İ’lâ-yı kelimetullaha düşmanlık edecek kadar alçalabilmek...

Yasin Aktay, kelime-i tevhide düşmanlık etmekte sınır tanımayan bir kuşağın nasıl yetiştiğini sorguluyor.

Yasin Aktay /Yeni Şafak

İ’lâ-yı kelimetullah bu toprakların vatan olma sebebi

Galata’da tarihe geçecek muhteşem görüntüsüyle gerçekleşen Gazze mitinginden hızla bir hilafet tartışmasının çıkarılmaya çalışılması öncelikle Galata’dan verilen mesajın ne kadar etkili ve isabetli olduğunu anlamak mümkün.

O mitinge katılanlardan birinin elinde tuttuğu ve üzerinde Müslüman olmanın olmazsa olmaz şartı olan Kelime-i Tevhid yazılı olan bayrağı görünce kırmızı görmüş boğa gibi saldırarak yumruklaması ve bunun üzerinden bir hilafet tartışmasının başlaması ise Gazze’nin tarihimiz, kişiliğimiz, kültür ve kimliğimize dair nasıl bir pandora kutusunu açmış olduğunu işaret ediyor. O saldırıyı gerçekleştiren gencin bunu ne kadar bilerek ve planlayarak veya başkasının planının bir parçası olarak bunu yapmış olabileceği ihtimalini geçiyorum. Çok spontane gelişmiş de olabilir ama o genci bu harekete sevk eden cahiliye ortamı ve tabii daha önemlisi bu hareket üzerinden hemen organize olan kötülük doğrudan Galata’daki inisiyatife karşı bir suikaste dönüştü.

Türkiye’yi vatan kılan varlık sebebidir i’lâ-yı kelimetullah. Bu sebep olmasa ne Türkler bu topraklarda tutunabilirdi ne bildiğimiz kurtuluş savaşı verilebilirdi. Bu toprakları vatan yapan sebep bizatihi o yeşil bez parçasının üzerinde yazan kelimedir. Bir insanın İslam’a giriş parolası, bir insanın Müslüman olmasının ilk şartı onu bilmek, kabul etmek ve o yükseltmeye çalışmak. Elbette bizimle Gazze’dekiler arasındaki bağ da o kelimede yatar, dünyanın başka herhangi bir yerinde kula kulluğu reddedip sadece Allah’a kul olmayı kabul eden herkesle aramızdaki bağ bu temel misakta yatar. Misak-ı millîmizin dahi esasıdır kelime-i tevhid.

Türkiye’nin eğitim sisteminden geçen birinin bu kelimeyi tanımamasının mümkün olması ayrı bir vahamet, tanıyor da saldırıyorsa bambaşka bir tehlikedir, ciddi bir milli güvenlik sorunudur. Elbette son zamanlarda iyice kışkırtılan Arap düşmanlığı, Arapça düşmanlığına da dönüşüyor ve bu tahrik işini üstlenen provokatörlerin en çok güvendikleri şey tahrik ettikleri, galeyana getirdikleri kitlelerin cehaletidir.

Oysa ne kadar cahil de olsa hiçbir Müslüman evladının kelime-i tevhide bilerek saygısızlık yapabileceğini düşünemeyiz. Ama karşı karşıya olduğumuz provokasyon, cehalete hipnoz teknikleriyle, bir mankurtlaştırma boyutunda götürmüş durumda. Tahrik edilenler hiçbir şeyi düşünmemeli, akıllarına hiçbir şüphe getirmemeleri, kardeşlerini, babalarını, analarını görseler tanımayacak hale gelmeleri gerekiyor. Yoksa kelime-i tevhidi tanımamak da ne demek? O senin Müslüman olma şartın. O senin özgürleşme teminatın. O seni mankurtlaştırıp kendine kul etmeye çalışanlardan kurtulma şansın.

Aslında Aksa Tufanı’nın bütün alanlarda yapmış olduğu etkiler arasında herkesin yaşadığımız dünyanın düzeniyle, gizli ve açık iktidarlarıyla, tarihimizle, kimliğimizle bir yüzleşme fırsatı açmış olmasıdır. Kelime-i tevhid ile olan ilişkimizi bu vesileyle hatırlatıyor belki Gazze, ama yüzde 99’ü Müslüman olan bir toplumda yetişmiş, üstelik iyi bir üniversitede okuyacak kadar eğitimli bir gencin kelime-i tevhide olan cehaletini de açığa çıkarıyor. Kelime-i Tevhid’in ilk elde hilafeti çağrıştırıyor olması ayrı bir skandal ama bu vesileyle de olsa hatırlanan Hilafete karşı duyulan öfkenin altındaki psikoloji de ayrıca irdelenmeye muhtaç.

Aksa Tufanı vesilesiyle aslında bu toplum birçok şeyle yüzleşmek zorunda kalıyor, kalacaktır. Bir toplum psikiyatrisine şiddetle ihtiyacımız vardır. Bizi çocukluğumuza indirecek, orada neyi nerede kaybettiğimizin muhasebesini yaptıracak, neler yaşadığımızı ve yaşadıklarımızın bizim kişiliğimiz bilincimiz üzerinde nasıl etkiler bıraktığını ölçecek bir psikiyatri.

Gazze’ye, Filistin’e ilgi duyanlar ve sahiplenenler var elbet, ama birilerinin bu öfkesi, bu öğrenilmiş yabancılığı, bu tercih edilmiş uzaklığı nedendir? Sahi 1917’de neler oldu? Gazze nasıl düştü? Tam 400 yıldır Osmanlı idaresindeki Kudüs nasıl haçlıların eline geçti? Filistin’den, Şam’dan, Halep’ten nasıl ve neden çekildik? Ardından verdiğimiz Kurtuluş savaşında dünyanın her yanından, bilhassa Hindistan’dan uğruna yardımlar yağdıran Hilafet elimizde bu kadar devasa bir güçken, bir imkân iken, bir iktidar iken hatta geniş anlamda bir vatan iken ondan nasıl vazgeçtik? Bir vatandan, bir güçten, bir imkândan, bir küresel siyasi nüfuzdan, tanınan meşru liderlikten feragat etmeye bizi zorlayan bir şey olmalı, değil mi? Yoksa bir karış vatan toprağı için canını feda etmeye hazır bir millet onca vatan toprağından nasıl bile isteye ve hatta sevinerek feragat etmiş olabilir?

Star Gazetesinden Resul Tosun bu vesileyle hatırlatmış aslında. “Hilafet kaldırılırken gerekçeyi açıklayan dönemin Adalet Bakanı Seyyid Bey özetle, «İstanbul›daki halife şeriatı tam olarak uygulamaktan aciz olduğu için şeriat hükümlerini uygulama görevini meclise veriyoruz» demiştir. Nitekim cumhuriyetin fabrika ayarlarını belirleyen 1924 anayasasının meclisin görevlerini sayan 26. Maddesinin ilk fıkrası, ‘Ahkam-ı şer›iyyeyi tenfiz’ şeklinde düzenlenmiştir.” Yani hilafet ilga edilmemiş, TBMM’nin manevi şahsiyetine devredilmiştir. Ancak sonraları bu devir de özellikle görmezden gelinerek Türkiye fiilen hilafet misyonundan tamamen feragat etmiştir ki zaten dünyadaki algı da bu olmuş, böylece Türkiye İslam dünyasının liderliğinden adeta istifa etmiştir. Kendi isteğiyle mi etmiş, istifaya mı zorlanmış?

Elhak, arkadaşımız Mehmet Metiner’in dediği gibi hilafet büyük ölçüde siyasi bir kurumdur ve İslam’da siyasi otoritenin tarihsel olarak çok farklı şekilleri olabilir ve hiçbirine dinsel bir zorunluluk atfedilmez. Ama hem dini olan ile siyasi olanın birbiriyle kesiştiği hatta ayrışamadığı durumları göz ardı etmemeli, hem de bu bağlamda bahsettiğimiz şey zaten tamamen Türkiye’nin siyasi gücünün tarihi. Bu noktada uhdemizde bulunan bir siyasi liderlikten neden istifa edilmiş olduğunun ve bu istifanın neden bir zafer gibi, bir devrim gibi kabul edildiği sorusu. Belli ki mecbur bırakılıp istifa etmişiz, I. Dünya harbinden mağlubiyetle çıkmış bir ülke olarak o makamda kalamazdık. Bu durumda bunu sürekli bir zafer, bir kazanım olarak sunmak hiç de normal bir davranış sayılamaz. Bu anormal davranış, olay dolayısıyla yaşamış olduğumuz travmaların bir etkisi olarak bir şeylerin yansıması olarak görülebilir belki, ama hiçbir zaman konuşmadan, yüzleşmeden geçiştirdiğimiz ağır kompleksler barındırdığı çok açık.

Bugünün gençleri Tarih boyunca Türklere bütün dünya Müslümanlarının liderlik rolünü bahşetmiş olan bir siyasi kurumu nasıl ve neden bir nefret nesnesi olarak algılayabiliyorlar? Bu nasıl bir talim bu nasıl bir şuurdur?

Yorum Analiz Haberleri

Siyonistlerden dost olmaz, ne Kürtlere ne de bir başkasına
“AB İsrail’i daha ne kadar koruyacak?”
“BM Siyonizm'i ırkçılık saysın”
Gazze katliamında ABD'nin rolü
Endonezya’da “Değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen” madde: Filistin davası