İslam ilim ve düşünce mirasına ve geleneğe yaklaşımda iki yanlış uç vardır.
Birincisi, geleneği ayak bağı olarak görmektir. Bu yaklaşım, geleneğe karşı ön-yargılıdır, onu yeterince anlamaz. Onu geri kalmanın nedeni olarak görür.
İkinci yaklaşım ise gelenekte tüm meselelerin doğru biçimde çözüldüğünü, bu çözümlerin bugünün meselelerinin de çözümünü içerdiğini kabul eder. Çoğu kez önceki âlimlerin içtihat ve istidlalleri, kesin dinî hükümler konumunda görür. Geleneği aynen bugüne taşımaya çalışır.
Gelenekte kalmak, onun ortaya çıktığı tarihte kalmak demektir.
Geleneği tümden reddetmek de köksüz kalmak demektir.
Öncelikle, geleneği iyi okumak, tahlil etmek, zihniyet ve sistematiğini anlamak gerekir. Ama aynı zamanda çağın sorunlarını da getirdiklerini de iyi okumak lazımdır. Akıl ve ilim temelinde seçici bir yaklaşımla geleneği de bugünün ilmi ve düşünce mirasını da bir kaynak olarak değerlendirmek ve metodik bir şekilde senteze ulaşmak gerekir.
Önceki âlimlerin, meseleleri zaten çözdüğünü, bu çözümleri en güzel biçimde açıkladıklarını düşünmek ya da öncekilerin aşılamaz olduğunu kabul etmek, ilerlemenin önündeki ne önemli engeldir. İlim adamı, kendinde mevcut ilim ve düşünce mirasına katkıda bulunma potansiyelini görmüyorsa, o, asla katkıda bulunamaz. O, sadece öncekilerin söylediklerini açıklamak ve başkalarına aktarmakla yetinir. Taklitçiliği, ilmî yöntemin yerine koyar.
İşte Taftazanî sonrasında İslam dünyasında, Batı’daki gelişmelerden habersiz biçimde, taklitçilik yaygınlaştı. Artık ilim adamları, yeni konularda araştırmalar yapmadılar. Özgün eserler telif etmediler. Daha çok eski tartışmaları tekrarlamaya, eskilerin eserleri üzerine şerhler ve haşiyeler yazmaya başladılar.
Bunun çok farklı nedenlerinden söz edilebilir. Kanaatimizce, bunlar arasında eskilerin ele alınması gereken meseleleri ele aldığı, sorunlara doğru çözümler bulduğu düşüncesi dikkat çekicidir. Bu düşünceye göre, önceki âlimler, Müslümanların karşılaştığı soruları doğru bir şekilde cevapladıkları için, artık farklı bir şeyler söylemek doğrudan uzaklaşmak olacaktır. Bu durumda yapılması gereken, önceki âlimlerin yoluna sadık kalmak; onların içtihat ve istidlallerini öğrenmek ve iyi anlamaktır. Bunun için öncekilerin en seçkin eserleri üzerine şerhler ve haşiyeler yazılmıştır [Belki de bu eserler, büyük âlimler tarafından şerh edildikçe daha da büyümüş, eşsizleşmiştir.]. İlim adamı yazdığı şerh ve haşiye ile kendini kanıtladıkça, şerhçilik, ilim dünyasının asıl mecrasına dönüşmüştür.
Burada belirtelim, her eser üzerine şerh yazılmamıştır, meseleleri kısaca ve net bir şekilde açıklayan, terimlerin ve kavramların yerli yerinde kullanıldığı, ilim adamlarının takdirini toplamış kıymetli eserler üzerine şerhler yazılmıştır. Şerhler, şerhedilen eserlerin daha iyi anlaşılmasını, konuların sistematik ve derli toplu bir şekilde açıklanmasını sağlamıştır. Dolayısıyla şerh yazımı eksiklik değildir. Özgün telifler verilmemesi eksikliktir.
Burada bazı hususların altını çizmek gerekir.
İlk olarak, önceki âlimlerin bir kaç sayfalık eseri üzerine önce şerh, ardından haşiye ve onun üzerine tekrar haşiye yazarak, bir kaç sayfalık risaleyi kırk katına çıkarmak, aslında çok da sağlıklı bir yol değildir.
İkinci olarak, öncekilerin görüşlerini nakletmekle yetinmek, ilmi, öncekilerin ürettiği bilgi ve fikirleri alıp sonrakilere aktarmaktan ibaret görmek, mevcudu tekrarlamak, taklittir. Taklit ise İslam ilimleri arasında öncelikle "Usûlü'd-Dîn" adı da verilen "kelam ilm"ine aykırıdır. Çünkü kelam ilminin gayesi, insanı taklit seviyesinden tahkik düzeyine ulaştırmaktır. Kelam ilmi, yalnızca inanç esaslarının tespiti, inanç esaslarının tafsili ile ilgilenmez aynı zamanda bunların delillerini de serdeder. Bu deliller, aklî ve naklî olabilir. Hatta naklin Hakk'tan ve hak olduğu da yine aklî delillerle temellendirilir. Böylece inanç esasları baştan sona delilleri araştırılarak tahkik edilmiş olur. Oysa, bu delilleri, nazar ve istidlalleri önceki âlimlerin eserlerinden aktarmak ve tekrarlanmakla yetinmek tahkik değil, tahkiki taklide dönüştürmektir.
Üçüncü olarak, ilerleyen bir dünyada, yerinde durmak, öncekileri taklitle yetinmek, aslında geri kalmak demektir.
İslam dünyasının temel sorunu böyle başlamıştır. Akide ve ilim üstünlüğünü sağladıktan sonra İslam dünyası, atalet içine düştü. Küçümsediği kâfirler karşısında, bir zaman sonra geri kalmışlığını fark ettiğinde de yeis içine düştü. Çünkü karşısında sayısız sorunlar vardı ve bunlara çözüm üretmesi bir anda olacak bir şey değildi.