Giriş
Kur’an, insanlığın hayatına yön vermek için gönderilmiştir. Vahyin belirleyiciliğinin yerini alan dönemsel cahilî anlayışlar, karaları ve denizleri fesadın kaplamasının sebebidir. Günümüz modern cahiliyesi adeta dönemsel bozulmaların bütün izlerini taşımaktadır.
Modernizmin kıble edindiği akıl (us), ‘akletmenin’ zorunlu unsuru olmaktan çıkartılmış adeta akide haline getirilmiştir. Sekülarizm, vahyin telkin ettiği inancın yerini tamamen dehri bir anlayışa terk etmiştir. Modernizmle hayatın toplamına şamil bir müdahale hedeflenmiştir. Modern aklın ev sahibi Batı, seküler ilkeleri sorgulanamaz iman rükünleri gibi kabul ettirmeye çalışmaktadır. Bu müdahale, kastıyla çelişik olarak dinin sınırlarına dair belirlemelere varıncaya dek genişledi. Neticede hayatın tümüne dönük kuşatma, iktisadî alanı dışarıda bırakamazdı ve öyle de oldu. Ve hülasa Modernizm, seküler talepleriyle insanı yeniden tanımlamaya ve yaşamını yeniden dizayn etmeye koyuldu.
Kur’an’da İslâm’ın dışında da dinlerin olduğuna dikkat çekilmekte ve İslâm’ın dışındaki dinlerin mevcudiyeti prensip olarak kabul edilmektedir. Ancak Allah (c.c.)’nün seçip beğendiği dinin “İslâm” olduğu belirtilmektedir.
Kur’an’da din terimine yüklenen genel anlamların yanında bir de özel anlam vardır. Buna göre, insanın bütün yaşamında takip ettiği asıl yol, hayat tarzı, benimseyip takip etmesi için konulan esaslar Allah tarafından belirlenmiştir. Bu yolun adı İslâm’dır.2 İslâm dini, akıl sahiplerini kendi iradeleri ile Resûlullah (s.a.v.)’in getirdiklerini kabule çağıran, insan yaşamını topyekûn düzene koymayı amaçlayan ilâhi kanundur.3
Kur’an’ın din terimine yüklediği anlamları dikkatten uzak tutmadan düşündüğümüzde, kişinin, yolunu izlediği toplum, peşi sıra gittiği düşünce, fikir ve yasa; hülasa her bir yaşam tarzı aslında şahsın dinidir. Yaşam tarzı, insanın yaratılış tefekkürünü, vazifesini, siyasî, hukukî, ahlakî anlayışını olduğu gibi içtimaî ve iktisadî anlayış ve faaliyetlerin tümünü içerir.
Kur’an, insan hayatının bütün safhalarıyla ilgilenir ve tümüne ışık tutar. İktisadî meselelerin insan hayatının hemen her safhasında söz konusu olduğu düşünülürse, Kur’an vahyinin iktisadî meselelerle de ilgilenip belirleyici hükümler va’z ettiği görülür. Bu, ed-din olarak İslâm’ın yaşam tarzı olduğu tanımıyla da örtüşen bir durumdur. Enfûs (iç/nefs) ve afâk (dışa dair), maddî-mânevî bütün zaman ve zemin, eylemsel her bir iş-oluş denilebilecek konular, yaşam tarzının içinde yer alır. Kur’an da yaşamın tümünü öngörerek muhatabını terbiye eder.
İktisat Üzerine…
İktisat, maişette ve işte istikamet üzere olmak, itidal ile hareket etmek, orta yolu tutmak, aşırılığa kaçmamak, dengeli harcamada bulunmak, adil olmak, adaleti sağlamaktır.4 Aynı zamanda iktisat, pozitif düşünme, bunu mümkün kılacak bilinç inşa etme imkânıdır. Yine iktisat, fazla veya noksan sarfiyattan kaçınma, ömrünü ve vaktini itidal üzere devam ettirme olgusudur. Farklı bir tanımlama ile iktisat, yolun doğruluğudur. İfrat ve tefritten uzak oluş, israf ile cimrilik arasında cömertliktir. Saldırganlık ile korkaklık arasında şecaâttır ki, bunlar da övülmüştür.
İktisat (ekonomi), toplumun tutumluluğu için sınırlı olan kaynakların sınırsız ihtiyaç ve taleplerle dengelenmesine karşılık gelen ilmi çabadır. İktisat, vahyin kendisine her aşamada dokunduğu meselelerle yakından alakadar olur. İnsanlık tarihi boyunca ehemmiyeti tartışılmaz olan iktisat, bireyin ve toplumun hayatında ertelenemez bir önem taşır. Günümüze gelince iktisat, önemli yaşam alanlarında etkin yerini korumaktadır.
Bugün, “insan ilişkilerinin doğal zemininden koparılması; her türlü meta ve ilişkinin yalnız kapitalist geçerlilik açısından değerlendirilmesi; iktisadî faaliyetlerin insan ve toplum hayatının daha adaletli ve hak üzerine olmasına hizmet etmektense hayatı kendisine referanslayabilecek ve aşkından koparabilecek modern bir ‘idea’ haline gelmesi; toplumların dünya üzerindeki varlıklarını devam ettirebilmelerinin tek çıkar yolunun iktisadi başarı olduğunun sermaye sahipleri ve destekçilerince empoze edilmesi; toplumun zemini olan bireyin hedeflerinin tamamen maddi kazanç açısından değerlendiriliyor oluşu; dini, hayatlarının merkezine koyduklarını iddia eden “dindar”ların bile hayatlarında dini kurallarla maddi çıkarlarının çatıştığı durumlarda rahatlıkla bir “ara yol” bulmaya çalışmaları iktisat meselesini ele almayı elzem hale getirmiş bulunmaktadır.”5
İktisâdiyat’a dair bilinen iktisat teorileri şu ana kadar insanlığın sorunlarına kalıcı çözümler getirememiştir. Bu teorilerin, insanî zafiyetle maluliyeti, zaman ve mekânla mukayyet sorunlara dönük oluşları hüsran akıbetlerini kaçınılmaz kılmıştır. Nitekim tarihin çöplüğü, bu ideolojilerin çözümsüzlüğünün delilidir.
Günümüzde iktisat/ekonomi denilince akla ilk gelen Kapitalist ekonomi anlayışı, Komünizm’in ekonomi anlayışı, liberal, neoliberal v.s. ekonomi anlayışlarıdır. Oysa ilk insanla birlikte başlayan ‘iktisadî hayat’, vahyin yönlendirme ve müdahalesine konu olmuştur. Kendisini mutlak addeden ve bir dönem sonra tarihin çöplüğüne terk edilen beşerî üretmelerin aksine vahyi prensipler, insanlık için kurtuluş reçetesi olarak yerini muhafaza etmektedir. Günümüz izafî anlayışlarının sebebi ise hakkın gücünün yerini gücün hak edişinin almış olmasıdır.
Fıtrata muhalif; sınırsız, sonu gelmez heva-hevesin tatmini, haz merkezli, sorumluluk anlayışından uzak, adalet ve hakkaniyetin ertelendiği, bireysel yeteneklerin, toplumsal imkânların dikkate alınmadığı sistemler, tarihin enkazına terk olmuşlardır. Bunlar, özü itibariyle insanın mutluluğunu değil insanı insanın kurdu hâline getiren sistemlerdir. Kendisini sözün tükendiği nokta sanan ideolojilerin dönemsel başarıları(!) ve isimlerinin değişmesi hüsran sonucunu değiştirmemiştir. Zira değişen makyajlanmış yüzdür. Kurucu kasıt olarak Allah’ı devre dışı bırakan ideolojiler, neticede aynı akıbete duçar olmuşlardır.
Kur’an’da, sınırlı kaynakların sınırsız ihtiyaç ve taleplerle dengelenmesi, adl, mizan ve kıst kavramıyla birlikte mütalaa edilir. Meseleyi bu temel kavramlardan hareket ederek değerlendirmek usul olarak daha bir mümkün gözüküyor. Zira Kur’an, dengeye davet eder. Ancak dengeye davet, salt nesnel zemindeki alım-satımın konusu olan mallar için tutumlu olmak, savurgan olmamak iktisatlı olmak anlamında değildir.
İktisadî hayatın dengeli bir zeminde sürmesi sorumluluk bilinci ile başlar. Bu bilinçten kastımız, dünyacı kaygılardan uzak olmak, uhrevî muhasebeyi asla göz ardı etmemek; insana ve topyekûn yaşama dair mizan üzere olmaktır. Buna, zamanın dengeli kullanılması, bilginin, cezanın ve hatta sabrın dengeli kullanılması gibi konuları da ekleyebiliriz. Keza zaman, bilgi, ceza ve sabır da sınırlıdır ve insanın sınırsız zaruretleri, ihtiyaçları, talepleri ve bazen de önü alınmaz hırsından ötürü dengeli kullanılmalıdır. Denge, içtimaî, iktisadî hayatın tümünü kuşatan, yaşama dair boşluk bırakmayan İslâm üzere olmakla tecelli eder.
İslâm, ‘Denge’ Hedeflidir
Sapmalardan uzak, dengede olmak ancak ‘akletmek’ ile mümkündür. Akletmenin kendisi bir denge halidir. Güzel aklın hedefi, dengeli inanış ve davranıştır. ‘Akl’, mükellefiyet için ön şarttır, keza mükellefiyet ‘akletmek’le başlar. Aklın korunması maslahatın başında gelir.6 Kur’an, “akleden” olarak tavsif ettiği mü’mini, zinde, dinamik, ayıklayıcı olarak tanımlar. ‘Akletmek’ ifadesi Kur’an’da hep olumlu ve faal bir duruş için kullanılır. Bu durum ‘akl’ kelime kökünün fiil şeklindeki türevleriyle yer aldığı bütün ayetlerde dikkati çeken önemli bir husustur.7
Bütün âlemleri muvazene üzere yaratan Allah, fenomenlerin üzerine oturduğu bilgiyi de çelişik değil örtüşen olarak va’z etmiştir. Allah, bütün canlıları fıtrat kodları itibariyle dengeli ve yardımlaşan bir tabiat ile yaratmış; farklılıkları takdir etmiş, didişme ve sömürü yerine yardımlaşmayı murad etmiştir. O, her şeye bir denge, mizan koymuştur. Fıtrat, gayri tabiî alışkanlıkları reddeder. Allah, insan için haramı, özünde rahatsızlık verici; bireysel ve toplumsal dokuda tahribat yapıcı, helali ise özünde insanî tatmin için kafi/yeterli kılmıştır. Bu sebeple ifrattan tefrite, tefritten ifrata savrulmak, vasattan uzaklaşmak yani fıtrattan uzaklaşmak olarak görülmüştür. Vasat üzere olmak, Allah’a itaat etmektir. Allah’a itaatin karşılığı Dâru's-Selâm’ (esenlik ve güven yurdu )dır. Nitekim "Allah, insanları Dâru's-Selâm'a davet ediyor."8
Allah, bütün âlemleri fıtratlarına dercettiği/yerleştirdiği (sünnetullah) kodlarla yönetir. Bu durumda Allah’ın, insanı, âlemler içinde bir varlık -hayat sahibi ve de sorumlu bir varlık- olarak yarattığı halde sosyal ve siyasî yaşamını ihmal etmesi düşünülebilir mi? Kaldı ki insan belki âlemler içerisinde cismi itibariyle bahse konu olmayacak kadar cüz iken, ehemmiyet ve muhataplık cihetiyle en şerefli mahlûktur. Bu cihetle dahi, vahyin, insanın içtimaî ve iktisadî yaşamını da düzenlediği fıtraten, aklen ve dinen şüphe götürmez bir gerçektir.
Şirkten Tevhide; Kaostan Dengeye
“Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.”9 Bu ölçü, kozmik âlemde var olduğu gibi, düşünce dünyası ve pratik eylemler için de geçerlidir. İnançta dengeyi sağlayan asıl unsur tevhid akidesidir ve Kur’an vahyinin hedefi de budur.
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.”10
İnsanın ibret alıp tefekkür etmesi ve bu düzenin gereğine uyması için her şeyin bir nizam üzere yaratıldığı hatırlatılıyor. Yaratılan hiçbir şey amaçsız değildir. Ve yaratılan her bir şeyde alınacak nice dersler vardır.
Dengeli bir yaşam için gözetilmesi gereken iktisat, sadece bireyler için değil, toplumlar için de bir zorunluluktur. İslâm bu bağlamda da kurallar koymuştur. İslâm, sorunların suça, ifsada dönüşmemesi için tedbirler alır. İslâm’ın ekonomiye dair önerisi, ne Pazar, ne Otoriter ne de Seküler Modern Ekonomilerin önerilerini tasdik veya onlara tepki değildir.11 İslâm, ekonomik refahı, yine İslâm’ın öngördüğü kurallar doğrultusunda ve toplumsal ahlâk normlarını gözeterek va’z eder. Bütün bunlara itidal üzere olmakla ulaşılır.
İtidal, fıtratı bozucu müdahalelere yer vermemektir. Nitekim bugün dünyada açlıktan ölümlerin yaşanmasının sebebi gıda yetmezliği değildir. Bu yetmezlik, doğal kaynakların emperyal egemen diktalar tarafından gasp edilmesi ve dolayısıyla gelir dağılımındaki dengesizliktendir. Dünya hayatındaki geçimliğin farklı oluşu Allah’ın bilgisinde iken bu taksimatı zulüm ile dengesizleştirenler, “adl”den uzaklaşan müsrif/müfsid insanlardır. İslâm’ın ekonomik yaşamı düzenlerken merkeze aldığı temel kavramın adl olması da bundan olsa gerek.
“Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Onların dünya hayatındaki geçimlerini aralarında Biz taksim ettik. Bir kısmını diğerinin üstüne çıkardık ki derecelerle bazısı bazısını tutsun çalıştırsın. Rabbinin rahmeti ise onların toplayıp biriktirdiklerinden daha hayırlıdır.”12
İslâm, maddî ve manevî denge dininin adıdır. “İslâm toplum yapısının temelinde Kitap ve mizan vardır; insanlar, Kitab’a uyar ve mizan çerçevesinde davranırlarsa kıst yapmış olurlar ve ancak o zaman ayakta kalabilirler. Fakat her insan isteğiyle Kitab’a uyup, mizanın kefelerini dengede tutamaz. İşte bunun için demir de gereklidir. Demirde her ne kadar bir sertlik varsa da bu sertlik toplumda kıstı, adaleti sağlamak için kullanıldığında insanlara zarar değil, ancak yarar getirir. Bu bakımdan ‘Kitap’, ‘Mizan’ ve ‘Demir’ üçlü bir ilişki içinde olmak zorundadır. İslâm’da kıst bu üçlüyle sağlanır, biri olmadı mı zulüm başlar.”13
İstihlâk, insan için beşeri bir zaruret iken, istihlâkta iktisat, adaletli davranmak adli hâkim kılmak için iradî bir zorunluluktur.
Bütün âlemlerin yaratıcısı olan Allah, yarattıklarını her zeminde evirip çevirendir. Rububiyet cihetiyle tevhid edilmesi gereken Allah’tır. Ve yine Ulûhiyetin de ancak O’nun hakkı olduğu unutulmamalıdır. Bu sebeple, iktisadî hayatın prensiplerinin tevhid anlayışının dışında telakki edilmesi düşünülemez.
Kendileri için konulan menzil üzere hareket eden âlemler nasıl ki bir yasaya tabiler, aynı şekilde insan ve ilişkileri için de yasalar vardır. Bunun adı şeriat’tır. Bir anlamda Şeriat, insan ilişkilerini düzene koyan denge yasalarıdır. Bu açıdan, iktisat ile İslâm hukuku iç içe prensiplere sahiptir.
Allah’ın koyduğu yasaların kimi kevnî kimi de münzel ayetler şeklindedir. Âlemlerin işleyişinde ister cemadata dönük kevnî yasalar isterse kulluğa konu olan münzel ayetlerde olsun boşluk söz konusu değildir.
Kevnî ve münzel ayetlere değinimizi ekonomi diline çevirdiğimizde, kaynakların ideal dağıtılıp kullanılmasından, mirasa, hür teşebbüs, özel mülkiyet, kamu mallarıyla ilgili hukuktan, toplumsal ekonomik meselelere, israf, cimrilik, cömertlikten, zekât ve sadakaya, borçlanma hukukundan, kira gelirlerine kadar; iktisadî faaliyetlere konu olan her tür iş için İslâm prensipler koymuştur.
‘İhtiyaç’ Kavramına Dair
İnsanî etkinliğin olduğu her yerde ihtiyacın olması kaçınılmazdır. İnsanın yoksulluk gösterip talep ettiği şey olan ihtiyaç, kavram olarak farklı disiplinlerde kısmî farklarla tanımlanmıştır. İhtiyaç, öğeleri, doğası, özellikleri, kısımları ve konularına göre tasnife tabi tutulmuştur. İhtiyaç, daha çok ekonomik etkinliğin ekseni olarak görülmüştür. En yalın haliyle ihtiyaç, ‘yokluktan ileri gelen gerginlik veya acı duyumu ile giderilmesinden oluşan hoşa gitme, kendine güvenme ve rahatlık duyumudur.’
“İhtiyaç kavramı esas itibariyle insanın varlık şartlarını ifade eden en temel kavramdır. Onun karşıtı olan ‘istiğnâ’ (kendini ihtiyaçsız kabul etme) durumu, kişinin, ‘muhtaç bir varlık’ olduğunu unutarak, kendisini yaratıcısından bağımsız düşünmesi anlamında yaratıcısına isyanın temelini teşkil eder.”14
Modern insanın ihtiyaç anlayışı da farklıdır. Burada ihtiyaç, bir anlamıyla müstağnilik cihetiyle kendini kendine yeter görme olarak karşımıza çıkarken tüketim açısından ise zaruret ve gereklilikten ziyade tüketim endeksli sınırsız talep, hırs ve istektir. Burada da bir şeyin gerekliliğinin yerini ilkesizce, haz ve kar kastı almıştır.
“İslâm’da ekonomik etkinliğin, yüce Allah’ın insanları kendilerine indirilene yöneltilmesiyle, onların yararı temeli üzerinde, yani insanın ihtiyaçlarını karşılamak için serbest bırakılmış düzeltende (maslaha’da) olur. Buna karşılık, kapitalist sistemde ekonomik etkinlik, isterse bu ekonomik etkinlik insan ihtiyaçlarını karşılama esnasında zarar doğuran olsun, kar esası üzerinde yapılır. İslâm’da ihtiyaç kavramının düzelten (maslaha) kavramı çerçevesinde kabul edildiğini, bu bakımdan da, İslâm’da ihtiyaç kavramının İslâm ekonomisinin İslâm hukuku ile ortak konusu olduğunu açıklarlar.”15
Burada, maslahattan (sa-la-ha) maksat, şer’î şerifin gayelerini korumak ve gerçekleştirmektir. İlâhi teklife muhatap olan her insan, emrin en yüksek derecesi olan ‘tevhid akidesini’ muhafaza etmek, en şiddetli nehiy olan ‘tağut’a kulluktan’ da kaçınmak durumundadır. Zira küfür mefsedet hükmündedir. Mefsedetin izalesi imkân olduğunda her Müslüman’ın üzerine vaciptir. Tağutî güçlerle savaşmak maslahatın en üst derecesidir. İbn-i Abidin: “Dinin muhafazası, maslahatların en üstünüdür.” hükmünü zikreder.
Cümhur-i fukahâ, İslâm Hukuku’nda maslahatın muteber olduğunu ittifakla kabul ederken, nefsî arzunun mahsulü olmayan ve nass’lara aykırı düşmeyen maslahatla amel edilmesi gerektiğini bildirir. Keza maslahatın şer’î bir delile aykırı olmaması, kat’î ve küllî (umûmî) olması da gereklidir.16
İslâm, bir şeyin ihtiyaç addedilmesinde, sadece o şeye ihtiyaç duymayı meşru saymaz. Bilakis, bu ihtiyaçları gideren amaçlara ve araçlara da önem verir.17 Demek bir şeyin ihtiyaç diye kabul görmesi için onun ancak maslahata uygun olması gerekir. Aksi merdut bir talep olur.
İnsan, Âlemlerin Rabbi ve Hamd
Modern aklın insan merkezci yaklaşımı hazcı (hedonist) bir talebi doğurmuştur. Bu, Allah’ı tanımamak dolayısıyla tevekkül, hamd ve kendi varlığının amacını dikkate almama yanlışı üzerine kurulmuş bir anlayıştır. Burada, her şeye haz merkezinde bakma vardır. Yine burada, tatmin olmaz talep çılgınlığı ve sonu gelmez kaprislerin esiri olma söz konusudur. Tam anlamıyla doyumsuzdur insan burada. Mülkün gerçek sahibini tanımamak; dolayısıyla şükür, hamd ve sena yoktur modern lügatte. Ancak Rabbimiz öncelikle mesajın bu yönüyle bizi tanıştırıyor:
Kur’an’ın ilk ayeti olan, “Hamd (övme ve övülme), âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.”18 Bu ayet, insanın psiko-sosyal dengesine; âlemlerin başıboş olmayıp bir yaratanına ve yarattığı âlemlerin biricik İlahı olduğuna delildir. Diğer yandan bu ayet, âlemlerin Rabbinin tek İlah olduğunun da beyanıdır. İnsanın, Allah’a kulluk edeceğinin taahhüdü ve hamdin bütünüyle Allah’a mahsus olduğu; hamde layık olanın ancak Allah olduğu ikrar edilir bu ayet ile. Hamd, isyanın, nankörlüğün, doymak bilmez gözün, israfın, sonu gelmez taleplerin zıddı bir kavramdır.
Kur’an’ın ilk nazil olan ayetleriyle19 de insanın yaratılışına; bir hiç olmaktan (yani bir şey olmamaktan) Rabbimizin tenezzül buyurup bizi el-insan olarak yaratma irade ve kudretine; lütfetmesine dikkatimiz çekiliyor.
İnsan, yaratılışına hiç bakmaz mı? Alak Suresi’nin ilk ayetlerinde de, yoktan var edilen, değer verilip mükellef kılınan, kulluk etmesi için akıl, elçi ve kelam ile donatılan; kevnî ve münzel ayetleri fıtratıyla uyumlu kılınan insan anlatılıyor. Ve aslında burada, işin başında İlahî emre itaate davet ediliyor.
Kur’an bize içinde birçok mesajın olduğu haberler aktarır. Yusuf Kıssası bunlardan biridir.
İktisat, tedbir ve sabır halkalarının dizildiği bir zincire benzer. Kaynakları doğru kullanmakta bu değil mi? Evet bu, değerleri yerli yerinde kullanmaktır. Yusuf Kıssası’nda rüyanın tabir edilmesiyle alınan tedbir tam bir iktisat dersidir. Bu dersi almak için ne komutan ne de peygamber olmaya gerek var aslında. Her aklıselim insanın sorumluluk mevkiînde göstermesi gerekli ferasettir yapılan. Kuyuda gösterilen sabır, aslî vazifenin -kulluk ve tebliğ- ertelenmeyip dengeli davranılmasıdır. Yusuf’un, babasına ve kardeşi Bünyamin’e kavuşma sürecini fevrî davranışlardan uzak bir hikmetle yönetmesi de sabrını müsrifçe değil muktesitçe kullandığının ibret sahnelerini içermektedir.
Sabır, sahip olunan imkânın veya zorluğun yerinde ve zamanında kullanımına rıza göstermek/dayanmaktır. Allah dilediğine artırır dilediğine eksiltir. Buna tahammül de sabrı gerektirir. Zira sabır, Rabbanî bir lütuftur. Yanlışlara, haksızlığa, nefsin dizginlenemez taleplerine karşı Allah’ın hududunu gözeterek ‘tahammül’ etmektir sabır. Bu, atalet ve pısırıkça bekleme hali asla değildir.
Sabır, bir süreci dengeli yönetme sanatıdır. Bu açıdan sabır ile iktisat arasında son derece önemli bir ilişki vardır. Zira muktesit, sabırlı insandır. Bir işe zamanından önce veya sonra kalkışmamak muktesit insanın tavrıdır. Bu açıdan düşünüldüğünde, sabırlı olmakla dengeli olmak arasındaki ilişkinin önemi ortaya çıkar. Sabrı gereksiz yerde kullanıp ihtiyaç hissedildiğinde yoksun kalmakta dengesizce davranmaktır, ölçüsüzlüktür, müsrif olmaktır.
Kur’an, Lût kavmini müsrif diye niteler. Onlar, Allah’ın izin vermediği ilişkilere kalkışan sapıklar idiler. Ve bu yönleriyle de bozulmanın zulmün ve sapma içindeydiler. Onlar, dengeden uzaklaşmış, haddi aşmış, ölçüyü kaçırmışlardı.
Kur’an, Firavun’u ve Salih (a.s.)’ın kavmini, Allah’a kulluk yapmayan, kendileri için çizilen sınırları aşan zorbalar olarak tanıtır. Bunlar Allah’a şirk koşuyor; haksız yere büyüklük taslıyor ve Allah’ın yolundan gitmek isteyenlere de müsrif bir tavırla engel oluyorlardı. Hülasa onlar, “şımarık” bir toplum olarak yeryüzünde gerçek bozguncular olarak dirlik-düzeni bozuyorlardı.
Allah mü’minlere bir ölçü olarak kısası koymuştur. Kısasta aşırıya gidilmesi (yani müsrif olunması, hakların sahiplerine verilmesini engeller. Müsrif bir tutum, bireysel ve toplumsal birçok sorunu doğuracağı muhakkaktır.
Allah, Kur’an’da mü’minlerin dengeli harcamalarını kendilerine verilen temiz ve helal yiyeceklerden yemelerini, yaratmış olduğu süslerden yararlanmalarını ancak asla israf ederek müsriflerden olmamalarını emretmektedir.20 Mü’minler, Rablerine yakararak dua etmelerinde de yaptıkları hataları özünde İsraf kabul ederler. İsraflarının bağışlanmasını dilerler.
“Onların sözleri, sadece şöyle demekten ibaretti: Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla; ayaklarımızı (yolunda) sabit kıl; kâfirler topluluğuna karşı bizi muzaffer kıl!”21
Allah, haddi aşarak müsrif olanları ve hak aleyhine yalan söyleyen müsrifleri doğru yola iletmeyeceğini bildirmektedir.
“Firavun ailesinden olup, imanını gizleyen bir mümin adam şöyle dedi: Siz bir adamı "Rabbim Allah'tır" diyor diye öldürecek misiniz? Hâlbuki o, size Rabbinizden apaçık mucizeler getirmiştir. Eğer o yalancı ise yalanı kendisinedir. Eğer doğru söylüyorsa sizi tehdit ettiğinin (azâbın), bir kısmı olsun gelip size çatar. Şüphesiz Allah, haddi aşan, yalancı kimseyi doğru yola eriştirmez.”22
Kur’an müsrifleri saçıp-savuranlar olarak niteler; ‘tebzir’ edenleri de şeytanın arkadaşları olarak niteler.
“Zira böylesine saçıp savuranlar şeytanların dostlarıdırlar. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.”23
Allah’a şirk koşan, O’nun bütün insanlık için çizdiği emirlere muhalefet eden müşrikler de müsrif olarak nitelenmekte ve cehennem ehli oldukları bildirilmektedir.
“Siz beni, Allah'ı inkâr etmeye ve hiç tanımadığım nesneleri O'na ortak koşmaya çağırıyorsunuz. Ben ise sizi, azîz ve çok bağışlayan Allah'a davet ediyorum.”
“Gerçek şu ki, sizin beni davet ettiğiniz şeyin dünyada da ahirette de davete değer bir tarafı yoktur. Dönüşümüz Allah'adır, aşırı gidenler de ateş ehlinin kendileridir.”24
Dünyevileşme, Popülizm ve İslâmi Popülizm Tehlikesi
Tüketim kültürü ve çevrelediği konular, modernlik tartışmalarından ayrı düşünülemez. Modern akıl, Allah’ı, dolayısıyla vahyi reddederken kendi hurafesini doğurmakta gecikmemiştir. Burada bir ironiye işaret ediyorum. Bu ayrımın farkında olunmadığı zaman, Aydınlanma(!) ile birlikte başlayan sekülarizasyon sürecinin kutsaldan azâdelik talebini anlamak zorlaşır.
Modernliğin sözün tükendiği nokta diye sunulması hatta bunun insanlığa dayatılması, her şeye maddî zaviyeden matematiksel bakma zafiyetindendir. Gelinen bu nokta, insanlığın tarih sahnelerinde gösterdiği azgınlaşmanın ve kendini kendine yeter görme zilletinin moderncesidir. Bu yönüyle de modern olan, vahyin işaret ettiği değerler zemininde iflâs etmiştir. Bizce bu iflas, maneviyatçı, ruhçu, mistik eğilimlerin (gelenekçilik) meşruiyeti ve zaferi asla değildir. Günümüz insanının malûllüğü, bu paradoksal girdabın esiri oluşundadır.
Dünyevileşme (sekülarizm), amelde, itikatta bilinçte bozulma; heva-heves yönünde değişim, hayatın her alanında dinsel düşünmeyi devre dışı bırakma, dini sembolleri anlamsızlaştırma ve dini ancak vicdanî tahayyül olarak konumlandırma demektir. Her şeye matematiksel bakıştır.
Dünyevileşme fakirliğe mukabil zenginleşmek değildir. Dünyevileşme, insana, hayata dair her şeye maddi açıdan bakma, ben merkezli algı ve bunu yaşam tarzı haline getirmedir. Kur’an, ısrarla bu sapmadan sakındırır. İnsanın yüz yüze olduğu bu tehdit, tarihsel serüven içerisinde nebevî mesaja hep konu olmuştur. Bu durum günümüz gerçekliğinde de aynıdır.
Bugün insanlık modern kuşatma altındadır. Ötekileştirdiği dünyaya nimet diye pazarlanan modernlik, kendi bunalımını yaşamakta; iflası, başarının zirvesi olarak satmaktadır. Batıcılar, ‘dünyanın gittiği yöne yönelmeyi’ insanlık için çözüm olarak gösterseler de; bu, biz Müslümanlarca çözüm değil bilakis zillettir. Kuşatmanın sonuçlarından birisi aslî değerlerin ertelenip İslâm kültürüne ait olmayan günübirlik, malayani/bayağı şeylere tevessül edilmesidir. Buna, kendilerini kendi elleriyle zillete düçar etmeleri de diyebiliriz. ‘Aslî değerlerin ertelenmesi’yle, vahyin yerine, üretilmiş beşerî olanın konulmasını kastediyorum. İşte bu yönüyle insanlık ve özelde Müslümanlar bir tarafta bidat ve hurafelerle malül atalar yolunun kuşatması altında iken diğer tarafta modern olan (profan) izmlerin dayatması altındadır.
Bugün insanlığa, Batı’da Aydınlanma denilen dönemle başlayan Rönesans hareketiyle şekillenen modern talepler dayatılmaktadır. Modernizm, bunun ideolojileştirilmiş ifadesidir. Bu zeminde rasyonalistik talep, her şeye akılcı, nesnel bakıştır. Bu, hümanisttir; yani, insan merkezci. Laiktir; yani, dindışı (profan). Bireyselleştiricidir; yani, aile ve toplum değerlerini; değerler üzerinden ortak yaşama paylaşma iradesini önemsemez, çözmeye çalışır. Materyalisttir; yani, her şeye maddeci bir gözle matematiksel bakar. Modern talep, hayata, Allah merkezli bakışın yerini insan merkezli (hümaniter) bir zemine kaydırmıştır. Dolayısıyla bu talep, aklın, heva-hevesin ilâh edilmesini öngörür.25
Bu kuşatmalardan kurtulmanın yolu, İslâmî bir bilinç inşası ve beraberinde ertelenemez olan bir sosyalite yani amelin olmasıdır. Nitekim moderiniyle geleneğiyle bütün bunlar cahiliyedir. Kur’an’ın ifadesiyle, Allah’ın hükmünün dışında aranan çözümler, “Cahiliye”dir. Hülasa İslâmî olmayan her bir yaşam tarzı cahiliyedir. İslâm ise tam bunun karşısında bir kurtuluş hareketidir. Istilâh olarak cahiliye, Allah’ın indirdiği hükümleri ve bilgileri kabul etmeyip bunların yerine insanlar tarafından konulan hükümlere, düşüncelere ve sistemlere iman etmektir. Keza cehalet, ilimden öte hilmin zıddı olarak İslâm’ın tam karşısında yer alır. İnsanı insanın kulluğundan kurtarma hedefli olan İslâm, cahiliyenin her türünü ortadan kaldırmaya dönüktür.26
“Yoksa onlar İslâm öncesi cahiliye idaresini mi arıyorlar? Yakin sahibi (Gerçeği görebilen) bir toplum için, hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?”27
Popülizm, halkın salt zevkine uygun olanı yapma, tüketme ve düşünme biçimidir. Popülizm esas itibariyle “süslü” gösterimdir. Süslü gösterim, akletme ameliyesinden soyutlanmış, heva-heves ürünüdür. Bu, gerçekte ahirete inanmayanların işleridir. Dolayısıyla kendilerine işleri süslü gösterilenler bocalayıp dururlar.28
Kültürel popülizm, gündelik hayatın meselelerini popüler duygulara hitap ederek formüle etmedir. Bu formülasyon ne kadar İslâmî argümanları kullanırsa, o oranda kültürel popülizmin bir versiyonu olarak İslâmî popülizmden söz edebiliriz. Bugün Müslümanların yüz yüze olduğu en önemli tehdidin bu olduğunu düşünüyorum.
İslâmi popülizm bu anlamlarıyla İslâm’dan talep edilen, Müslümanlara bulaştırılmaya çalışılan popüler kültürdür. Bu, siyasaldan soyutlanmış, folklorik, günübirlik, suya sabuna dokunmayan, vicdanlara hapsedilmiş, eyyamcı, uçları açık din algılı bir yaşam tarzıdır. Bir anlamıyla bu, postmodernize olan İslâm’ın popülist eğilimlere teslim olmasıdır. Farklı bir ifadeyle ‘her şeyin her şeye dönüşmesinin’ mubah ve meşru sayıldığı post modernleşmeyle uyumlu, küresel içinde inceltilmiş, ilkesizliğin ilke kabul edildiği kültürel İslâm’dır.
Tüketimden Tükenişe
Tüketim derken, sadece eldeki nesneyi kullanmayı, harcayarak bitirmeği anlar çoğu kez asıl bilinç sorununu göz ardı ederiz. Oysaki tüketim, sadece o an vuku bulan bir harcama, bitirme işi değil, bir bilinç ve bilinçaltı yığınının davranışlara yansıma hadisesidir. Tüketim o anda vuku bulsa da esas itibariyle bir süreçle gelinen noktadır. Tüketimin istihlâka dönüşmesi denetimden çıkmış bir helâk ediştir. Bu durum kişinin kendisine ait olanları kendi iradesiyle talan, telef edişidir adeta. Bu açıdan tüketim, bireyin, dolayısıyla toplumun, yaşamı doğru okumasıyla birebir ilişkilidir. Binaenaleyh, bu, olaylara, eşyaya dahası varoluş hakikatine bakış mantığıyla da ilgilidir. İnsanın, sorumluluk sahibi bir varlık olarak, eşyayı, bilgiyi doğru okuyuşuyla direkt ilgili olan tüketimin, bilince dönüşme zorunluluğu vardır. Çünkü vakıa, bir nesneyi harcayarak yok etmek, kullanarak bitirmekten öte bir anlam taşımaktadır. Bu zeminde, bakış ve tavrı belirleyen şeyin zihinsel arka plân olduğu, tüketilenin sadece azaltılan eşya olmadığı tüketicinin, aklı, bilgisi dahası kendisi; açıkçası geleceği de olduğu kanaatindeyim.
Tüketim kültürüyle birlikte ayırt edilir psikolojik davranış kalıpları vardır. Bunun en önemli dışavurumları; kesin bilgiden uzak oluş, özseverlik, şımarıklık, zayıf karakterli olma, tüketimi zorunluluk derecesinde kendine dayatma (bağımlılık) ve transa geçercesine yok etmeğe kilitlenmedir. Tüketim psikozu, giderek mitolojik bir forma kayıyor. Bu, reel; ölçülü, hesaplı, gerçeklik dünyasından uzak ama etkileyici, kısa aralıklara hapsedilmiş, hırçın beklenti ve sunumları olan bir zeminde ilerlemektedir.
Tüketim olgusu zihnî inşada göz ardı edilmeyecek ehemmiyeti haiz bir konudur. Tüketimin, amaçsızca ve salt tüketmek şeklinde yaşanılır olması bireysel ve toplumsal yaşamda önemli tahribatlara sebep olmaktadır. Tüketimi bilincin denetimine almak, şuurla anlamlandırmak zorunluluğu vardır. Tüketim, epistemik bir realiteye dayanmaktadır ve salt eşyanın eksiltilmesinden ibaret bir eylem değildir. Tek tip tüketme, tek tip tüketici tipi oluşturma, farklı değerleri izale etme, küreselleşmenin de hedeflerindendir. Bunun zihnî arka plânını Kapitalist tüketim mantığı oluşturmaktadır.
Cahiliye döneminde Peygamber’in hak davetinin, kitleler tarafından kabulünü önlemek amacıyla, halkın daha hafif ve zevkli şeylerle meşgul olmalarını sağlamak için bir takım eğlence ve şölenler düzenliyorlardı. İbn Abbas’ın rivayetinde Nadr bin el-Haris’in milleti kandırmak, eğlendirmek ve saptırmak için şarkı söyleyen ve dans eden cariye ve fahişeler getirdiği kaydedilir. Peygamber’in va’z ve telkinlerinden kimin etkilenmekte olduğu haberi alınıyorsa, Nadir b. el-Hâris ona cariyelerden birini musallat eder ve bu cariyeye, “Bu adama yedir, içir ve eğlendir ki Muhammed’in telkinlerine uymasın” derdi. Cahiliye döneminde uygulanan bu yöntemin bugün moderncesi popülist kültürdür. Günümüzün Nadr bin el-Hâris’leri ise medya denilen aracılardır.29
Televole nev’î pop kültürü, putubol spor anlayışı, star yaratma(!) hafifliği hep popüler kültüre dayanmaktadır. Bu yansımalar, “futbol sadece futbol değildir.” sözünü haklı çıkartmaktadır.
Bütün bunların özgürlük fenomenine dayandırılması ise trajikomik bir paradokstur. İslâm’ı bu şekilde sapkınlıklarla harmanlama, İslâmî argümanları popülizme meze yapma hafifmeşrepliği Müslümanların karşı karşıya olduğu vahim durumdur.
Resulullah, “Altın ve gümüşe (dünya malına) kul olanlar mahvolmuştur.” diye buyurmaktadır. Yine başka bir hadiste,
"Bir vadi altını olsa, bir ikinci vadiyi isteyecek"30 diye buyrularak insanın gözü doymaz harisliği dile getirilmektedir.
Rabbimiz, “Onlara şunu da misal göster: Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, bu su sayesinde yeryüzünün bitkisi (önce gelişip) birbirine karışmış; arkasından rüzgârın savurduğu çerçöp haline gelmiştir. Allah, her şey üzerinde iktidar sahibidir.”
“Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; ölümsüz olan iyi işler ise Rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya daha lâyıktır.”31
Resulullah, “Vallahi, sizin hakkınızda korktuğum şey, Ben'den sonra Allah'a ortak koşmanız, tekrar müşrik olmanız değildir. Fakat sizin hesabınıza korktuğum şey, dünya uğrunda aranızda rekabete düşmenizdir”32 diye buyurmaktadır.
Tüketim sektörü, reklâm tarikatı aracılığıyla tüketen insanı heva-hevesine esir alarak uyuşturur. Reklâm hurafeciliği, izleyicisinde belli kabullerin yerleşmesini hedefler. Oluşan bu yanılsama bir dönem sonra genel kabul görmüş doğrular gibi arz-ı endam etmekte, müridini bağımlı hale getirmektedir.
Ivan Illıch’in şu sözlerini okuduğumda tüketim köleliğinin ne şifa bulmaz bir hastalık olduğunu düşünmüştüm: Bugün, “çok daha fazla sayıda bebeğin inek sütüne ulaştığı doğrudur, fakat zengin olsun, fakir olsun, tüm annelerin sütü de kuruyup gitmektedir. Bebek, biberon ihtiyacıyla ağlamaya başladığında; yani, organizma bakkaldan gelen süte kavuşmaya ve böylece de görevini ifa edemez hale gelen memeden yüz çevirmeye alıştırıldığında, tiryaki tüketici doğmuş olur.”33
Sözün özü, tüketimde denge tevhidî bir zorunluluktur. Bu, iktisadî hayatın, İslâmî prensiplere bağlanması ile mümkündür.
Dipnotlar:
1- Ramazan Yazçiçek, “İktisadî Hayat ve Temel Prensipler”, Nida, Malatya 2009, s: 138, s. 11-20.
2- “Allah nezdinde hak din (ed-dîn) İslâm’dır.” (Al-i İmran, 3/19); “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.” (Al-i İmran, 3/85); Bkz.: Ramazan Yazçiçek, “Din, Tecdit ve Reform Kavramları Üzerine Mülahazalar”, Milel ve Nihal, İstanbul 2008, 5 (2), 103-127.
3- Bkz. Rağıb el-Isfahani, “d-y-n” mad., Müfredât, trc. Abdulbaki Güneş, Mehmet Yolcu, Çıra Yayınları, (I-II), İstanbul 2006, c. 1, s. 447; Seyyid Şerif Cürcânî, “Din” mad., Kitabu’t- Ta’rîfât, Ter.: Arif Erkan, Bahar Yayınları, İstanbul 1997, s. 105.
4- Bkz.: Hayreddin Karaman / Bekir Topaloğlu, Yeni Kamus, Nesil Yayınları, İstanbul 1991, s. 346; Abdullah Yücel, “İktisâd” mad., Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Yayınevi, İstanbul 1991; Hasan Hüseyin Özkazancıgil, Kur’an Kelimeleri Sözlüğü, Birleşik Dağ., Ankara, s. 194, 208; Abdullah Yeğin,”Muktesid” mad. Yeni Lügat, Yeni Asya Yay., İstanbul 1975; Heyet, “Muktesid” ve “İktisad” mad. Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat, Türdav, İstanbul 1992; Bkz.: Kur’an-ı Kerîm, 5/66; 31/32; 35/32; 16/9; 31/19.
5- İslâm ve İktisat I, “Yayıncı’dan”, İslâmî Araştırmalar, Ankara 2003, c: 16, s: 4.
6- M. Ebu Zehra, İslâm Hukuku Metodolojisi, çev.: Abdulkadir Şener, Fecr Yay., Ankara 1990, s. 238.
7- Bkz.: Kur’an-ı Kerim, 2/197; 10/100; 13/4,19-22; 14/52; 20/54,128; 44/58; Şakir Kocabaş, İslâm’da Bilginin Temelleri, İz Yayıncılık, İstanbul 1997, s. 123-125; Cevdet Said, İslâmi Mücadelede Bilginin Gücü, İstanbul 1997, s. 107, 234.
8- Yunus, 10/25.
9- Kamer, 54/49.
10- Âl-i İmrân, 3/190.
11- Bkz.: M. A. Mannan, İslâm ve Çağdaş Ekonomik Konular, Türkçesi: Ali Zengin, Fikir Yay., İstanbul 1984; M. A. Mannan, İslâm Ekonomisi, Türkçesi: Tevfik Ömeroğlu, Bahri Zengin, Fikir Yay., İstanbul 1980; M. Ömer Çapra, İslâm Ekonomi Sistemi, çev.: Fatih Kurtulmuş, Fikir Yay., İstanbul; Hasan uz Zaman, İlk İslâm Devletlerinde Ekonomik Strüktür, çev.: Sinan Ersoy, Akabe Yay., İstanbul 1987.
12- Zuhruf, 43/32.
13- Ali Ünal, “Mizan-Kıst-Adl” mad., Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yay., İstanbul 1990.
14- Ali Pekcan, “İhtiyaç Kavramı ve İbn Haldun’un ‘Umran Teorisi’ne Etkileri”, -İslâm ve İktisat I-, İslâmî Araştırmalar, c: 16, s: 4, Ankara 2003, s. 525.
15- Mehmet Nuri Güler, “Ekonomi’de İhtiyaç Kavramı ve İslâm Dünyasında Eski ve Yeni Bilim Adamlarındaki Karşılığı”, -İslâm ve İktisat I-, İslâmî Araştırmalar, Ankara 2003, c: 16, s: 4, s. 504.
16- Bkz.: Yazçiçek, Ramazan, “Bir Yöntem Sorunu Olarak Maslahat”, İktibas Dergisi, Ankara 2004, s: 306, s. 39-44.
17- Güler, “Ekonomi’de İhtiyaç Kavramı ve İslâm Dünyasında Eski ve Yeni Bilim Adamlarındaki Karşılığı”, c: 16, s: 4, s. 505.
18- Fatiha, 1/1.
19- Bkz.: Alak, 96/1-8.
20- Bkz. Hüseyin K. Ece, “Müsrif” mad., İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları, İstanbul 2000, s. 465-466. Bkz.: En’am, 6/141;Araf, 7/31.
21- Ali İmran, 3/147.
22- Mü’min, 40/28.
23- İsra, 17/27.
24- Mü’min, 40/42-43.
25- Geniş bilgi için bkz.: Ramazan Yazçiçek, “Tüketim ve Bilinç Üzerine Mülahazalar”, Haksöz İstanbul, 2003, s: 150-151, s. 63-67; Ramazan Yazçiçek, “İstihlakta İktisat İmkanı”, Haksöz, İstanbul, Aralık 2004, s: 165, s. 62-68.
26- Ahmet Yusuf Özütoprak, Dini Doğru Anlamak, Bruç Yayınları, İstanbul 2009, s. 31-33.
27- Maide, 5/50.
28- Bkz.: Neml, 27/ 4.
29- Bkz.: Yazçiçek, “Tüketim ve Bilinç Üzerine Mülahazalar”, s: 150-151, s. 63-67; Yazçiçek, “İstihlakta İktisat İmkanı”, s: 165, s. 62-68.
30- Buhârî; Müslim; Tirmizî; İbn Mâce.
31- Kehf, 18/ 45-46.
32- Buhari; Müslim; Tirmizi.
33- Ivan Illıch, Tüketim Köleliği, Türkçesi: Mesut Karaşahan, Pınar Yayınları, İstanbul 2000, s. 23.
Kaynak: Ramazan Yazçiçek, “İktisadî Hayat ve Temel Prensipler”, Nida, Malatya, Kasım 2009, s: 138, s. 11-20