Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) 2002'de iktidara gelmesinden bu yana, devlet (ya da asker-sivil bürokrasi) ile hükümet (ya da halkın oylarıyla işbaşına gelen yönetim) arasında yaşanan gerginliklerin temelinde, ülke yönetiminde son sözü kimin söyleyeceğine dair bir iktidar kavgasının yattığı muhakkak. Ancak bu gerginliklerin bir de kılıfı, ideolojik-fikri arka planı var.
1950'de çok-partili düzene geçiş, tek-parti dönemi boyunca iktidarı elinde tutan asker-sivil bürokrasinin, 2. Dünya Savaşı sonundaki dış ve iç koşulların zorlaması sonucu, iktidarı belirli şartlarla sivil politikacılarla paylaşmaya karar vermesiyle gerçekleşti. Bu şartların başta geleni, seçimle gelecek hükümetlerin ekonomiyle ilgilenmeleri, asker-sivil bürokrasiyi rejimin vasisi kılan resmi ideolojinin hiçbir şekilde tartışma, siyaset konusu olmamasıydı. Bu resmi ideoloji, Kemalizm'in otoriter bir yorumuna dayanıyordu. Esas olarak da kimlik politikaları üzerinde odaklanan iki ayağı vardı: 1) Milliyetçilik: Türkçe konuşan ve Türk kültürüne bağlı bir millet inşası. 2) Laiklik: Devletin toplumu laikleştirme görevini üstlenmesi, bu amaçla dini tekeline alıp denetim altında tutması ve dinsel özgürlüklere kısıtlamalar getirmesi.
Bugün yaşadığımız gerginliklerin ideolojik-fikri arka planında, AKP hükümetinin gerek asker-sivil bürokrasinin vesayet yetkilerinde, gerekse kimlik politikalarında kısmi düzeltmeler yapma çabası. (Ve tabii demokrasiye ve hukuk devletine kasteden cuntaların ve "derin" devletin soruşturulmasına siyasi destek vermesi.) Şunu söylemek de mümkün: Belki en iyi Anayasa Mahkemesi'nin AKP hakkında açılan kapatma davasında verdiği karardan anlaşılacağı üzere, gerginliklerin odak noktasında resmi laiklik politikalarında yapılmak istenen düzeltmeler var. Asker-sivil bürokrasi artık Kürtlere bireysel temelde kimlik hakları tanınmasına karşı çıkmıyor; Kürtçe yasağının "hata" olduğunu dahi kabul ediyor. Esas direnişi, laiklik politikalarıyla ilgili. Bu konuda sivil toplumdan (hatta Kürtlerin PKK'ya yakın kesiminden de) destek görüyor.
Denebilir ki, resmi laiklik politikaları liberalleşmedikçe, Türkiye'de demokrasiyi yerleştirmek mümkün olmayacak. Bu nedenle otoriter laikliği ya da (bundan böyle Prof. Dr. Nur Vergin'in isim babalığıyla anmak gerekirse) "laikçi" anlayışı, bıkmadan usanmadan tartışmak, sorgulamak, eleştirmek, yanılgılarını göstermek zorundayız.
"Laikçilik" ile neyi kastediyoruz? Dünyada devlet-din ilişkilerinin nasıl düzenlenmesi gerektiği konusunda esas olarak iki temel anlayış var: Biri "liberal laiklik" olarak nitelenebilecek anlayış. (Kimileri bunu "negatif/pasif laiklik" olarak da niteliyor.) Bu anlayışa göre, ne din devlete ne de devlet dine karışmalı; ikisi arasına bir duvar çekilmeli. Devlet bütün inançlara (ve inançsızlara) eşit mesafede durmalı ve (başkalarının inanç özgürlüğünü ortadan kaldırmayı amaçlamadığı sürece) dinsel özgürlüklere saygı göstermeli. Çok farklı uygulamaları olsa da, liberal demokrasilerde genel olarak bu anlayışın hakim olduğunu söylemek mümkün.
Bir de "otoriter laiklik" anlayışı var. (Kimileri bunu "pozitif/aktif" laiklik olarak niteliyor.) Buna göre devletin görevi toplumu laikleştirmek, yani dinin etkisinden uzaklaştırmaktır. Bunun için devlet dini denetim altına almalı ve dinsel özgürlüklere sınırlamalar getirmelidir. Bu anlayışın liberal olmayan rejimlerde geçerli olduğu söylenebilir. Fransız ve Rus devrimleri sonrasında, halen Çin'de hakim olan laiklik anlayışı budur. (Bu konularda son zamanlarda çıkan en dikkate değer çalışma, Ahmet T. Kuru'nun geçen yıl Cambridge Üniversitesi tarafından basılan "Secularism and State Policies Toward Religion: The US, France, and Turkey/Laiklik ve Devletin Din Politikaları: ABD, Fransa ve Rusya" başlıklı Türkçeye çevrilmeyi bekleyen kitabı.)
Otoriter laikliğin ya da laikçiliğin bizdeki uygulamasına gelecek yazıda devam edeceğim..
ZAMAN