M. Cüneyt Kaya / İnsicam
Gazzâlî’nin ulemâ eleştirisi
Gazzâlî, İslam düşünce tarihi çalışmalarında daha ziyade filozoflara ve bâtınîlere yönelttiği eleştirilerle tanınsa da onun, içinde yer aldığı ulemâ zümresine yönelik ciddi özeleştirileri genellikle gözlerden kaçar. Bu eleştirilerin yoğun olarak görüldüğü metin, onun şaheseri olan İhyâu ulûmi’d-dîn’dir.Başkent Bağdat’ta Nizamiye Medresesi’nde dönemin en saygın ilmî konumuna sahipken Temmuz 1095’te başlayıp altı ay kadar süren bir bunalım yaşayan Gazzâlî, bu sürecin sonunda resmi görevlerinden ayrılarak Dımeşk’e gitmiş; Dımeşk-Kudüs-Halil-Hicaz-Dımeşk hattında geçirdiği iki yılın ardından tekrar döndüğü Bağdat’ta kısa bir süre kalarak doğduğu topraklara, Horasan’a gidip ömrünün geri kalan kısmını orada geçirmiştir. İhyâ, söz konusu iki yıllık inzivanın en önemli meyvesidir ve Gazzâlî, İhyâ’da dinî ilimlere dair yeni bir bakış ortaya koyarken, kimi zaman açıktan, kimi zaman örtük bir şekilde yerleşik ilim anlayışına ve ulemâ sınıfına yönelik oldukça sert eleştiriler yöneltmektedir. İhyâ’nın giriş cümleleri, Gazzâlî’nin muhatabının öncelikle ulemâ olduğunu (bir başka ifadeyle, bu kitapla ilgili yaygın kanaatin aksine, Gazzâlî’nin muhatabının halk olmadığını) gözler önüne sermektedir:
“Dilimden suskunluk düğümünü çözen ve sözün mesuliyetini ve konuşma gerdanlığını boynuma asan şey, senin, hakikatin apaçıklığı karşısında körlükte ısrar etmen ve bunun yanında bâtılın zaferi ve cehaletin güzel gösterilmesi konusundaki inatçılığın, insanların alışılagelmiş kabullerinden/yaşam tarzlarından biraz ayrılmayı tercih edip bu kabulleri/tarzları sıkı sıkıya takibi birazcık olsun bırakıp, nefsi tezkiye ve kalbi ıslah etmek suretiyle yüce Allah’a kul olma [derecesine] ulaşmayı arzu ederek, ömründen ziyadesiyle zayi ettiği kısmın –tamamen telafi edip onarmaktan ümit kestiği halde- [en azından] birazını telafi ederek, şeriat sahibinin, haklarında “Kıyamet günü en çok azap görecek kimse, Allah’ın ilminden faydalandırmadığı kimsedir” buyurduğu kimselerin [karşı karşıya olduğu] tehlikeden sakınarak ilmin gereğiyle amel etmeye yönelen kimseye karşı bozgunculuk yapmandır.
Ömrüme yemin olsun ki, inkârda ısrarcı olmanın tek sebebi, çoğunluğu kapsayan, hatta kitleleri kuşatan hastalıktır ki, bu, söz konusu meselenin zirvesini düşünmedeki eksiklik; durumun vahim, işin ciddi, âhiretin gelmekte olduğunu, dünyanın geride kaldığını, ecelin yakın, yolculuğun uzun, azığın eksik, tehlikenin büyük, yolun kapalı, Allah için olan dışındaki ilim ve amelin basiret sahibi eleştirmen katında reddedildiğini, çok sayıda felaketle birlikte âhiret yoluna rehbersiz ve dostsuz girmenin yorucu ve meşakkatli olduğunu bilmemektir.”
Otobiyografik mahiyetteki el-Munkız mine’d-dalâl ve’l-mufsıh bi’l-ahvâl’de Bağdat’tan ayrılmadan önce yaşadığı buhran karşısında nasıl tepkilerle karşılaştığını anlatan Gazzâlî, Iraklı âlimlerin, yaşadığı bunalıma ve bu bunalım sonucunda Bağdat Nizamiye’sindeki görevinden ayrılma yönünde verdiği karara bir türlü anlam veremediklerine işaret ederek, onların kıt ve “dünyevî” din ve ilim anlayışlarını eleştirmekte; bir anlamda İhyâ’nın girişinde “yerleşik ilmî düzenin mensupları” tarafından yadırganan kişinin kendisi olduğunu ima etmektedir.
Gazzâlî ulemâya dönük eleştirisini, teklif ettiği yeni bir “ilim” merkezinde kurgulamaktadır: Âhiret yolu ilmi (ilmu tarîki’l-âhira).Kelam ve felsefeden önemli unsurlar içerse de özü itibariyle tasavvuf ve fıkhın yeni bir bileşkesinden ibaret olan bu yeni ilmin âlimleri, Gazzâlî tarafından “âhiret âlimleri” olarak nitelenirken, onun karşısındaki âlimler “kötü âlimler” veya “dünya âlimleri” adıyla karşımıza çıkmaktadır. Ona göre bu iki âlim grubunu birbirinden ayırt eden en önemli husus, bilgiye yönelimlerinin arkasındaki saiktir. Âhiret âlimlerinden farklı olarak dünya âlimlerinin bilgiye yönelimleri, dünyevî amaçlardan, makam ve mevki arzusundan kaynaklanmaktadır. Bu nokta, Gazzâlî’nin, Bağdat’tan ayrılmadan önceki iç hesaplaşmasının da ana temasını oluşturmaktadır. el-Munkız’daki ifadelerinden, yaşadığı buhranın -çoğu zaman zannedildiğinin aksine- inançla ilgili olmadığı, inancıyla eylemleri arasındaki tutarsızlığın farkına varışının onu bu sorgulamaya götürdüğü anlaşılmaktadır:
“Sonra kendi durumumu düşündüm, gördüm ki dünyevî ilişkilere dalıp gitmişim ve bu ilişkiler beni çepeçevre sarmış. Bir de amellerimi düşündüm, en güzeli eğitim ve öğretim işi idi. Fakat bir de gördüm ki, âhiret yolunda yararı olmayan önemsiz ilimlerle uğraşmışım! Sonra öğretimle ilgili niyetim üzerinde düşündüm; baktım ki o da sırf yüce Allah’ın rızası için değil, aksine makam ve şöhret duygusundan kaynaklanıyor! Artık iyiden iyiye uçurumun kenarında bulunduğumu, eğer durumu düzeltme-ye çalışmazsam ateşe düşmek üzere olduğumu anladım.”
Gazzâlî’nin ömrünün sonlarında Selçuklu Sultanı Sencer’e gönderdiği bir mektupta, kendisinden üçüncü şahıs olarak bahsederek hayatına dair verdiği bilgiler, yaşadığı buhranı ve dünya âlimi karşısında “âhiret âlimi” tipolojisini geliştirirken dikkate aldığı hassasiyetleri gözler önüne sermektedir:
“O hayatının yirmi yılını Bağdat’ta ve İsfahan’da lütfuna mazhar olduğu şehit sultan [Melikşah] zamanında geçirmiştir. O, Sultan ile müminlerin emiri arasında önemli konularda çoğu zaman elçilik görevini üstlenmiş ve dinî ilimlerle alakalı yetmiş kadar kitap yazmıştır. Sonra dünyanın gerçek yüzünü görüp onu tamamıyla terk etmiştir. Kudüs ve Mekke’de biraz vakit geçirdikten sonra İbrahim Halîlullah’ın (s.a.s.) mezarı başında bir daha hiçbir sultanın huzuruna çıkmamak, bir daha hiçbir sultandan mal mülk almamak ve bir daha dinî konularda münazara etmeyip taassupta bulunmamak üzere yemin etmiştir. On iki yıl boyunca bu yeminine sadık kalmış ve müminlerin emiri ve bütün hükümdarlar da onu mazur görmüşlerdir.”
Bu iktibasta iki unsur ön plana çıkmaktadır: (i) siyasîlerle kurulan yakın ilişki ve bu ilişkinin sağladığı makam mevki, ekonomik güç ve nüfuz ile (ii) hakikate ulaşmayı değil, şahsının veya bağlı bulunduğu mezhebin konumunu korumayı hedefleyen, kör dövüşüne dönen bağnazca (sözde) ilmî tartışmalar. İhyâ boyunca, yer yer sûfîler ve vâizler de Gazzâlî’nin eleştirilerinden nasiplerini alsalar da onun tenkitlerinin esas muhatapları öncelikle fakihler ve onları takiben de kelamcılardır. O, bu eleştirilerini âhiret âlimlerinin on bir özelliğini sıralayarak okuyucularına sunmakta ve dünya âlimlerinin konumlarının bu kıyaslama yoluyla anlaşılabileceğini düşünmektedir. Buna göre âhiret âlimi,
- İlmini dünya peşinde koşmak için kullanmamalı.
- Yaptıkları, söylediklerinden farklı olmamamı.
- İlgisi, âhirette fayda veren ilmi tahsile yönelik olmalı.
- Yeme-içme, giyim-kuşam, ev-bark ve eşya konularında lükse düşkün olmamalı.
- Fıkhî konularda fetva vermeye hevesli olmamalı.
- En fazla önem verdiği konular bâtına dair bilgi, kalbin gözetim altında tutulması, âhiret yolu ve o yola girişin bilgisi olmalı.
- Bilgideki kesinliği takviye etmeye bilhassa özen göstermeli.
- Hüzünlü, kalbi kırık, başı öne eğik ve suskun olmalı.
- Araştırmasını daha ziyade amellere dair bilgiye, amelleri ifsat eden, kalpleri karıştıran, vesveseleri artırıp kötülüğü alevlendiren hususlara yoğunlaştırmalı.
- İnsanların çoğu onaylasa da dinde sonradan ortaya çıkan hususlara karşı çok çekingen davranmalı.
- Bilgilerinde sayfalara, kitaplara ya da başkasından duyduğu şeyleri kör körüne taklide değil, iç görüşüne, kalbinin saflığı sayesinde elde ettiği idrake itimat etmeli.
Gazzâlî, ömrünün sonlarında Nişabur’daki Nizamiye Medresesi’nde hoca olarak tekrar resmî eğitim hayatına dönüşünü gerekçelendirirken sıraladığı sebeplerden biri de dünya âlimlerinin halk üzerindeki kötü örnekliğidir:
“Buna karşılık biri diyordu ki: ‘Şeriatın emirlerini gözetmek gerekli olsaydı, bunu en iyi ulema yapardı. Hâlbuki falanca meşhur şahıs faziletliler arasında sayıldığı halde namaz kılmıyor, bir başkası şarap içiyor, öteki vakıf malı yiyor, diğeri hükümdarın pisliğiyle geçiniyor ve haramdan sakınmıyor, filanca da mahkemede rüşvet karşılığında yalancı şahitlik yapıyor!’”
O, bu kötü örneklik karşısında gerçek ilmin mahiyetine dikkat çekerek âhiret âliminin niteliklerini bir daha vurgulamaktadır:
“Gerçek âlim ancak hata sonucu günah işler ve günah işlemekte asla ısrar etmez. Çünkü hakikî ilim, günahın öldürücü bir zehir ve âhiretin dünyadan daha iyi olduğunu bildirendir. Bunu bilen kimse iyiyi ondan daha düşük olanla değiştirmez. Bu bilgi, insanların çoğunun meşgul olduğu ilim dallarıyla elde edilmez. Bu yüzden o ilim, ancak yüce Allah’a karşı günah işleme cesaretini artırır. Hakikî ilim, ona sahip olanda Allah’a karşı saygıya dayalı bir korku ve O’nun rahmetine ümit bağlama duygusunu artırır. Onunla günah arasına, sadece insanın boş bulunarak işlediği kaçınılmaz hatalar girer. Bu da imanın zayıf olduğunu göstermez. Mümin günaha düşse de derhal tevbe eder; o, ısrardan ve günahla meşgul olmaktan uzaktır.”