak” (Ketebe Yayınları, İstanbul, 2024) adlı eseri oldu. Bekir Çelikcan’ın çevirisiyle yayınlanan kitap, Sicilya’da İslâm’a dair bugün de temaşa edilen bütün ayrıntılara dair çok başarılı bir panorama sunuyor. Böylece, 827’den 1090’lara kadar Mağrib ve Kuzey Afrika kökenli Müslüman hanedanların yönetimi altında kalan Sicilya’nın tarihî kimliğinin kodları gözlerimizin önüne seriliyor. Kitap, sadece Müslüman Sicilya’nın mazisine odaklanmıyor, aynı zamanda dünden kalanları bugünkü Sicilya’da kendi bağlamları içine yerleştirerek modern İtalyan kültürünün İslâmî geçmişle karışımının neticelerini irdeliyor.

William Granara’nın hem Ortaçağ hem de Arap Akdeniz edebiyatı konusundaki uzmanlığı, kaleme aldığı eserin derinliğini artıran bir başka unsur. Sicilya’nın en ünlü Arap şairi İbn Hamdîs’in şiirleri üzerine çok sayıda makale yayınlayan Granara, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da bir yandan yoğun bir şekilde seyahat ederken, diğer yandan araştırmalarını da sürdürüyor.

“Müslüman Sicilya’yı Anlatmak”ı okurken, vaktiyle Müslümanlara ait olan ancak şimdi İslâm’ın ancak maziye dair bazı silik hatıralara dönüştüğü bütün beldeler gözlerimin önünden geçti: Endülüs, Girit, Rodos, Selânik, Belgrad, Budin… İslâm’ın siyasî ve sosyal bir gerçeklik olarak bütün boyutlarıyla arz-ı endam ettiği dönemlerde bu beldelere adım atma imkânı bulsaydık, acaba nasıl bir atmosferle karşılaşırdık? Hem yönetenlere hem de yönetilenlere kulak verseydik, neler işitirdik? Farklı toplum kesimlerinin geleceğe dair yorumları ve tasavvurları nasıl olurdu? Nitekim, elimizde buna dair bazı malzemeler de yok değil:

Örneğin, 900’lerin Endülüs’ünü dönem kaynakları üzerinden anlatan bütün eserler, Müslümanlardaki haklı özgüvene karşılık, Hristiyanların büyük bir psikolojik çöküntü içinde olduğunu gösteriyor. Müslümanlar, Endülüs’ün “kıyamete kadar” ellerinde kalacağından eminler, Hristiyanlar da Müslümanların Avrupa’da “tamamen kalıcı” olduğu kanaatindeler. Öyle ki Avrupa’nın dört bir yanından Hristiyan gençler, derin hayranlık duydukları Arap kültürünü farklı cepheleriyle ve yerinde yaşamak üzere Endülüs Emevî Hilafeti’nin görkemli payitahtı Kurtuba’ya akın ediyor. Yüzbinlerce ciltlik kitap barındıran kütüphaneleriyle, pırıl pırıl aydınlatılmış sokaklarıyla, her köşe başında temizlik ve sağlık dağıtan hamamlarıyla, şiir akşamlarıyla, Avrupa çapında haklı bir şöhrete sahip olan Kurtuba’ya…

Ama heyhat… Aradan bir asır bile geçmeden Endülüs çatırdamaya başladı. Sonrasında çöküş ve dağılma yıldırım hızıyla geldi.

Endülüs’ü ve Müslümanların Batı’daki hâkimiyetlerinin tarihini anlatırken, sözü hep şu noktaya getiririm: “Tarihin kimseye borcu yoktur. Her Müslüman belde, günün birinde elden çıkma riskiyle karşı karşıyadır. Gerekenler yerine getirilmezse, inanca ve kültüre sahip çıkılmazsa ve insan kaynağına yatırım yapılmazsa, sosyolojik çalkantılar olarak başlayan gerileme, siyasî ve askerî hezimetlere dönüşebilir. Böylece düşman galebe çalar ve İslâm, o beldelerin tarihinde küçük birer parantez haline geliverir.”

Bu yaman prensip, Türkiye için de geçerlidir. Ahalisi İslâm’dan vazgeçerse veya İslâm’ın yüklediği vazifeleri üstlerine alıp sahiplenmezse, mesela İstanbul’un bile günün birinde bir İslâm beldesi olmaktan çıkması söz konusu olabilir. Tarihi böyle okumak ve bu tür ihtimallere hazırlanarak çalışmak durumundayız. Günü birlik kısır tartışmalar, bizi hedefimizden saptırmamalı.

***

Âlem-i İslâm’ın her bölgesinde bayramları gerçek birer bayram tadında ihya edeceğimiz günlerin hasretiyle, kıymetli okurlarımızın Ramazan Bayramı'nı en içten dileklerimle kutlarım.

Yorum Analiz Haberleri

Aleviler üzerlerine oynanan oyunun farkındalar mı?
Dağ yoktur ama dağ gibi hekimler vardır Gazze'de!
Şam Emevi Camii’nde bir cuma hutbesi
İran'ın Suriye’de ‘asıl kaybettiği' nedir?
Şakir Paşa Ailesi’nin televizyonlarda izlenemeyecek hikayesi