Merve Çakır / Haksöz Haber
"Riskler ve Zaaflar Karşısında Vahye Şahitlik Sorumluluğumuz" ana başlıklı 2015-2016 yılı aylık paneller serisinin dördüncüsü "İnancımız Hayatımızı Ne Ölçüde Belirliyor?" konusuyla Ali Emiri Kültür Merkezi'nde gerçekleştirildi. Ömer Bitlis'in moderatör olduğu panelin konuşmacıları Ömer Kılıç ve Hülya Şekerci idi.
Ömer Bitlis açılış konuşmasından sonra konuşmacıları tanıtıp ilk sözü Ömer Kılıç'a verdi.
"İzzetbegoviç dinin asıl mahiyetinden uzaklaşıp kalplere çekilmesini Moğol istilasının İslam dünyasına verdiği zararla bir tutar. Kamusal alandan dini süpüren Batı zihniyetinin Müslüman âlemine sıçramasıyla İslâm dini de vicdanlara itildi. Yaşayacaksan özel hayatında yaşa denildi. Mekkeli müşriklerin Resulullah'tan isteği tam da buydu. Ama din bu değildi. Din sosyal yaşamın birebir kendisiydi. Peygamberlerin öncelikli gönderiliş amacı namaz, oruç gibi ibadetlerin ifa edilmesi değil şirk ifsadının temizlenmesiydi. Bu ibadetlerse yerine getirmekte zorlandıkları görev için bir nevi takviye, motivasyon unsurlardır. Ne yazık ki bizim böyle bir hassasiyetimiz olmadığından din hayatımıza müdahil olmuyor. "
Kılıç hayata karışmayan, görünür olana müdahale etmeyen din algısının insanın kolayına geldiğini, sadece manevi ihtiyacımızı karşılayan din anlayışının kişiyi mümin yapmaya yetmediğini ifade ettikten sonra sözü Hülya Şekerci'ye bıraktı.
"İnancın hayata hâkim kılınması cemaatlerde hep önemli olagelmiştir. Çünkü inanç ne kadar görünürse o kadar yüksektir etki gücü. Verdiği tavsiyeleri kendisi uygulamayan doktoru hangi hasta ciddiye alabilir ki? İnsan somut, elle tutulan bir şeyler görmek ister ve sıkıntı da buradan kaynaklanır. Rabbimizin ayetlerine kulak verelim: 'Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niye söylüyorsunuz?'(Saf/2);'Halbuki kitabı okuyorsunuz. İnsanlara iyiliği emredip bizzat kendinizi unutuyor musunuz? Akıl etmiyor musunuz?' (Bakara/44); 'Dediler ki: Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını (putları), yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın!' (Hud/87). İman ve amel bir bütün ancak ben 'iman' ve 'amel' kavramlarının ayrılığından söz etmek istiyorum. Kur'an-ı Kerim'de 'iman etmek' eyleminden sonra 'salih amel' kavramı gelmiştir. Bu kavramların ayrılığı söz konusu. Evet, ideal olan ikisini iç içe geçirebilmektir ancak hayatımızdaki karşılığı siyah ve beyaz olmuyor, gri alanları da görebiliyoruz. Gerçekten iman eden kimse amelini işlemiyor veyahut amelini yapıyor ancak sağlam bir imana sahip olmayabiliyor. İmanın derecelerine de değinmek istiyorum. Rabbimiz Kur’an’da İmran ve ailesini seçtiğini, âlemlere üstün kıldığını (Alî İmran/33), bazılarının ‘sabikun’ bazılarının ‘orta giden’ ve bazılarınınsa ‘kendilerine zulüm ettiğini’ (Fatr/32) buyuruyor. Demek ki iman etmede böyle bir fark söz konusu. Bu fark da adanmışlığın bir göstergesidir.
Ancak sahih bir bilgi amele yansıyabilir. Pratik hayatı anlamaya, tatbik etmeye yetmeyen Kur'an anlayışı eksiktir. Örneğin Tebbet suresinde 'Kurusun o Leheb'in elleri.' derken Esed'ihatırlamıyorsak, yapılan zulümleri anmıyorsak bu pratiğe yansımayan, zaaflı bir bilgidir. Müslümanların dünyevileşme sıkıntısından bahsedecek olursak bu konuda özeleştiri yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Zaaflarımızdan biri dünyevileşmektir. Hedefi dünya olan ufkunda ahiret görünmeyen bir yaşam biçimidir dünyevileşmek. Allah'ın bize verdiği nimetleri O'ndan bağımsız düşünmektir. Eğer böyle olur, kişi kendindeki nimetlerin Allah'la olan bağını koparırsa liberalleşir. Hz. İbrahim'in sözleri bu konuda bizi kendimize getirmeli:'Ki beni yaratan ve bana hidayet veren O'dur; Bana yediren ve içiren O'dur; Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur; Beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O'dur; Din (ceza) günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur; Rabbim, bana hüküm (ve hikmet) bağışla ve beni salih olanlara kat. ' (Şuara/78-83)".
Konuşmasında daha çok dünyevileşme zaafiyetinden bahseden Şekerci, bu zaafiyete pratik hayattan örnekler vererek devam etti:
"Kimse kendi rahatından feragat edemiyor. Tatil günlerinde toplanıp program yapılamıyor. 'Bir pazarımız var.' deniyor. İnsanların rızık korkusu cehennem korkusunu arka plana atmış gözüküyor. Allah için değil kendisi için çocuk yetiştiren anneler, çocuklarını kendisi için giydiriyor, yediriyor. Bu yüzden gürbüz bir çocuğun annesine iyi gözüyle bakılıyor. Son zamanlarda bir yüksek lisans furyası başladı mesela. Bu çok güzel bir gelişme olmakla beraber bireysel tatmin vasıtasına dönüşmüş durumda. Allah'ın dinine yardım etme düşüncesinden yoksun entelektüel kaygıyla yapılan bu tür çalışmalar kişiyi kendi fildişi adasına hapseder. Konformist yaşam anlayışı elimizdeki nimetlerin kıymetini anlamayı güçleştiriyor. Daha önceki süreçlerde bir grup olarak bir arada dahi bulunamazken şimdiki şartlar tevhidi düşüncenin nüfuz edebileceği zemini karşılamasına rağmen bizler bunu hak ettiği derecede değerlendiremiyoruz. Sahip olduğumuz nimetlere bulacak mazeretimiz olmamalı ve çalışmalarımıza hız kazandırmalıyız. Çünkü Rabbimizin de dediği gibi bize verilen nimetlerden hesaba çekileceğiz (Tekasür/8).
'Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin takvanız ulaşır. (Hacc, 37)' Yaşam içindeki bu dünyevilik rutinini aşmak için Allah'ın işaret ettiği bu adanmışlığı, bu takva giysisini kuşanmak gerekiyor. Müslüman değiştirmek üzere bir misyon üstlenmemişse o kişi dönüşmeye mahkumdur. Çünkü hayat bir oluştur; bu oluşun içinde ya değiştireceğiz ya da değişeceğiz."
Oturum arasında 13 Şubat tarihindeki Özgür-Der şubesinin açılışını ve Diyarbakır Sur halkı için başlatılan yardım kampanyasını duyuran Bitlis, dinleyicilerden gelen soru ve katkıların ardından paneli sona erdirdi.
Fotoğraf: Afgani Türkmen