28 Şubat zorbalığının üniversitelerdeki ayağı olan başörtüsü yasağının ve toplumdan tecritli ikna odalarının belgeselini Yapımcı Fatma Aydın Ataş ve Yönetmen Kevser Çakır Demir çekerek tarihe not düştüler.
Post-modern darbe döneminde İstanbul Üniversitesi’ni yeni kazanmış veya bu okulda öğrenim görmekte olan başı örtülü öğrencilere okul veya ders kayıtlarını yaptırabilmeleri için başlarını açmaları gerektiğine inandırmak amacıyla kurulmuş kurumsal telkin odalarıydı ikna odaları. Çoğu Anadolu’nun dar gelirli ailelerinin çocukları olan genç kızlara “uzman” psikologlar ve eğitimciler eşliğinde başörtüsünün dinde yeri olmadığı, başörtüsü takanların kirli odaklar tarafından kullanıldığı, her yerin bazı kuralları olduğu gibi üniversitelerin de kuralları olduğu, okula devam etmeleri için başörtülerini çıkarmaları gerektiği anlatılmıştır. Odaların mucidi dönemin İstanbul Üniversitesi rektör yardımcılarından “pak alınlı” Nur Serter, “Öğrencilerimize çay ikram ederek onlarla sohbet ettik!” diye tanımlamaktadır yaptıklarını. Fakat tanıkların boğazlarına düğümlenen cümleler bunu doğrulamamaktadır. Bu kızlara anket adı altında sorulan sorularla hayatları didik didik didiklenerek özel hayatlarının mahremiyeti ihlal edilmiş ve de 18-20 yaşındaki gençler fişlenmiştir. Bu belgeselde bu odalarda söylenenlere ikna ol(a)mamış tanıklar konuşturuluyor.
Belgesel iknaya alınmış kişilerin dilinden, nezaketle başlayan konuşmaların başörtüsünü çıkarmaya ikna edici olmadığında nasıl kabalaştığını, aşağılamaya dönüştüğünü gözler önüne seriyor. Odalardaki bazı iknacıların Çağdaş Yaşamı Destekleme, Atatürkçü Düşünce Derneği gibi STK üyeleri olduğunu yine şahitlerden öğreniyoruz. İknacının psikolojisini de ortaya çıkaran konuşmacılar, başörtüyü çıkarmaları karşılığında kendilerine yurt ve burs imkânları sağlanacağı söylenirken, yasakçıların ellerinin her yerde olduğunu hissettiklerini anlatıyorlar. “Biz güçlüyüz, her yerde adamlarımız var, bizden kurtulamazsınız!” tehdidinin topuklu ayakkabıların tıkırtısında dahi duyulduğunu söylerken gözyaşlarını tutamıyor bir tanesi.
Öğretim üyesi, hukukçu ve sosyolog olarak döneme yakından şahitlik etmiş kişilerin söylemleri ise Müslümanların inançlarına karşı topyekûn bir savaşın başlatıldığının altını çiziyor. 18 yaşındaki bir gencin ötekileştirilmesi, tehdit olarak gösterilmesi, kirli odakların maşası olarak sunulması bütün bir toplumu iknaya dönüşmüş Hülya Şekerci’nin deyimiyle. İşte burada gözyaşını tutamıyor dönemin canlı tanıkları. Özellikle yoksul ailelerin umut bağladığı çocuklarının devlet yetkililerince tehdit olarak tanımlanması bütün bir toplumda kırılmaya, kişiliksizleşmeye ve inandıklarını ertelemeye dair evlerde, mahallelerde topyekûn ikna mekânları oluşturuyor yeniden. Çocukluğunuzdan beri sizi tanıyan Ayşe Teyze, iyiliğinizi isteyen Fikriye Yenge hep bir ağızdan devletle başa çıkılamayacağını, okulunuzu bırakmamanızı, ekmeğinizi elinize almanızı öğütlüyor size. İkna olmuş bazı aileler kapı dışarı ediyorlar kızlarını. Askerlerce brifinglendirilmiş işadamları şirketlerine başörtülü yardımcı eleman dahi istemiyorlar. Alelacele alınmış evlilik kararları ailelerin engeline takılıyor. Anarşist gelin istemiyor hiç kimse. Bodrum katlarda kurulmuş derme çatma evlere çeyiz kolileri değil direniş albümleri, tehlikeli(!) kitap kolileri taşıyarak gelin ediyor kızlar birbirlerini. Kardeş kardeşe güvenmez oluyor bir dönem. Nuh’un (as) gemisiyle onun yazgısına düşeni yüklenmiş kızlar yollara düşüyor. Bosna’ya, Endonezya’ya, Viyana’ya… Müslümanların ahlaksız olduğuna toplumu ikna etmek için kanal kanal dolaştırılan başörtülü Fadime Şahin, hepimize birer yafta olarak yapışıp kalıyor sokaklarda…
Toplumun dindar kesime yönelik ikna edilmesi için üretilen senaryoların kendi döneminde büyük ölçüde başarı elde ettiğini söylemek mümkün. Üniversitelerde başörtülü okumanın, devlet dairelerinde başörtülü çalışmanın imkânsız olduğunu kabullenmiş bir nesil oluşuyor 2000’lerde. Kitlesel tepkileri anlamlandırmakta zorlanıyor ardılımız nesiller. En temel insanlık hakkı olan inanç hürriyeti için eylemler yapılmasının elde edilmiş hakları geri götüreceğine inananlar çoğalıyor.
“İkna Odaları” belgeseli yok sayılmaktan üzeri toz bağlamış anılarımızı canlandırırken geçen on altı yılda nelerin değiştiği sorusunu da gündemimize taşıyor. Başörtüsü eylemlerinin en hüzünlü öğrencisi Nevin’in, bakımını üstlenemediği kızı 20 yaşına ulaşmış. Rabia iki çocuk annesi olduktan sonra okuluna dönebilmiş bir öğrenci hâlâ. Bir diğeri yapay çözümlerle avukat olmayı başarsa da başörtülü olarak duruşmaya girememenin mağduriyetini yaşamaya devam ediyor. “Tümüyle çıkarmak istiyorum o kareleri hayatımdan!” diyor başka bir hayatı kabullenen ötekisi. Sema 16 yıl boyunca Beyazıt yerleşkesinden hiç ayrılmamış sanki. O mütevekkil yüz, o vakur duruş ezelden yapıştırılmış üzerine. Nur Serter’in sevimli görünmeye çalışırken nefret kusan gülümseyişi hiç silinmemiş hafızamızdan. Kin dolu demeçler verip yönergeler düzen Alemdaroğlu’nun esamisi okunmuyor şimdi. “Kimler geldi hayatımdan kimler geçti” şarkısını duyuyoruz fakültelerin koridorlarında. Sınıf arkadaşlarımız doçent olmuşlar, derslerimizin hocası olarak karşılaştığımızda nasıl hitap edeceğimizi şaşırıyoruz çok kere. Nazan, o koca çınarın altından her geçişimde eylemlerin zayıflamaya yüz tuttuğu gecelerden birinde okuduğu gibi yeniden haykırıyor Ve’d-Duha’yı bana: “Rabbin sana darılmadı, unutmadı da…”
Yasakçılar tarafında ise değişen bir durum yok. Bir zamanlar ellerinde tuttukları devlet kademelerinde güç noktalarının bazılarını kaybetmiş olmanın öfkesini duyduklarını her fırsatta kusuyorlar. Ellerinde kalan kalelerde ise baskıya ve zulme pervasızca devam ediyorlar. Söndürdükleri hayatlara dair en ufak bir pişmanlık belirtileri olmadığı gibi “Bugün imkânım olsa yine aynısını yaparım!” diyebilecek kadar cüretkâr ve acımasızlar.
Cumhuriyetin makbul kızı Nur Serter eliyle tüm okullara, devlet kademelerine yayılmış ikna odaları her dönem başka bir kılığa bürünen azgınlık ve tuğyanın bir başka yüzüdür. Kendini ilahlaştırmış müstağni bir zihniyetin mütekebbir yapılarından yalnızca birisidir ikna odaları. Zorbaların kurduğu tuzaklar da bir süre sonra kendi ayaklarına dolanmaya başlıyor. Ellerine yüzlerine bulaştırdıkları devlet yönetiminden aşağıladıkları halkın iradesi ile inmek zorunda kalıyorlar. Yasaklar yavaş yavaş hızını kesse de yaşanılan travmanın izleri silinemiyor. Korkuyla sindirilmiş topluluklar silkinip uyanmakta geç kalıyor.
Bugün yükseköğrenimde başörtüsü yasağı reel olarak kalkmış durumda. Ancak kamusal alan dayatması ile başörtüsü ile hizmet verme yasağı hâlâ sürmektedir. Müslüman aileler kız çocuklarını başörtüsü ile ortaöğretimde okutamamaktadırlar. Hâlâ daha devlet eliyle yapılan pek çok sınavda başörtülüler zorluklara, hakaret ve aşağılanmalara maruz kalmaktadırlar. İlköğretim çağındaki çocuklarımızın karşısına eğitim alırken veya sınavlarda cunta yanlısı eğitimcilerin başka türlü baskı ve ikna yöntemleri çıkıyor. Medyada sunulan hazcı bir hayat idealiyle başörtüsünün içi boşaltılmakta, inandıklarına sımsıkı sahip çıkabilecek kişilerin sayısı hızla azaltılmaktadır. İnançlarına sahip çıkarak bazı kazanımlar elde etmeyi başaran bir dönemin mazlumları kesinlikle rehavete düşmemeliler.
Dönemin canlı tanığı bir kuşağın üyesi olarak şunu söyleyebiliriz ki; ikna odaları, yaşanılan baskıların çok küçük bir kısmını oluşturmaktadır. Bu kadarıyla bile yaşananlar belgeseli izleyen, döneme tanıklık etmemiş gençlerin şaşkınlığına sebep oldu. Başörtüsü İslam’ın görünen yüzü olduğu için Müslümanlara en büyük darbeyi onun üzerinden vurmak istedi yasakçılar. Başörtüsünün nüfus cüzdanı, sağlık karnesi, ehliyet vb. tüm belgelerde kullanılamayacağını konuştu bu millet. Sokakların kamusal alan olup olmadığı, başörtülü olarak sokağa çıkılıp çıkılamayacağını tartıştı bir dönem. Üniversite hastanelerinde işgüzar memurların keyfi uygulamalarıyla tedaviye kabul edilmeyen hastalar oldu. Tüm toplum başörtülü olmanın bazı haklardan mahrum olmak demek olduğuna ikna edildi. Başörtülü kızlarla evlilik yapmayı düşünen erkeklere hayatlarını yakmış olarak bakıldı. Eşi başörtülü diye sicili bozulan, işten çıkarılan memurlar oldu. Bir vebalı gibi gösterilen başörtülü kızların sevmeye-sevilmeye bile hakkı olmadı. Bavullarını alıp kendilerine açılacak bir hicret yurdu aramaya düştü gencecik fidanlar. Başörtülü kızların kolay koca bulduğunu, bu sebeple bursa ihtiyaçları olmadığını söylüyordu sistem adına konuşacak kadar resmi söylemli ÇDYD yöneticisi Türkan Saylan. Biz halkın vergileriyle ayakta duran kurumların başlarını tutanlar, kendi halkına uzak bir sahneden nefretlerini kustular her gün yüzümüze.
Elbette ki sadece başörtülü öğrenciler değildi bedel ödeyen. Toplumda yaratılan yapay bunalımlar, devlet imkânlarının küçük bir kesim eliyle israfı, haksız kazançlı çıkar odakları, brifinglendirilmiş medya patronları, devletin asıl “sahibi” bürokratlar vd. elbirliğiyle ciddi bir ekonomik krize sürüklediler memleketi. Bazıları hızla zenginleşirken, kitleler işsizliğe mahkûm edildi, borçlandırıldı. IMF mahalle bakkalının, sokaktaki temizlik işçisinin gündemine oturdu. Dindar kitlelere yöneltilen akıl almaz suçlamalarla haksız gözaltı ve mahkûmiyetler yaşandı. İki Müslümanın sohbet edişi dahi tehlikeli ilan edildi. Sonuç olarak istenilen kaos ortamı yaratıldı. Ülke onlarca yıllık kazanımını tekrar kaybetti.
Belgeseli izlerken birçoğumuz gözyaşlarımızı tutamadık. Şimdi, her biri dünyanın başka bir yerine dağılmış kardeşlerimiz, ellerinde karanfillerle bekliyorlar geleceği. Umut düşlü ana kuzuları iri kıyım robokoplar elinde yaka paça sürükleniyorlar. İşte Fatma’nın gözaltına alındığı gün… Şu da Selmaların götürüldüğü gün… Zühre, polislere fırlattığı bakışıyla kaç bin cümleyi birden kuruyor öyle. Öğrenci evlerine yapılan baskınlar nedeniyle bize yüreğini açan aileler de olsaydı ekranda. Her an bir tanemizin omzundaki elini arıyoruz evrensel Macide ablamızın. Her eylemde meyve suyu ve simit poşetlerinden göçmen kuşları ağırlayan Emine Abla niye yok. Kucağında çocuğuyla sembolleşmiş Nurten ablamız. ‘Helal olsun size çocuklar’ diyerek bizi yüreklendiren, bizden çok daha fazla bedel ödemiş Ağırakça hocamız... Yarım asrı aşmış muhalefetiyle “Üzülmeyin, gevşemeyin, inanıyorsanız en güçlüsünüz!” diyen Dilipak… Hiçbirini göremiyoruz. Bir kurgu yahut bir senaryo değil bu. Bizim hikâyemiz. Hayatımızın ta kendisi. Hüzünlenmemek elde değil.
Binlerce yıl sürecek olan hak ve batılın mücadelesidir şüphesiz. Bunu yasakçılardan daha çok biz biliyoruz. Firavun’un karşısına Musa’yı (as), Nemrut’un karşısına İbrahim’i (as) diken Rabbimiz 28 Şubat panzerlerinin karşısına bizi çıkarmıştı. Bu kutlu rehberlerin ardılı olduğumuza hamd etmenin gözyaşlarıydı dökülen gözlerimizden belgeseli izlerken. Dün Edebiyat Fakültesinin önünde birlikte coplandığımız kardeşlerimizin ille de yasakçıya “İkna olmadık ve hâlâ buradayız!” diyen dimdik duruşuna sevincimiz idi. Hepsi yasağın birkaç kurumda uygulanan yönetmeliklerden ibaret olmadığını söylüyordu. Küfrün tek millet oluşunu kurumsal anlamda birebir yaşamış bu insanlar ‘inananlar kardeştir’ düsturunu içselleştirmeyi bir kere daha öğütlüyorlardı bize.
Belgesel yapımcısı Fatma Aydın, bu belgesel izlendiğinde yasağı yaşamış pek çok mağdurun yaşadıklarını anlatma ihtiyacı duymasını hedeflediklerini söylüyor. Bir belgesel veya bir filmle sesimizi duyurabilsek yaşadığımız yıllar geri gelir mi? Kaybettiklerimizi telafi edebilir miyiz? Elbette ki hayır! Bizden sonra hiçbir kimsenin inandıklarından dolayı aşağılanmaması, insanların kişiliksizliği kabullenmemesi için yaşanmış tecrübelerin genç kuşaklara taşınması gerekiyor. Bir neslin hayatıyla oynamış, toplumda ciddi travmalar yaratmış şer odaklarının çirkin tuzaklarını ifşa etmek için baskı ve zulme maruz kalmış her bir hikâyenin yazılması ve toplumsal hafızaya kaydedilmesi gerekiyor. Çünkü hiçbir kıyım “Bir dönemdi; yaşandı ve geçti!” denilecek kadar basit bir olay değildir. Parçalanmış ailelerin, çalınan geleceklerin, hiçe sayılmış kişiliklerin yaraları kolay kolay iyileşmez. Başka hayatlar sönmesin diye el birliğiyle haksızlığa geçit vermemek, doğrunun yanında durmak zorunluluğumuz var. Mazlum gösterilen darbeci paşaların unutturulmaya çalışılan zulümleri yanlarına kâr kalmasın diye buna mecburuz. Eksiklerine rağmen bu yönüyle belgesel önemli bir adımı oluşturuyor. Zulümle baş edebilmenin tanıklığını tarihe not düşmek adına genç kardeşlerimizin hayırdan yana yeni çalışmalarını bekliyoruz.