“Şüphesiz Kârûn, Mûsâ’nın kavmindendi. Onlara karşı azgınlık etti. Biz ona, anahtarlarını (bile taşımak) güçlü bir topluluğa ağır gelecek hazineler verdik. Hani, kavmi kendisine şöyle demişti:
- Böbürlenme! Çünkü Allah böbürlenip şımaranları sevmez. Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap ve yeryüzünde bozgunculuk isteme. Çünkü Allah bozguncuları sevmez.
Kârûn ise:
- Bunlar bana bendeki bilgi ve beceriden dolayı verilmiştir, dedi.
O, Allah’ın kendinden önceki nesillerden, ondan daha kuvvetli ve daha çok mal biriktirmiş kimseleri helak etmiş olduğunu bilmiyor muydu? Suçlulukları kesinleşmiş olanlara günahları konusunda soru sorulmaz.” (28/Kasas, 76-78.)
İslam’da mülkün mutlak varisi Yüce Allah’tır.
Elbette, insanoğlunun mülkiyet hakkı vardır ve bunun korunması da şeriatın 5 temel mekâsıdından biridir. Mekâsıdü’ş-Şer’îa adı verilen şer’î hükümlerin gerçekleştirmek üzere geldiği temel gayelerden biridir ve “emnü’l-mülk” adını alır bu hak. Ama İslam’ın nazarında mülkiyet hakkı, mutlak değildir. İki açıdan mutlak değildir:
İlk olarak mutlak mülkün sahibi, Mâlikü’l-Mülk, mülkün yaratıcısı olan Yüce Allah’tır. İnsanoğlu, ölür, bir hayat boyunca temellük ettiği her ne varsa, geride kalır (tereke), varislerine geçer. Bir ismi de “El-Varis” olan Yaratıcı, gerçek varistir; mutlak varistir. İnsan, aslında, mülkün sahibi değil emanetçisidir.
İkinci olarak İslam’da insan, mülkiyeti üzerinde mutlak tasarruf hakkına da sahip değildir. Örneğin, özel mülkiyetini, bazı insanlara zarar vermek için kullanamaz. Yine böyle bir amacı olmasa bile toplumun zarar göreceği şekilde kullanamaz. İslam ile katı liberalizm arasındaki temel farklardan biri budur. Buna ilaveten, İslam, belli bir zenginliğe ulaşmış Müslümanların, malından belli bir oranı yoksullara vermesini emreder. Çünkü, zenginin sahip olduğu maddi varlıklarında, toplumun katkısı vardır. Toplum olmadığında, o insan, o zenginliğe hiçbir bilgiyle ve hiçbir emekle ulaşamayacağı gibi toplumdaki iktisadi düzen olmadan da o zenginliğin değeri olmaz. Zenginlik, bireyin tek başına ürettiği, var-ettiği bir değer değildir; Allah’ın yarattığı kaynaklar ve toplum düzeni içinde bireylere sunulmuş bir imkândır, Rahman’ın inayetinin eseridir. Bu nedenle, zenginlerin malında, yoksul insanlara ait bir hak, bir pay vardır: “Mallarında (yardım) isteyen ve (iffetinden dolayı isteyemeyip) mahrum olanlar için bir hak vardır (وَفِي أَمْوَالِهِمْ حَقٌّ لِّلسَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ).” (51/Zâriyât, 19.) Ayette hakk kavramının geçmesi, oldukça önemlidir. Hak varsa, hak sahibi olduğu gibi hakkı teslim etmekle yükümlü, borçlu bir taraf da vardır. Hakkın teslimi, insanların keyfine bırakılamaz, bir yükümlülük getirir. İslam, hakkı hak sahibine teslim etmeyi emreder.
Zekât, fitre ve sadaka, yoksulun, nafakasını kazanacak sıhhat ve gücü olmayan hasta, yaşlı ve engellinin de toplumun refahından pay almasını sağlar. İşte, medenî toplum ile doğal yaşamın ayrıldığı noktalardan biri budur. Doğada, bir hayvan topluluğu, içlerinden biri yaralandığında veya hastalandığında onu geride bırakır ve yoluna devam eder. Medenî toplum ise zayıf ve yaralılarını, hasta ve engellilerini öylece bırakmaz. İşte İslam, hayırseverlik, iyilikte yarışma, îsâr (özveri ve başkalarını düşünme) gibi hasletlerle insanı doğal hayatın; içgüdülerin mahpusluğundan kurtarır.
İslam, liberalizmin "kişinin her ne şekilde olursa olsun, başkalarına zarar vermeden istediğini yapması' şeklinde özgürlük tanımını da buna bağlı olarak "Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler' şeklindeki iktisadî ilkesini de reddeder. Aslında, İslam'da özgürlük kavramı, hayatın anlamı ve toplumun hedefi olarak, tamamen liberal ve bireyci “istediğini yapma” felsefesinin vicdani bir reddidir. (Said, Abdul Aziz, “Human Rights in Islamic Perspectives”, 93.) Bu bağlamda ası özgürlük, kişinin mal biriktirme hırsı, cimrilik, tüketmekle övünme (lüks) gibi nefsinin olumsuz yönelişlerini dizginleyerek, başkalarıyla paylaşma iradesindedir. dolayısıyla, zekât, fitre ve sadaka asında insanları özgürleştirir. İlk olarak, zenginin mal biriktirme hırsını dengeler. Onu tamahın e bencilliğin esiri olmaktan kurtarır. "Bencil insan ile kanser hücresi aynıdır; yok edicidir. Öyle ki etrafını yok ederken kendini de yok eder." (Tarhan, Nevzat, "Modern Psikoloji ve Din" İslami Araştırmalar, XIX/3 (2006), 541.) Bencil insan, çevresindekilerin de insan olduğunu, kendisi gibi insan onuruyla yaratıldığını unutur. Bencilliğin yıkıcılığı buradadır. Nitekim, insanlık tarihindeki en yıkıcı sapmalardan olan Faşizmin temelinde de bencillik vardır. İslam, insanda yeni bir ‘ben idraki’ oluşturur. Rabb’ini bilen bir ‘ben’dir bu. Mülkün gerçek sahibini, nefsini elinde tutan gücü bilen ve tanıyan bir ‘ben’. Kendi anlamını, temellük ettiği maddi varlıklarda değil yanlın benliğiyle yüzleşerek ve Rabb’ini tanıyarak bulan bir ‘ben’.
‘Ene’yi mana-yı ismi ile değil mana-yı harfi ile alan; Allah’a teveccüh ederek varoluşunu gerçekleştiren bir ‘ben’. Maddenin esiri olmak yerine maddenin üstüne çıkabilmeyi başaran özgür bir ‘ben’. Kârun gibi bilgisine güvenen değil Her Şeyi Bilen’e (el-Alîm) güvenen bir ‘ben’.