İktidar-Gazeteci-Okur İlişkisi ya da Yalanda Yaşamak

Başkaları yaptığında ayıplanan şeyler, bu defa bizimkilerin iktidarı, bizimkilerin medyası söz konusu olduğu için görmezlikten geliniyor ve hatta yapanların sırtı sıvazlanıyor.

Alper Görmüş, Serbestiyet.com sitesinde yazdığı makalede iktidar-medya ilişkisini ve medyanın sadece iktidarın bir propaganda üssü - gazetecilerin rant çevrelerinin tetikçisi olduğu zamanda ortaya çıkan tehlikeyi analiz ediyor:

Bir insan, kendisi için (de) doğru-geçerli saydığı ahlaki ilkeleri bencilliğin iğvasına kapılıp dar kişisel çıkarları için çiğnerse, yediği haltı kimse fark etmese bile bunun manevi bir bedeli olur. En azından özsaygısı azalır; ne olursa olsun zor bir pozisyodur bu...

Mesela, şirketten sürekli olarak para tırtıklayan mali işler müdürünün pozisyonu böyledir.

Fakat pozisyonları ondan zor olanlar da vardır... Mali işler müdürümüzü bu defa birkaç çocuklu bir ailenin ‘reisi’ olarak düşünelim. Ailede herkes her şeyin farkındadır fakat bunu kimse dillendirmemektedir. Şimdi artık, kendileri için (de) doğru-geçerli saydıkları bir ahlaki ilkeyi (‘hırsızlık kötüdür’) birbirinin yüzüne bakarak çiğneyen bir grup insanla karşı karşıyayızdır. Hiç şüphesiz üzerlerindeki manevi yükü azaltmak için ailenin her bir üyesi kendince meşrulaştırıcı gerekçelere sığınacaklardır, fakat ne olursa olsun ahlaki çürüme kaçınılmazdır.

Matematik köyünde medyayı tartışıyoruz

Ali Nesin’in yönettiği Matematik Köyü’nde düzenlenen siyaset okulundaki ‘değişen dönemler değişmeyen medya’ başlıklı atölye çalışmasına hazırlanırken zihnime üşüşen cümleler bunlar...

Düşünüyorum ki, iktidar, iktidar medyası ve o medyayı beğenerek, onaylayarak izleyen okurlardan oluşan üç kişilik ‘aile’nin psikolojisi yukarıda tarif ettiğim ‘aile’den çok farklı değil.

Bu ailenin üç üyesi de, aralarından birinin ürettiği ve hep birlikte beğendikleri şeyin beğenilecek bir yanının olmadığını bildikleri halde; aynısını başkaları yaptığında onlara demediklerini bırakmadıkları halde beğenmeye devam ediyorlar... Beğendikleri şey, iktidar medyası.

Korkunç iki dönem: Bugün ve 90’lar

Atölye çalışması için, 2000’lerde Medyakronik’te başladığım haber izleme macerasında bugüne kadar zihnimde en fazla iz bırakan kötü gazetecilik örneklerini aklıma geliş sırasıyla not aldım, sonra da dönüp zamanında o örnekleri nasıl eleştirdiğime baktım.

Günümüz için kafa yormaya gerek yok, sadece son birkaç aya bakmak, habermiş gibi yapan mebzul miktarda örneğe ulaşmak için kâfi. Fakat eski yıllardaki örneklere topluca baktığımda çok ilginç bir nokta dikkatimi çekti: Aklıma ilk gelen örneklerin kahir ekseriyeti, ekonomide banka hortumlamalarının, siyasette ise 28 Şubat’ın damgasını vurduğu 1990’ların sonu ile 2000’lerin başına denk geliyordu.

Bu beni doğal olarak iki dönemin ortak noktaları üzerine düşünmeye sevk etti. Cevabını aradığım soru şuydu: İki dönem arasında nasıl bir benzerlik vardı da, en feci gazetecilik performansları bu dönemlerde gerçekleştirilmişti?

Kanaatimce bu sorunun cevabını, zikrettiğim iki dönemde iktidar ile medya arasında kurulan ilişkinin niteliğinde aramak gerekiyor.

İktidar destekçisi medyanın iktidarın neredeyse dolaysız bir parçası olacak kadar iktidara yaklaştığı dönemler bunlar... Medyanın, iktidarın devamını kendi beka sorunu olarak gördüğü dönemler... Yani iktidarların sadece ideolojik yakınlık nedeniyle değil, ‘o giderse biz de gideriz’ dedirten bir korku nedeniyle desteklendiği dönemler...

Böyle bir korkunun, iktidarı ölümüne destekleyen bir medya yaratacağını görmek için kâhin olmaya gerek yok. Desteklemek kelimesi yetersiz aslında: Bekası iktidarın bekasıyla örtüşen böyle bir medya, iktidarın devamı için her şeyi göze alır. Buradaki her şey hakikaten ‘her şey’ demektir.

Pespaye örnekler

Mevcut iktidar medyasının ‘her şey’inin neleri içerdiği her gün sosyal medyada taze örnekleriyle teşhir ediliyor. O nedenle ben bu yazıda sadece 1990’ların sonu - 2000’lerin başındaki medyanın ‘her şey’inin neleri içerdiğini gösteren iki örneği dikkatinize sunmak istiyorum.

Birinci örnek: Hatırlanacağı gibi, 2000 sonbaharı, ülkenin derin bir iktisadi krize sürüklendiğinin kesinleştiği, bankaların peşpeşe iflas ettiği bir dönemdi. Nitekim, Ekim ayı sonunda Etibank da iflas edecektir. Ondan üç buçuk ay sonra, 19 Şubat 2001’deki ünlü Anayasa kitapçığı fırlatması hadisesi ile birlikte ülke en derin iktisadi krizinin içine girecektir.

Aşağıda, 2000’de Türkiye’nin ikinci büyük gazetesi olan Sabah’ın Ekim 2000’de grubun bankası Etibank’la ve genel olarak Türkiye ekonomisi ile ilgili haberlerinin kısaltılmış dökümü yer alıyor, siz bu döküme bir o kadarını daha ekleyebilirsiniz:

4 Ekim 2000: Etibank’ta katrilyon sevinci... İki yıl gibi kısa bir sürede sıfırdan katrilyon liralık mevduata ulaşmayı başaran Etibank, önümüzdeki dönemde bireysel bankacılığın üssü olmayı hedefliyor.

9 Ekim: Borsada çıkış başlıyor...

12 Ekim: Cesur kararlar... Devlet oh diyecek... Rüya gibi tablo...

13 Ekim: Hükümet 2001 yılında bütçe açığını 5,2 katrilyona indirmeyi hedefliyor...

18 Ekim: Reformlar Türkiye’yi dünyada ilk 10’a sokar...

18 Ekim: Yatırımın gözdesi Türkiye...

21 Ekim: Etibank orta sınıftaki yerini sağlamlaştırdı... Etibank Genel Müdürü Karakaya, “Toplam 700 milyon dolarlık likit varlığımız var” dedi...

24 Ekim: Nereden Nereye... Feryadın yerini güven aldı... 10 yıl sonrasını görebiliyoruz... İşler iyi gidiyor...

26 Ekim: Etibank’tan kurumsal kredi atağı... Etibank, bireysel bankacılık alanında gösterdiği performansı kurumsal bankacılık alanına taşımayı hedefliyor.

27 Ekim: Etibank, iki yıldır uygulanan istikrar programının mali sektör üzerindeki etkileri sonucu faaliyetlerini sağlıklı bir biçimde yürütemez hale gelmiştir... (“SABAH’tan açıklama”).

30 Ekim: Etibank, bazı şanssızlıkların ve özellikle de ekonomik şartların etkisiyle, bankacılık otoritesinin müdahale etmesini gerektirecek bir duruma gelerek Fon’a devredildi... (Güngör Mengi’nin başyazısından).

Yani şöyle: Etibank, 26 Ekim’de bankaların şahı, fakat 27 Ekim’de batıyor. Sebep de “iki yıldır sürdürülen istikrar programının mali sektör üzerindeki etkileri...” Madem iki yıldır süregelen olumsuz koşulların bankayı batma noktasına getirdiğini biliyordunuz, günlerdir yapılan o yayınlar neydi peki?

İkinci örnek: Köşeleri bir günlüğüne uçurulan yazarlar

Olay bu defa, Doğan grubunun bir gazetesi olan Milliyet’te geçiyor...

Radyo Televizyon Üst Kurulu’nun (RTÜK) yeniden yapılandırılması ile ilgili kanun tasarısı 16 Mayıs 2001’de sessizce ve aniden Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Anayasa Komisyonu’na geldi. 7 Haziran’da da TBMM Genel Kurulu’nda oylama vardı.

Tasarı, medya patronlarının televizyon sahipliğine getirilen sınırlamaları önemli ölçüde ortadan kaldırıyordu. Mevcut yasada, gerçek veya tüzel kişilerin herhangi bir televizyon ya da radyodaki payı yüzde 20’yi geçemezken, tasarı bu oranı yüzde 50 olarak değiştiriyordu. Ama daha da önemlisi, mevcut yasada yer alan, ‘TV kanallarının yüzde 10’una sahip bulunanların devlet ihalelerine girmesini yasaklayan hükümler’ yasadan çıkarılıyordu. Tasarı, tam büyük medya patronlarının istediği gibi şekillendirilmişti.

RTÜK Kanunu’na özellikle ANAP milletvekillerinden ciddi muhalefet vardı, dolayısıyla kanunun Meclis’ten geçmesi için onların ikna edilmesi gerekiyordu.

Oylamanın yapılacağı günün (7 Haziran 2001) sabahında, dönemin etkili haber eleştirisi sitesi Medyakronik’te şu haber yayımlandı:

“Milliyet’te sansür gecesi... Milliyet yönetimi, dün sabah saatlerinde, bugün (7 Haziran) yayımlanacak gazete için kaleme alınan bazı yazılara yasak koyduğunu açıkladı. Mehmet Yılmaz, ANAP yönetimi aleyhine yazıları tek tek ayıkladı ve bazı taşra illerine giden gazeteler öyle basıldı. Sabaha karşı (bir rivayete göre RTÜK tasarısının Meclis'te kabulünden sonra) yazıların gazeteye konmasına karar verildi. Yazıları sansürlenen köşe yazarları şunlardı: Hasan Cemal, Melih Aşık, Meral Tamer, Derya Sazak, Meliha Okur…"

Türk basınında, patronun doğrudan çıkarı için bir gazetenin beş yazarının sansürlenmesine daha önce hiç rastlanmamıştı. Milliyet yönetimi iddiayı yalanladı, fakat Medyakronik, gazetenin taşra ve merkez baskılarını karşılaştırarak sansürü kanıtladı.

Büyükada ajanları faciası

Matematik Köyü’nde 1990’ların sonu ile 2000’lerin başındaki iktidar medyasının halini bu ve benzeri örneklerle hatırladıktan sonra, günümüz iktidar medyasının halini de insan hakları konulu bir toplantıyı ‘Büyükada’da kıskıvrak yakalanan ajanlar’ haberine dönüştüren gazeteler üzerinden ele aldık.

Büyükada’da 5 Temmuz 2017’de bir otelde meslek eğitimi toplantısı yapan insan hakları savunucuları, Türkiye’yi karıştıracak “Gezi benzeri” bir faaliyeti planlamak üzere toplandıkları gerekçesiyle bir baskınla tutuklandılar. Şüphelilerin tamamı, 26 Ekim’deki ilk duruşmalarında tahliye oldular.

İktidarı destekleyen beş gazetenin (Akşam, Star, Güneş, Takvim ve Türkiye) gözaltı ve tutuklama aşamalarındaki manşetleri ya da haber başlıkları (7 Temmuz - 31 Temmuz 2017 arası) gazetecilik adına feci bir tabloya işaret ediyordu. (Bu tabloya, Serbestiyet’teki 30 Ekim 2017 tarihli, ‘Büyükada ajanları’ gazeteciliği: Ayrıntılı döküm... başlıklı yazımdan ulaşabilirsiniz.)

Sorun şu ki, okurlar cezalandırmıyor

Medyanın iktidarın neredeyse dolaysız bir parçasını oluşturduğu, dolayısıyla da gazetecilik adına akla gelmeyecek şeylerin göze alındığı dönemlerin ortak bir özelliği de okurların gazetelerini cezalandırmayı düşünmemeleri...

Bunun nedenini hepimiz biliyoruz: Toplumun aşırı ölçülerde kutuplaşması...

Böyle dönemlerde, başkaları yaptığında ayıplanan şeyler, bu defa bizimkilerin iktidarı, bizimkilerin medyası söz konusu olduğu için görmezlikten geliniyor ve hatta yapanların sırtı sıvazlanıyor.

Oysa yapılan şeyin gazetecilik olmadığını gazeteciler de, iktidar da, okurlar da biliyor ve hep birlikte yalanda yaşanıyor.

Bunun içten içe bir çürümeye yol açmasından daha tabii bir şey olabilir mi?

 

Yorum Analiz Haberleri

Sosyal medyanın aptallaştırdığı insan modeli
Dünyevileşme ve yalnızlık
Cuma hutbelerindeki prangalar kırılsın
Batı destekli spor projeleri neye hizmet ediyor?
Kemalizm’e has bu Laiklik Fransa’da bile yok!