Teknolojinin gelişmesi ve özellikle internetin yaygınlaşmasıyla beraber çocuklarımızdan yetişkinlere kadar toplumun her kesimini kıskacı altına alan sosyal medyanın olumlulukları yanında insanı kaygılandıran birçok olumsuz yönü de önümüze dökülmeye başladı. Bu nedenle de sosyal medyayı hayata açılan iki pencereye benzetebiliriz. Pencerenin biri toplumun gelişimine hatta ıslahına katkı sağlayabilir; diğeri de toplumun ifsad edebilir, vahye ve fıtrata aykırı tutum ve davranışlar içine sürükleyebilir. Bu açıdan baktığımız zaman sosyal medya hakkına mutlaka doğru veya mutlaka yanlış türü toptancı değerlendirmeler yapmak sağlıklı bir sonuç doğurmayacaktır. Sonucu belirleyecek olan bizim bu alanı hangi amaçla, nasıl ve ne doğrultuda kullandığımızdır.
Artık modern bir dünyada yaşıyoruz. Birçoğumuz için zararı faydasından çok mantığı ile modern hayatın getirisi olan teknolojiden kaçarak yaşamak da artık imkânsız gibi. Bu nedenle de sosyal medyadan, teknoloji aygıtlarından kaçmak yerine “Bu aygıtları daha dengeli, daha doğru ve daha aktif nasıl kullanabiliriz?” sorusunun cevabını aramak gerekmektedir.
Ancak toplumsal verilere baktığımız zaman sosyal medyayı kullanma noktasında çokta sağlıklı bir toplum olmadığımız gerçekliğiyle karşılaşmaktayız. Uluslarası Hak İhlalleri İzleme Merkezi’nin hazırladığı rapora göre, insanlar zamanlarının çoğunu sanal hayatta geçiriyor. Özellikle Facebook ve Twitter gibi paylaşım ağları insanların kontrol duygularını azaltıyor. Ahlaki değerlerin kolayca zedelendiği bu ortamlarda insanların gerçek kimlikleri adeta yok sayılıyor. Artık herkes başka kimlikler altında yazmakta, konuşmakta ve birbirleriyle sanal iletişim ağı içine girmektedir. Sanal kimlik üzerinden gerçeklik yok edilmekte ve mahrem konular çok rahat bir şekilde sanal dünyada sergilenmektedir.
Birçok psikolog ve sosyologa göre sanal ortamda insanlar çok aktif ve sosyal gibi görünse de aslında bu ortamlar insanı asosyalleştirmekte, bünyelerde psikolojik arızalar oluşturmaktadır. Özellikle de bu alanda bir yorum, bir fotoğraf veya bir videoyu insanların beğenisine sunarak düşüncelerin veya görsel paylaşımların onayı ya da beğenisi beklenmektedir. Bu durum hep onaylanmayı ve benmerkezci olmayı pekiştirir. Ayrıca sanal ortamda kişinin“sanal arkadaşlar”ının fazlalığı ve bu ortamda sıkça görünmek ile toplumda varlığını kanıtlamak, toplumda görünür olmak tutkusu aslında bir özgüven eksikliğinin de göstergesidir.
Özellikle son günlerde internet ortamında fazlaca artan özel hayatlarla ilgili “bu gün nerede ne yediğimizden”, “ne giyindiğimizden” ve“nerede gezdiğimize” varana kadar paylaşımlar insanın mahremiyet duygularını yok etmekle beraber özel olanı da kamusallaştırmaktadır. Yani ne yazık ki toplumsal olarak her şeyi çabuk kirletiyor ve çabuk tüketiyoruz.
Cep telefonları da böyle olmadı mı? Cep telefonları ilk çıktığında elde edilmesi zor bir araçken şimdi neredeyse okul öncesi çağındaki çocuğun eline oyuncak oldu. Oysa dünyanın ilk cep telefonu olan Motorola Dynatac 8000X’in, 4 bin dolardan satılmasının üzerinden 22 yıl geçti. Ve ülkemizde cep telefonu tüketimi baş döndürücü bir hızla ilerledi. Artık saate cep telefonundan bakıyor, müziğimizi cep telefonundan dinliyor, fotoğraf ve video çekimlerimizi telefondan yapıyor ve internete cepten bağlanıyoruz. Kimi ülkelerde cep telefonları kredi kartı olarak kullanılırken, kimi ülkelerde ise toplu ulaşım araçlarında bilet olarak kullanılır hale geldi. Güncel hayatımızın bu kadar içine giren bu aygıtı nasıl ve hangi ölçülülükle kullanacağımıza dair hala “ortak içtihadlar”a dayanan bir ilmihalimiz oluşabilmiş değil.
Sanal ortamın kuşatmasına maruz kalan önemli bir kesimi de çocuklarımız oluşturmaktadır. Sanal dünya çocukların sosyal ve tedrici gelişimlerini bozuyor olmasına rağmen, çocuklar artık 2-2,5 yaşlarındayken bilgisayarın başına geçebiliyor, kolaylıkla bilgisayarı açıp-kapatıyor ve bilgisayarda oyun oynayabiliyorlar. Çocuklar günde ortalama en az 2 saatlerini internet başında geçiriyor. Geri kalan zaman diliminde ortalama 3 saat televizyon izliyor ve ayrıca 2 saat kadar da oyun konsillerinde zamanlarını tüketiyorlar. Oysa çocukların gelişiminde asıl belirleyici olan ve zihinlerini besleyen yegâne şeyin kitaplar olduğunu unutmamak lazım. Çocuklarımızın bedenine gösterdiğimiz ilgiyi zihinlerine de göstermemiz gerekmektedir. Bunun en önemli ayağını da ebeveynler oluşturmaktadır. Çünkü çocuklar ve gençler anne-babalarını model alırlar. Onları kitap okurken, gazete ve dergi okurken görmeleri çocukların da kitapla tanışmaları açısından önemli bir basamak sayılır. Ama ne yazık ki çoğu ebeveyn zamanlarının büyük bir kısmını amaçsız bir şekilde internet veya televizyon başında geçirmektedir.
Ancak bütün bunlara rağmen teknoloji hayatımızın bir gerçeği olmuş durumda. Ve önümüzdeki yıllarda teknoloji alanında çok daha büyük yeniliklerin olacağı bir gerçek. Bu nedenle de ne çocuklarımız, ne gençlerimiz ve ne de biz yetişkinlerin teknolojiden kopması, ondan uzak durması neredeyse mümkün değil. Elektriğe kızıp mum ışığında oturmak tabii ki tercih edeceğimiz bir güzellik değil.
Ayrıca teknolojinin bütün bu olumsuzluklarıyla beraber, eğer doğru kullanmayı bilirsek hayatımızı kolaylaştıran olumlu birçok yönü de var. Bilgiyi elde etmek (iradi anlamda süzgeçten geçirmek kaydıyla), gelişen toplumsal olaylardan anında haberdar olmak, günlük gazete okumak, eğlenerek öğrenmek, hayal dünyasının gelişmesine katkı sağlamak, yaşamı kolaylaştırmak, uzakta bulunan aile, akraba ve arkadaşlarımızla iletişim sağlamak gibi…
Bu nedenle gelin sosyal medyayı hayatımızı kolaylaştıran yönleriyle değerlendirip, ifrat ve tefrit boyutundan uzak durarak kullanalım. Bu aygıtı, insanları ifsada sürükleyen her türlü söz, görüntü ve davranıştan sakınarak bilgiyi süzgeçten geçirip Müslümanlar açısından bir tebliğ ağına dönüştürelim. Ama kimliğimizi gizlemeden. Kuru laflarla internet mücahitliğine soyunmadan. Birbirimizin hakkında ileri geri konuşmadan. Yüzyüze söyleyemeyeceğimiz lafları yorum diye dedikodu çesmesinin yalağına dökmeden. Sınırlarımızı, ölçümüzü, ilkemizi ve takvamızı kaybetmeden. Mahrem alanımızı gözler önüne sermeden ve birbirimizin mahremiyetine halel getirmeden.
Zaten bu tutum bütün hayatımız için geçerli değil midir? Ve bu tutum Müslüman olmamızın bir gereği değil midir?