Büyüme ideolojisi ülkeler, bölgeler ve sınıflar arasında derin eşitsizliklere yol açmakta; ekolojik dengeyi derinden sarsmakta, çevreyi yaşanamaz hale getirmekte ve her geçen gün daha büyük sosyal çalkantılara, iç savaşlara, çatışmalara ve yoksullaşmaya sebep olmaktadır.
Daha çok üretim ve büyüme nitelikli refah göstermiyor; gelir grupları arasındaki mesafeyi daha çok açıyor, asla karşılanması ve tatmin edilmesi mümkün olmayan arzuları "ihtiyaç" haline getirip doyumsuzluğu ve daha çok talebi doğuruyor. Bu, insanla beraber canlı hayatın da intiharıdır.
Bugün dünya nüfusunun yüzde 17'si dünya nüfusunun yüzde 80'ini kontrol etmektedir. Bunun da kısmi azamisini nüfusun yüzde 2'lik küçücük zümresi teşkil etmektedir. Yakın gelecekte, dünya nüfusunda her 10 insandan sadece biri refah içinde yaşayabilecektir. Burada bizim cevabını aramamız gereken üç soru vardır.
1) Tür olarak adeta narkoz almış gibi bilincimizi uyuşturduğumuz bu "maddi-ekonomik büyüme"yi nasıl kontrol edebiliriz? Bu soru beşeriyetin ve en başta dünyayı dinin evreni içinden algılayan din müntesiplerinin sorusudur. Doğru ve tatminkâr cevap verebilecek olan Müslümanlar iken, yazık ki onlar da, "Nasıl daha çok büyüyebiliriz?" diye soruyorlar; temel kaynaklarını (Kur'an'ı, Sünnet'i) ve geleneklerini bu soruya cevap aramak üzere okuyorlar. Söz konusu yanlış okumaya bağlı olarak siyasi ideolojilerini "daha çok kalkınma ve büyüme" üzerine oturtuyorlar. Artık Müslümanlar 200 senedir yanlış bir soruyu sormaktan vazgeçmeli; "İslam bilime, ilerlemeye, kalkınmaya, modernliğe, büyümeye karşı değildir" repliklerini sorgulama cesaretini göstermelidirler.
2) İnsanlık olarak nasıl bir arada yaşayabiliriz? Bir arada yaşamanın önşartı, "öteki"nin öteki kabul edilmesi, ama şeytanın yerine ikame edilip "ötekileştirilmemesi"nden geçer. Bu tamamen bizim algılarımızın yaratılış, Adem'in önünde secde etmeyen Şeytan ve insanın Allah ile Şeytan arasındaki temel tercihlerinin bilincinde olmasıyla ilgili kelami bir meseledir. Aydınlanmanın artık bu soruya verebilecek cevabı yoktur. Gözümüzü dinin sahih kaynaklarına çevirmeliyiz. Sosyal, ekonomik ve politik olarak bir arada yaşamak için adaletin tesisi zaruridir. Pekiyi, adaletin hakiki formlarını nerede bulacağız? Özgürlük, ahlak ve insanın yaratılış hikmeti nedir? Bunların cevabını bulmadıkça nasıl bir arada yaşayacağız, sorusunun cevabını da bulamayız.
3) Nefsimizi nasıl kontrol edebiliriz? Bu hepsinden önemli sorudur. Liberal kapitalizm, nefsin isteklerini, heva ve hevesi kışkırtan, doyumsuz arzuları ayakta ve diri tutan bir sistemdir ki bunun dinamiği de zaafı da aynı noktada toplanmaktadır: "Büyüme" ideolojisi. Sistem büyüdükçe güçleniyor, büyüme durdukça zaafa uğruyor. Büyümeyi sağlayan gerçek dinamizm de nefsin tutku ve arzularıdır. Eğer nefsi kontrol edebilmenin yollarını bulabilirsek, "büyüme ideolojisi"nin sari hastalığına bir tedavi bulabiliriz.
Yeryüzü ölçeğinde içine girdiğimiz bu kriz, insanın içinde bulunduğu derin bir çatışmanın su yüzüne vurmuş şeklidir. Hakikatte insan kendisi ile, öteki ile, tabiatla ve Allah'la çatışma halindedir. Bizi bu krizin içinden çıkaracak olan bir keşf-i kadim olan yeni bir barış (silm) projesidir.
Kapitalizmi restore ederek bu krizin içinden çıkmaya çalışmak beyhude bir çabadır. Sosyalizme geri dönerek ya da sosyalizmden ödünçler alarak da bu krizin içinden çıkamayız. İslamiyet'i, liberalizmle veya sol ideolojilerle uzlaştırarak da bu kriz aşılamaz.
"Kriz"i "fırsat" bilip yeni kavramsal çerçeveler düşünebiliriz. Hz. Yusuf, yedi yıllık bolluktan sonra, yedi yıllık kıtlık dönemini "iktisadi hikmet"le karşıladı. "İnsan bozulursa kâinat da bozulur; insan ıslah olursa kâinat da ıslah olur." Dünyanın genel gidişini, beşeriyetin trajedisini ve canlı tabiatın geleceğini hikmetten yoksun, durmaksızın proje üretip devletleri ve siyasi iktidarları daha çok sermaye istifi, daha çok üretim ve daha çok tüketim yönünde doktrine eden uzmanların elinden kurtarmak lazım.
ZAMAN