İktisadi Geçimliliğin Meşruiyet Kaynağı…

Sait Alioğlu

Modern sürece dâhil oluşta iktisadi mantalitenin işlevi…

Günümüzde istisnasız tüm dünyaya hâkim olan ve çeşitli versiyonlarının marifetiyle başta iktisadi alan olmak üzere hayatın her alanında rakipsiz bir kapitalist iktisadi sömürü düzeni bulunmaktadır. Bu kapitalist düzen modernleşmeyle birlikte, sanayi devriminin de etkisiyle başta kıta Avrupası, Britanya ve Kuzey Amerika olmak üzere kendi kapitalist gelişimini sağlamış önemli ülkelerde, üretim ve tüketim ilişkilerinden başlamak üzere hayatın her alanına değişmez adres olarak nüfuz etti.

İslam dünyası da kendi medeniyet ve yaşam formuna rağmen, batının giderek tahakküm vasatında dönüşüme uğrayan ve bu yolla da batının her açıdan sömürgesi durumuna düşen yetmez bir duruma evriliyordu. Bu açıdan gerek helal kazancı baz alan İslam ekonomik strüktürüne, o çerçevede oluşan kitabi ilkeselliğe ve gerekse de bu çerçevede oluşan fütüvvet anlayışının sistemleştirilmesiyle birlikte Osmanlı’nın  “toprak işleyenin, su kullananın” formülasyonuna dayanan basit ve sade bir işleyiş batılılaşma akabinde farklı bir çehreye bürünmüştü.

Batının mutlak galibiyeti, onun adım, adım sistemleştire geldiği kaynak sömürüsü ve bunların toplamının göstergesi olan endüstriyel gelişmişlik, doğu/İslam dünyası toplumsal planında farklı durumlara, yönelimlere ve bir açıdan ‘hüdayi nabit’ cinsinden türedi iktisadi uygulamalara muhatap olmuştu. Değişen ve dönüşen toplumsal yapı, yeni olaşan algıyla birlikte kendi iktisadi bütünlüğünü oluşturduğu gibi, etkisi günümüze dek gelecek ‘sahip olma ve kazanma’ yol ve yöntemlerine de kapı aralamış oluyordu, bir açıdan…

Batılılaşma ve İslam dünyasının batılı emperyalist güçler tarafından parçalanma girişimleri sonucunda neredeyse yapısı ve işlevi konusunda Kur’an’da anlatılan Mekke şirk düzeninin ekonomik işleyişine uygun bir yapı söz konusuydu, artık!

Bir açıdan faizi de tıpkı alış-veriş gibi telakki eden, ranttan beslenen, o hemgame ortamında kamunun ve halkın mülklerine göz diken ve bir yolunu bulup ele geçirmeye çalışan, olmadı insanları bir tas çorbaya dahi muhtaç hale getiren yeni zengin sınıfı ne batılı ve nede doğulu iktisadi formülasyonlara bakmaksızın sökün ediyordu!

Bu sürecin oluşumunda bir yığın gariplikler de söz konusuydu. Görevi yöneticilik olan yığınlarca Osmanlı paşasından bir kısmının cumhuriyetle rejimiyle birlikte nemalanmaları ve kapitalist işleyişte kendilerine ‘nesiller boyu rant devşirme çabaları’ kapitalizmin zaferi olarak okunabilirdi.

Burada helal kazanca ve öyle bir kazancı önceleyen ahlaki ilkelere ihtiyaç hissettirmeyen yeni bir anlayış kendini gösteriyordu. Tarih tekerrürden ibaret olmadığı halde kendine uygun bir retorik bağlamında nefsi ön plana alan bir şirk ekonomisi paradigmal olarak, yönetim kademelerinden, halk katmanlarına kadar uzanıyordu. Türk/iye iktisadi sistemi süreçte devlet kapitalizminden, -buna sosyalizmde denebilir- daha sonra ise Özal dönemine ve o günün konjönktürüne özgü bir serbest piyasa ve oradan da küreselciliğin ‘kuvvetle’ desteklediği liberal duruma kadar batıcı bir silsileyi izledi, durdu. Sonuçta ise, burada da dikte ettirilen esas kriter liberal karakterli bir ifade biçimi olan “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” mantığının avam formu hükmündeki ‘Altta kalanın canı çıksın!’ halleriydi…

Şirk düzenlerinde ekonomik panorama…

Tüm zamanlarda şirk düzenlerinin ekonomisi zulüm temeli üzerine kurulmaktadır. Kur’an’da anlatıldığı gibi ‘bahçe sahipleri’ adeta, kıssadan somuta evrilmektedir! Bu düzlemde mümin kişi hayatın her alanında yaratıcıya şirk koşan insanları ‘bir tek’ olan Allah’a iman etmeye çağırırken, aynı zamanda da servet ve sermaye sahiplerini de adil olmaya, maiyetinde bulunan insanlara zulmetmemeye, herkese hak ettiği oranda hakkını vermeye ve ayrıca buna bağlı çerçevesinde paylaşmaya çağırıyor olması gerekir.

Hem geçmişteki şirk düzenlerinde ve hem de günümüz modern tandaslı şirk düzenlerinde Kur’an’da da anlatıldığı üzere ezen-ezilen; sömüren-sömürülen; isitikbar ve istiz’af bağlamında neredeyse bir kast sistemi oluşturulmaktaydı ve oluşturulmaya devam etmektedir. Bulup buluşturduğu servetten dolayı sermayeyi elinde tutan, onu toplumsal katmana yaymayan, yetimi doyurmayan, onu itip kakan, faizi alış-veriş gibi gören yaşam çetelerinin varlığı söz konusu idi.

Zamanı ve zemini değişse de insanlık tarihi bir birinin devamı niteliğinde olan –şirk/tevhid- dinsel anlayışlar, birbirinin kopyası hükmünde seyreden  ‘ideolojik’ formasyonlar, düşünce kalıpları ve yaşam biçimleri ile sürüp gitmiştir, günümüzde olduğu gibi…

Bu benzerlik içerisinde tevhid temelli adalet toplumları istisna edildiğinde hangi temel üzere inşa edilmiş olmasına bakılmaksızın bu toplumlarda yukarıda da işaret ettiğimiz gibi ‘istikbar ve istizaf bağlamı’nda somutlaşan müstekbir ve mustazaf kesimleri görebilir, gözlemleyebiliriz.

Bu konuda gerek ülkemizde ve gerekse de dünyada yaşanan ekonomik formlu örneklere kısaca değinebiliriz; İzmir İktisat Kongresi’nde alınan ekonomik bazlı kararlar sonucu, laikleşen fertler arasında devletin sermaye sahibi yapıp burjuvalaşan ve burjuvalaşması sonucunda da İslami değerlerden peyderpey kopan servet ve sermaye sahibi güruh, aslında Müslüman halkın Kemalist devler tarafından kanun zoruyla ellerinden alınan maddi değerlerle semirip durdular!

O dönemde salt bir kapitalist sistem kurmak bir hayli zor olduğundan dolayı, bir ucunda devletin, diğer ucunda da sermaye sahibi kişilerin, gruplaırın bulunduğu türüne özgü bir karma ekonomik model oluşmuştu!

Bu model, her şeyden önce işin içerisine sisteme muhalif olup ona karşı kendi İslami kimliğini korumaya çalışan Müslümanların ne adına olursa olsun dâhil edilmediği bir düzlemde, bir adına sosyalizmde denilebilen ‘devlet kapitalizmi’ de denilen modeldi…

Bu model hem sermaye gruplarının selameti açısından ve hem de sanattan, kültüre varacak oranda sol, sosyalist grup ve çevrelerin tutması istenen Kemalist bir öngörüyü de içeriyordu. Bunun böyle olduğunu, Ak Parti iktidarı döneminde devlet kurumu ve belediyeler uzerinden, bir yandan sanat yapıp, bol miktarda paralar ve imkânlarla semirip, bir yandan da koca bir Müslüman kitleyi hemen her vesileye tahkir etme eylemliliği üzerinden biliyor ve görüyoruz…

Böyle bir vasatta ezen kim,  ezilmek istenen kimlerdi diye sorduğumuzda, karşımıza, modernleşmeci batıcı mantıkla hareket eden kapitalist, sol, sosyalist, yani yeter ki İslam toplumsal hayattan silinsin, onun bağlıları da hayattan kopup arka sıralara gerilesin düşüncesinde ısrarcı olanlar, diğerleri de ezilmesi bu açıdan mukadder(!) olan ve belli bir oranda sermaye sahibi, onu da Kemalist diktatörlük vasatında değerlendirtemeyenlerle birlikte bir parça ekmeğinin, imanının ve onurunun peşinde Rabbine kul olmaya çalışan geniş Müslüman halk yığınları…

Buna en basit, en anlaşılır ve en yakın bir örneği, 28 şubat sürecinde meşhur(!) beşli çeteyi oluşturan TÜSİAD, TÜRK-İş, TESK ve DİSK’i vb. örnek verebiliriz.

O günün medyaya, oradan da ülkeye ve halka yansıyan göz yaşartıcı(!) bir tablo şu ibareler göze çarpıyordu; “Demokrasiye, Cumhuriyete, Laikliğe, Hukukun Üstünlüğüne, Atatürk İlke ve İnkılaplarına KARASEVDALIYIZ(!)” ibaresi, bu vasatta elbette istisnaları olmakla birlikte solcuların, sosyalistlerin, ulusalcıların, Kemalistlerin, sol Kemalistlerin, laik sermaye gruplarının hep birlikte Müslümanların cenazesini pardır küldür defnetme çabası ve düşüncesi aslında ezen/ezilen; mustaz’af/müstekbir olgusuna da işlerlik kazanmakta idi!

Vallahi, bu saydıkları şeylerin içerisinde bir tek hukukun üstünlüğü meselesi dışında İslam’a inanan, Allah©’a layıkıyla kul olmaya çalışan bir mümin için bir bağlılık yoktur ve olamazda! Hukukun üstünlüğü meselesi de bu üçlü, beşli çetenin asla üstesinden gelebileceği bir meselesi olmayıp ona ne bilgileri, ne görgüleri, ne imanları(!) ve ne de hikmetleri yeterdi! Hikmeti de bilmezlerdi ki, bunlar! Keşke bilselerdi, hakka yönelselerdi!

İşte somut bir gerçeklik olan bu bağlamda rahman ve rahim olan Allah©   müstekbirleri icra ede geldikleri zulümden alıkoymaya ve aynı zamanda da tedrici(aşamalı) olarak bir ıslaha; mustazafları ise İstedik ki onları, - ezilenleri-  yeryüzünde önderler kılalım, varisler yapalım.” (ayet)Diyerek kurtuluşa ve külli bir değişim ve dönüşüme çağırır.

Ama onlar, yani müstekbirler, ilahlık taslayanlar, Allah’ın dinini hafife alıp, yönetmeye çalıştıkları insanlara yeni dinler, yollar, İslam’a uymayan klasik, ya da çağdaş(!) ideolojiler önermeye devam edip; sağırdırlar; duymazlar, kördürler; görmezler ve kalpleri vardır, ama; hissetmezler!”(ayet)

Gerek ilk modernleşme günlerinden, gerek cumhuriyet dönemi iktisadi, kültürel vb. uygulamalarından, gerek yirmi yedi yıllık CHP diktasından, ondan sonraki dönemde Kemalizmin –iktisadi, kültürel vb.- muhafızlığından, gerek 28 Şubat döneminde elde ettikleri alışkanlıkları ve gerekse de Ak Parti iktidarı sürecinde ellerinden gittiğini düşündükleri –aslında bazıları hayal görüyor- çerçevesinden bakıldığında toplumsal projeleri Müslüman halkın uyanıklığı ve kararlılığıyla ortadan kalkmaya başlayınca demokratlıklarının da, toplumculuklarının da olmadığı görüldü.

Tamam, demokratik bir vasatta oluştuğu için bir takım saiklerle Ak Parti iktidarından kaygı duyabilirler, ona karşı bazı meşru yol ve yöntemi de deneyebilirler, ama bunu yapayım derken, bilinçaltında -belki de asırlardan beri- saklı duran İslam’a düşmanlığı, İslam karşıtlığını ortaya döküp icra etmeye çalışmaktadırlar. Bu amaçlarına nail olma aşamasında, onların trenine binen ve aynı zamanda da bindiğinin farkında olmayan bazı Müslümanlarda işin tuzu biberi olmaktadır, bunu da not edelim! Ayrıca onlara da Allah©’tan basiret ve feraset dileyelim. Ki onlar bizim kardeşlerimizdir, karşı cenahta duranlara karışmasınlar, onlarla kaynaşmasınlar(!) diye…

Meşruiyetin kaynağı…

Olaya bu açıdan baktığımızda Kur’an ‘herkesin bir tarağın dişleri gibi eşit olduğu’ vurgusunu ısrarla yaparak hayatın her alanında olduğu gibi ekonomik anlamda da yine adalet ölçüsü ve çalışıp çabalaması sonucunda,  yine ‘herkesin kendi çalışmasının karşılığını alabileceği’ gerçeğini dile getirmektedir.  Özellikle belirtelim ki, bu çalışmanın karşılığı helal ve meşru yollardan olursa bir anlam ifade eder. Diğer türlüsü ise haksız kazanç,  ihtikâr/tekel, faiz ve buna benzer gayr-i meşru kazanç yolları işin esprisine uygunluk açısından bir hakikat ifade etmez! Etmediği gibi, hayır da sunmaz…

Yukarıda Allah’ın kelamına ve adalet vs. gibi makul kriterlere dayanarak ‘herkesin kendi çalışmasının karşılığını alabileceği’ gerçeğinden bahis açmıştık. Kendisine çalışmasının karşılığı tevdi edilecek olan kişi, bunu kendi çalışmasının karşılığından ziyade Alllah’ın bir lütfu olduğunu, nimete kavuşturulduğunu ve bununda elbette bir karşılığının olduğunu bilmesi gerekir. Bu karşılık başta O’nun rızasını kazanmak ve kendi kardeşleri içerisinde yine bir imtihana mebni olarak az rızıkla sınanan müminlere,  belli bir ölçü çerçevesinde kitapta çerçevesi çizili şekilde zekât ve infak gibi çeşitli yollarla ve ayrıca kalplerinin İslam’a ısındırılması düşünülen ‘müellefe-i kulub’ten insanlara vermek suretiyle malını ve nefsini tezkiye etme, temizleme suretiyle hem O’nun rızasını kazanmak ve hem de her türden fitne ve fesadın önüne set çekmek adına sosyal adaleti tesis etmek…

Bir kolaycılığa kaçmadan serveti ve sermayesi hangi derecede kalırsa kalsın, mutlaka herkesin en başta kendi nefsini tezkiye bağlamında yekdiğerine verebileceği bir, iki kuruş parası, bir dilim ekmeği, bir tas suyu mutlaka ki vardır, olması gerekir! Hiç olmazsa sadaka kabilinden mümin kardeşine hediye edeceği bir tebessümü mutlaka vardır! (Hadis)

Burada amaç ve temel espri, helalinden kazanmayı, o minvalde harcamayı, kardeşlik bağlarını geliştirmeyi ve bazı sanal donelere bakarak oluşturula gelen sınıf olgusunu bertaraf etmektir. Ki, sınıflı toplum ilahi bir emir değil, diğergamlığın, paylaşmanın, isarın, sermayeyi topluma yayamamanın para etmediği materyalist zeminlerde temelsiz bir ontolojik vaka olarak yükselir. Hal bu ki tevhidi gerçekliğe uygunluk arz edebilen İslam toplumunda diğergamlık, paylaşmak, isar ve sermayeyi dikey olarak değil de yatay olarak yayabilmek zaten sınıflı bir toplumunda oluşumuna engel ve koruyucu bir kalkandır. Bu toplumda ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen olmayacağından ne sınıflı bir toplum söz konusu olabilir ve ne de batıcı saiklere, temel argümanlara sahip sınıflı bir toplumun, kendisinden önce oluşan diğer bir sınıflı toplumu yok edeceği’ ve haliyle de ortadan kaldıracağı savı gerçekçi durmaz!

Geçmişten bugüne batı, varit olan bu düşünsel duruma nasıl evrildi, o ayrı bir konu olmakta birlikte İslam’a baktığımızda mülkün bizzat Allah’a ait olduğu hakikati değişmez bir olgu olarak dimdik ayakta durur. “Lehu’l-mülk” yani ‘mülk Allah’ındır!’ Hatta yerin ve göklerin mülkü de O’nundur! Yeryüzündeki mülkte bize helalinden bir geçimlik elde etmek, onunla hayatımızı sürdürüp yine O’na hamd ile birlikte şükretmek adına, İslam üzere tevhidi yönü belirgin ve her tür –gelenekçi ve modernist- inhıraftan, sapmadan berî, Müslümanca bir hayat sürdürmek söz konusu olacaksa ‘gerisi teferruattır!’ kabilinden sınıfsal farklılık olgusu eğer belirgin ve var ise onu say û gayretle aşmak zorundayızdır!