Faruk Beşer, Yeni Şafak’taki köşe yazısında yaptığı ilim ile cahil kalan ve bu ilim ile insanlar arasında fitne haline gelen bilenleri yorumlamış:
Bir önceki yazımızı okumuş olanlar burada ne demek istediğimizi daha iyi anlayacaklar.
Sözünü ettiğimiz o sivil ders halkalarından başka bir de kaş yapayım derken göz çıkaran, güzel bir iş yaptığını sanırken düşünceleri ifsat eden, müminlerin aralarına düşmanlık tohumları eken ders halkaları var. Geçen hafta bendenizi böyle bir meclise çağırdılar. Gel gör, bak neler yapıyoruz, ilim nasıl olurmuş edasıyla çağrıldığımı hissettim ama yine de istifade edebilir miyiz diye gittim. Orta seviyenin üstünde otuz kırk kadar dinleyici ve onlara bu işi biz biliriz, diğerleri hep yanlış yapıyor edasıyla Kuranıkerim’den bazı kavramları, kendi hayal ölçüleriyle anlatan bir hoca efendi. Kendince bir kurgusu var. Usul ve erkân hissedilmiyor. Dinleyenlerin bir kısmı da belki bunu fark etmedikleri için cerbezeye kapılıp dinliyorlar. Birisi de fakire, bu işte bir terslik var ama nedir anlayamıyoruz diye dert yandı. Dinleyenler de belki sırf bir şeyler yapmış olmak ve boş durmamak için oradalar.
Hocayı dinleyince diğer benzer oluşumlarla ayniliğini fark ettim. Çünkü alet ilimleri ve özellikle de usul okumadan böyle tek yönlü dersle verenlerin bir süre sonra, bu işi sadece biz biliriz, bizden öncekiler de anlamamışlar edasıyla bağımsızlık ilan edip yeni fırkalar, yeni İslam anlayışları ortaya koyduklarına şahit oluyoruz.
Tabii ki, acaba bunca emek boşa mı gidiyor diye üzüldüm. Çünkü bu insanların samimi olmadıklarını söyleyecek bir delilimiz yok. Problem, yanlışı fark ettirecek bir iletişimin bulunmamasında, usulsüz hareket etmede ve gömleğin ilk düğmesini ters ilikledikten sonra kalanları artık doğru iliklemenin imkânının kalmamasında.
Bu yöneliş, sahasının tek örneği olmadığı için eleştirilip değerlendirilmesinde fayda var. Ta ki, ümmetin üç beş bilen insanının enerjisi heba olmasın. Bendeniz aklıma gelenleri söyleyeyim:
Kuranıkerim Arapça'dır ve biz ona bu dilin ihtimal vermediği anlamları yükleyemeyiz. Tefsir ve tevil, yani anlam ve yorum farklı şeylerdir. Kuranıkerim’in tefsiri, yani sözel anlamı, onun ilk muhatapları ve onları izleyen selef-i salihinin ondan anladıklarıdır. Çünkü mesele bu düzeyde bir dil meselesidir ve bizim onlara kendi dillerini anlatmaya kalkışmamız abes olur. Kuranıkerim kendisi de onların diliyle geldiğini söylüyor. İşte bu çerçevede tefsir/anlam kesindir. Tevil/yorum ise, dil ihtimalatı içinde kalmak, zahirle çelişmemek ve ona kesinlik atfetmemek şartıyla sonsuz olabilir. Sadece modern bir Arapça sözlüğe bakarak Kuranıkerim’in manası anlaşılamaz. Daha ilk müfessir diyebileceğimiz Mukatil bin Süleyman (v.150 H) el-Vücûh ve’n-nezâir diye bir kitap yazmış ve bazı kavramların Kuranıkerim’de yirmiden fazla anlamda kullanıldığını tespit etmiş.
Böyle oluşumları sivri ve dışlayıcı kılan, öncülerini bazen ucup illetine bulaştıran hususlar alet ilimlerini okuyup okutmamaları, usul ve erkân üzerinde durmamaları, kendi görüşünü beğenmeleri ve başkalarıyla müzakere ihtiyacı hissetmemeleri olsa gerektir. Dinleyenlerin de meseleye genellikle hâkim olmamaları, tek doğrunun bu zevatın söyledikleri olduğunu sanmalarını sonuç veriyor, diğerlerine de veryansın ediyorlar.
İlim kadar insanı ucba düşüren, ‘ben’ dedirten, sonunda da ilahlaştıran başka bir güç yoktur. Tabii buradaki ilimden, henüz bilmediklerinin bildiklerinden çok olduğunu anlayacak seviyeye ulaşmayan ilmi kastediyoruz. İlmin böyle bir afeti vardır, Razî’nin dediği gibi, insan her şeye sahip olmak ister ama bunu bilgi dışında bir yolla başaramayınca bilgiye sarılır. Çünkü bilgi, bileni kendisine meftun olanlara hâkim pozisyona getirir, ona bildiği her şeye sahip olduğu duygusunu verir.
Böyle ders halkalarını cazip kılan bir husus da, sadece Kuranıkerim üzerinden hareket ediliyor olmasıdır. Oysa başlı başına bu bile Kuranıkerim’e aykırıdır. Çünkü daha önce de söylediğimiz gibi, bizatihi Kuranıkerim bize önce kendisini anlamamızı, Sünnete uyup Resulüllah’ı örnek almamızı, ulü’l-emre, yani meşru idari şuraya, o yoksa ulemaya itaat etmemizi, ehli zikre yani ilimde derinleşmiş, bilen ve bildiğiyle amel eden âlimlere, Kuranıkerim’in derin anlamlarını çıkarabilen, yani istinbat gücüne sahip müçtehitlere sormamızı, ayrıca müminlerin umumunun yolundan, yani sevad-ı azamdan ayrılmamamızı emreder. Evet, bunların hepsi bizzat Kuranıkerim’in emridir.
Resulüllah’ın dışında hiçbir insan tek başına İslam’ı bütün yönleriyle kuşatamaz. Kiminin bilgisi, kiminin zikri ve ibadeti, kiminin tefekkürü, kiminin eylemi ağır basar. Bunların hepsi birbirine muhtaçtır ve İslam’ı beraber anlamak, birbirlerine sormak durumundadırlar. Kuranıkerim’de meseleyi anlayan ve kendilerine sorulması istenen âlimlerin farklı kavramlarla ve hep çoğul olarak zikredilmiş olması anlamsız ve tesadüf olabilir mi? Alimûn, rasihûn, ulü’l-elbâb, müstenbitûn, ehl-i zikir, mütevessimûn gibi. Bunların yanında muhsinûn, müttekûn ve abidûn olanlar da var.
Başımıza gelenler hep bu tek/yegâne bilinen âlimler sebebiyle değil midir?