Türkiye genel manada bir aydın-entelektüel krizi yaşıyor. Bu kriz sadece Kemalist, Türk-Kürt ulusalcı, sol-sosyalist, muhafazakâr ya da liberal kesimle sınırlı değil. Ne yazık ki İslamcı-İslami camiada yaşanan krizin de en az diğer kesimlerde yaşananlar kadar derin, geniş ve daha önemlisi kronik krizleri, açmazları var.
İnsanın kendisini, kendi mahallesini, camiasını eleştirebilmesi, öze ve içeriye dönük köklü bir muhasebeye ve muhakemeye kalkışabilmesi ciddi bir olgunluk düzeyi gerektiriyor. Başkasının günahları, ötekinin çelişkileri üzerine odaklanıp temize çıkmak, rahatlamak en kolay olanıdır.
Bu sebeple somut olayların, yanı başımızdaki olguların özellikle de buralarda yaşanan acılara kimin ne kadar katkı yaptığına dair analizlerden kaçınılıyor. Üstelik alabildiğine soyut genellemeler yapıp belirsiz hedefleri vurmak bu sebeple çok tercih ediliyor.
Eski Mantığa Yeni Dil mi?
İslami camianın aydınları, edebiyatçıları, kanaat önderleri için adaleti, merhameti, medeniyet bilincini, sekülerleşme tuzağını, tüketim kültürü bataklığını mesele eden söylemler her zaman ‘trend topic’tir. Üstlendikleri misyon itibariyle bu tutum doğaldır da. Ancak mesele sadece belli başlık ve sloganları genel geçer söylemler düzeyinde sahiplenmekten daha fazlasını gerektirir. İşte bu gibi hallerde maalesef çıkmaz sokaklarda çırpınıp duran kimi karakterlerle karşılaşmak sıradan bir durum olur.
Kanla boğulan Suriye meselesi, Irak’ın parçalanma süreci, yükselişe geçen Kürt ulusalcılığı, AK Parti Hükümeti’nin icraatları, liberal ve sol-sosyalist kesimlerle ilişkiler, İran’ın bölgedeki rolü gibi sorunların klasik şablonlarla değerlendirilebileceği zaman diliminde değiliz. Değil 35-40 sene önceki diskurlarla bazen 3 sene hatta 3 ay önceki pozisyonlarla, verilerle dahi mevcut tabloları çözümlemek mümkün olmaz. Ezber bozmak, yeni dil inşa etmek, kalıpların dışına çıkmak filan gibi klişelerle statükonun bekasına hizmet etmenin de mümkün olduğunu hatırda tutmak lazım elbette.
Şuradan başlayalım: Tunus’ta başlayan Mısır ve Libya’da devam eden, Suriye ve Yemen sınırlarına dayanan toplumsal hareketler sadece ulusalcı-sosyalist kesimlerde değil İslamcı diye bilinen aydınlar arasında da neden öncelikle komplo teorileriyle izah edildi? Çünkü her ne kadar aksini iddia etseler de bilgi kaynakları ve kavramları, korkuları ve beklentileri de Batı’dan ve egemen sınıflardan ödünç alınmıştı. Suriye meselesi bu durumun en tipik örneğidir.
İçeride sol-Alevi kesimlerin oluşturduğu iklimle, dışarıda İran ve Hizbullah’ın ilmek ilmek ördüğü atmosferle Suriye meselesi kimi İslamcı aydınlar için tam bir ateşten gömleğe dönüştü. İran’ın Suriye ve Irak’ta oynadığı kanlı ve kirli mizansenlere kör ve sağır kesilmekten öteye kimileri bu mesele üzerinde tam bir karartmaca, manipülasyon ve psikolojik savaş rolü oynadı. Bu role razı olanların farklı gerekçeleri vardı belli ki.
Mesela Atasoy Müftüoğlu Suriye halkının Esed/Baas rejimi tarafından en kanlı yöntemlerle boğulduğu zamanlarda dahi bir fırsatını bulup İran güzellemelerine girişmesi artık bir teamül sayılmalı. İran’ın Suriye ve Irak’ta gerçekleştirdiği işgal ve katliamlar konusunda Atasoy Müftüoğlu’ndan bir cümle olsun duyabilmek ne mümkün. Sakarya’da bu hafta sonu verdiği konferansın başlığı her ne kadar “Yeni Bir Dil İnşa Etmek”se de Atasoy abi halen Paris sürgününden dönen İmam Humeyni’nin Tahran’a uçakla indiği günde kalmış.
Tarih, saat, olaylar, olgular, toplumsal hareketler, talepler orada donup kalmış. O günkü coşku, heyecan, sımsıkı sabitlenmiş adeta. Değişmesi veya değiştirilebilmesi teklif dahi edilemez durumda. İnkılabın oluşturduğu coşku ve heyecanın tazeliğini değil sorgulayacak gölgeleyip, geride bırakacak hiçbir gelişme olmamışçasına steril bir ruh hali duruyor karşımızda.
Neredeyse sokaklara inip İslam İnkılabı sürecinin sloganlarını haykıracak, devrimci marşlarla kitleleri sevk edecekmişçesine heyecan düzeyi doruklarda. Ama en küçük bir hareket yok. Sanki hedef toplumda özellikle gençler arasında hareketsizliği, ataleti, romantizmi yüceltecek şüpheciliği yaygınlaştırmak. Zihinleri aydınlatacak, eylemleri adalet ve merhamet temelinde sevk edecek, İslam Ümmetini zilletten kurtaracak önerme, tavsiye, örneklikleri ara ki bulasın! Hamasetten öteye gitmeyen, 35 sene önce inşa edilen ‘İslami İran’ imajı üzerinden sürgit piyasaya sürülen romantik ve nostaljik mesajlarla değil ileriye doğru mesafe kat etmek tarihin ve mekanın dışına savrulmak mukadderdir oysa.
O Hesaplaşır, Siz Hesaplaşamazsınız!
Şimdi “Yeni Bir Dil İnşa Etmek” önerme ve iddiasıyla verilen konferansın bir paragrafına bakalım: “Sokrat “İyi insan olmak yetmez, aynı zamanda iyi ayakkabıcı olacaksın” der. İyi ayakkabıcı tarihinin son 500 yılıyla hesaplaşan adamdır. İşte bu hesaplaşmayı İmam Humeyni İran’da İslam devrimiyle yapmıştır. Bu yüzden İmam Humeyni iyi ayakkabıcıdır. Batı dünyası, İran’da gerçekleşen İslam devriminin, başka bir yerde daha gerçekleşmesini engellemek için yoğun bir çaba sarf ediyor.”
Üzerinde özenle durmak lazım: İmam Humeyni’nin 500 yılla hesaplaştığını imrenerek ve yücelterek iddia edenlerin İran’ın son 35 yılıyla hesaplaşamaması, hesaplaşmak isteyenleri de bir dizi suçlamayla tasfiye etmek için seferber olması nasıl bir ruh halidir acaba? İmam Humeyni’nin İslam tarihi ve toplumuyla hesaplaşması mübarek ve muazzez bir devrim sayan pek muhterem abilere sormamak olmaz: Ayetullahlarıyla, Huccet-ül İslamlarıyla İran’ın İslam İnkılabı’nı Fars ve Şii ulusçuluğuna hatta düpedüz işgalci ve işbirlikçiliğine tebdil etmesiyle neden hesaplaşmıyorsunuz o zaman? Elinizden mi gelmiyor, diliniz mi dönmüyor yoksa bu iş için gerekli asgari cesaret ve ferasetten mi yoksunsunuz?
Dinleyenlerine, okuyanlarına “Neden mezhepleri kutsallaştırıyor ve ebedileştiriyorsunuz?” diye sormak kolay. İran’ın Mehdiciliğini, türbeciliğini, hurafeciliğini, bidatçılığını ve bunlar adına Rusya ile Suriye’de, ABD ile Afganistan ve Irak’ta çirkin ve canice senaryoları hayata geçirdiğini bir gün olsun konuştuğunuzu göremeyecek miyiz? Siz İran’ın hem itikadındaki sapıklıklara hem de siyasetindeki azgınlıklarına toz kondurmayın sonra da hiç kimseyi bağlamayacak problemler atın ortaya. Oh ne ala entelektüel gayret böyle!
İnsan merak etmeden duramıyor: En yüksek perdeden söz açıp “İslam dünyası kendisini mezhepçi tartışmaların içine hapsetti” buyururken İran’ın, Şia’nın payına buradan ne kadarlık bir gözyaşı, acı, kan, yokluk hissesi düştüğünü de açık yüreklilikle konuşmaktan sizi alıkoyan nedir? Kudüs Ordusu’nun, Devrim Muhafızları’nın, Hizbullah’ın Suriye ve Irak’ta generalleri, subayları, ağır silahlarla donatılmış savaşçıları ne arıyor, hiç mi merak etmediniz? Tapınırcasına muhafaza ve müdafaa ettikleri türbeleri mi, Esed ve Maliki rejimlerini mi, buralarda ABD ve Rusya’yla girdikleri işgal ve işbirliğini mi ayrıntı sayıyorsunuz, onu anlamak istiyoruz. Orta sahada top çevirmeyin açık ve net olarak bu hegemonyanın neresinde duruyorsunuz, onu deklare edin kamuoyuna.
Bir de Müftüoğlu’nun “Batı dünyası, İran’da gerçekleşen İslam devriminin, başka bir yerde daha gerçekleşmesini engellemek için yoğun bir çaba sarf ediyor” cümlesi var ki evlere şenlik. Batı kadar İran’ın da İslam coğrafyasında devrimler gerçekleşmemesi için sarf ettiği çabalara dikkat çekmek önce size düşerdi hâlbuki.
Afganistan’ın ABD ve müttefikler tarafından işgalinde İran’ın kolaylaştırıcı rolünü, ABD ve müttefikler tarafından Irak’ın işgali ve Şii fanatizminin muktedir kılınmasında İran’ın rolünü, Rusya destekli Baas/Esed cuntasının 230 binden fazla Müslümanı katlederek, yüz binlercesini işkence ve tehcire tabi tutarak bekasını teminde İran’ın oynadığı rolünü kim, ne zaman konuşacak acaba? Siz ne kadar görmezden gelmeye, gizlemeye, gelişmeleri ters yüz etmeye kalkışsanız da İslam’a ve Müslümanlara Batılılar, seküler-ulusçu despotik iktidarlar kadar İran’ın da Farslık ve Şiilik adına amansız bir savaş açmış olduğu gizlenebilir gibi değil.
Ama Allah var ki şu cümlelerinde geçen tavsiyenin gereğini sadece gençler değil en başta kendisi ve paralelinde hareket edenler yerine getirirse büyük bir hayra vesile olurlar: “Gençler bizim gibi olmamalıdır. Gençler düşünmelidirler. Gençlerin bütün dünyanın nabzını tutacak bir bilince sahip olması gerekir”.
Edebiyata, sanata, siyasete ilgili gençlere şu hususu da naçizane ben hatırlatmış olayım: Adalet duygusunu kaybetmiş, gerçekleri ters yüz etmeyi teamül edinmiş abilerin-ablaların peşinden sürüklenerek, romantik ve nostaljik retoriklerden öteye geçmeyen diskurlara kulak kesilerek alınacak yolun sonu sadece hüsrandır. Tarihin bir dönemine saplanıp kalmış efsunlu ve karizmatik otoritelerle hem zamanın hem de mekânın dışına savrulmak tehlikesini savuşturmak bu dönemin en önemli ve öncelikli işidir.