İnsani varoluşun nihai gayesi nedir? Bu soru dinlerin ve felsefelerin en temel tartışma meselelerinden birisidir. İnsanın yeryüzündeki hikâyesi dinler açısından bir kopuş ve düşüş hikâyesidir. Yeryüzü, içine düşülen bir yer olarak insan için zorlukla doludur (Beled/4). Buradaki zorlukların maddi olanları esasa dair değildir. Asıl mesele olarak insanın kendi varoluşuna dair yaptığı sorgulamalar gelmektedir. Anlam arayışı burada tebarüz eder…
Varoluşun gayesine dair yürütülen fikirler dünyevi ve ilahi boyutlarıyla ele alınmış ve herkesin bir izah çabası olmuştur. Din ve dindarlık eğilimleriyle anlamlı bir yaşam arasındaki korelasyon ilişkisi1 göstermektedir ki insan yaratıcısı ile kurduğu ilişkinin boyutları oranında anlamlı bir hayat yaşama gayesi içinde olmaktadır. Genel kanının aksine bu durum anlam çabası ile dindarlık arasındaki ilişkiyi gözler önüne sererken bu ilişkinin dinamikleri üzerine düşünmek gerekmektedir.
Dinlerin tarih boyunca insanı yaratıcının emirlerine göre bir yaşantıya yönlendirmesi insan gerçekliğini göz ardı etmemesi ile mümkün olmuştur. Dünyanın dört bir yanına dağılmış insanlar için ortak bir yasa ortaya koymak ne kadar zorsa bu konuda en başarılı sistemin din olduğundan da şüphe yoktur. Dinin insan yaşantısına doğrudan etkisi insan fıtratını esas alması sayesinde mümkün olmaktadır. Bu noktada karşımıza doğal olarak ahlak kavramı çıkmaktadır. Ahlâk, Arapçada “seciye, tabiat, huy” gibi manalara gelen hulk veya huluk kelimesinin çoğuludur (TDV). Ahlakın kelime anlamından başlayarak insan yaratılışı ile olan bağı anlam arayışı ile de yakın ilişkisini göstermektedir.
Ahlaki bir varlık olarak insan anlamı bulma noktasında önce kendisine dair bir tanıma ihtiyaç duyar. Pek çok disiplin insan üzerine kafa yorarken ahlak ise faziletler ve reziletler bağlamında insanı ele almaktadır. İslam’da inanç sisteminin oluşması ile ahlaki bir varlık olarak insanın inşası da başlamıştır. Zira anlam çabası insana has bir durum olarak önümüzde durmaktadır. Hayvanlarda da bulunan öfke ve şehvet gibi bazı hasletler onların eylemlerini ahlaki yapmazken insan, bu vasıflara eklenen akıl yürütebilme özelliği sayesinde eylemi üzerinde ahlakilik tartışması yapılabilecek tek varlıktır. İnsani varoluşu anlamlı hale getirmek isteyen çağdaş ahlak teorileri de bu bağlamda duygucu, faydacı, hazcı, ödevci yaklaşımlar ortaya koyarak insanda bulunup diğer varlıklarda bulunmayan bu durumu izaha çalışmışlardır. Yani ahlak insanın ayırt edici vasfı olarak önümüzde durmaktadır.
Ancak her şeye rağmen “insani varoluşun nihai gayesi” konusunda bizleri keyfilikten kurtaracak bir sonuç modern teoriler bağlamında ortaya konulmuş değil… Ahlakı aşkın boyutlarından soyutlayarak ele alan yaklaşımların tümü onu bir toplum sözleşmesi bağlamında indirgemeci bir yaklaşıma hapsetmektedir. Bu yaklaşım ortak fayda konusu etrafında oluşturulan bazı ilkeleri ahlakın kendisi gibi göstererek tartışmayı bir yere sabitlemeye çalışmaktadır.
Bu noktaya kenetlenmiş bir tartışmada hayvan ile insan arasında bir fark kalmaz. Zira hayvanların da ortak fayda bağlamında çok güçlü bir hareket kabiliyetleri söz konusudur. Ahlakın insan için ayırt edici vasfı ister istemez ortadan kalkmış olur. Ahlaki fiilin kökenini oluşturan sorumluluk konusunda hayvanlar için böyle bir durumun varlığından bahsetmek de mümkün değildir. O halde ister duygucu ister faydacı olsun anlamlı bir hayatı inşa etmek için ahlak üzerine geliştirilen söylemler çok ciddi boşluklar ortaya çıkartmaktadır.
İnsanın anlam arayışını etkileşime dayalı bir duygudaşlığa veya çıkar merkezli bir ortak faydaya indirgeyen yaklaşımlar meseleyi sübjektif bir zemine hapsederek ahlak üzerine söz söylemeyi imkânsız hale getirmektedir. Hulasası ahlak üzerine konuşmanın ön şartı akıldır. Aklı olmayanın sorumluluğu da olmadığı için misal olarak çocuklar eylemleri sebebiyle ahlaki olarak sınanabilir durumda değildir. Akıllı bir varlık olan insanın nihai gaye olarak anlamlı bir hayat yaşama çabası da buradan kaynaklanmaktadır. Gelinen noktada çağdaş yaklaşımların anlamı ortadan kaldıran bir görecelilik çukurunda debelendiği görülecektir.
Ahlak insanın maddi olanın dışında bir etkileşim olmadan izah edilmesi mümkün olmayan bir husustur. Aşkın bir anlam bütünlüğü içerisinde var olan ahlak insanın anlam arayışının da merkezinde yer almaktadır. Bu husus İslam düşünce geleneğinde iman ile ahlak arasındaki doğrusal ilişkiyi de anlaşılır hale getirmektedir. Sorumluluk bahsinde olduğu gibi iman ile ahlak arasında doğrusal bir ilişki söz konusudur. Ancak ahlakı, “etik” “toplumsal, hukuki değerler” seviyesine indirgeyen yaklaşımlar doğal olarak ahlakın aşkınlıkla ilişkisini de nötrleme gayesi içindedir.
Bu nötr hale getirme, ahlaki eylemi aşkın boyutlarından bağımsız ele alarak dünyevileştirme çabası bugün içinde yaşadığımız dünyayı inşa eden paradigmanın alamet-i farikası haline gelmiştir denilebilir. Ahlakiliğin bu kadar çok ötelendiği bir dünyada ise kimlikler belirsizleşip hayat –Bauman’ın tanımlamasına göre- akışkan bir sıvıya dönüşürken “anlam krizi” çok olağan bir durum haline gelmektedir.
İnsanın anlam arayışında ahlaki eylemin zorunluluğu insanı insan yapan ayırt edici vasıflarıyla yakından ilgilidir. Ahlaki varlığımızı izah etmekten uzak yaklaşımlar anlam çabasında da insana yol gösterememekte ve insan Platon’un meşhur mağara benzetmesinde olduğu gibi duvara yansıyan gölgelerle yetinmeye çalışmaktadır. Birbirine kelepçeli duvara bakmak mecburiyetin bırakılan insanlar sadece yansımalardan yola çıkarak kendisine bir anlam bulma gayreti içerisinde çırpınmaktadırlar…
[1] İnsanın ömrünü adayacağı en büyük motivasyonlardan biri din olarak kabul edilmiştir. Din, teselliyi, tedaviyi, sabrı en önemlisi acılara dayanabilme gücüne dayanak hazırlayan anlamı içinde barındırmaktadır.
Ali Ayten, Tanrı’ya Sığınmak Dini Başa Çıkma Üzerine Psiko-Sosyal Bir Araştırma, (İstanbul: İz Yayıncılık, 2021).