Gökhan Özcan/Yeni Şafak
İkna ile iman olur mu?
İnanmak ve inanmamak insan varoluşunun en temel meselesi… Sanıldığı gibi temelde akılla mantıkla ilgili bir konu da değil. Daha çok kalple ilgili… Ve kalpten bağımsız olmayan türden bir akılla ilgili… İnanma halinin, birilerinin kendi düz ve yine kendi sınırlarıyla sınırlı mantıkları üzerinden ilerleyerek varabilecekleri bir netice olmadığını bilmek gerekiyor. Dolayısıyla mantık tokuşturarak inançla ilgili ikilemi çözmenin bir imkanı olmadığını da kabullenmek icap ediyor. Böyle bir tartışma, münazara ya da mükaleme bir tarafın diğer tarafı inanmaya ya da inanmamaya ikna etmesi sonucunu doğursa bile bu aslında yanıltıcı bir görüntüden öte bir şey olmaz. Çünkü inanç, adı üstünde inanmakla olur. Her zaman görünür bir mantığı bulunmaz. Külli hakikat içinde anlamlı olan pek çok şeyin bizim sınırları olan mantığımız içinde bir karşılığı yoktur. Beş duyuyla, cari sebep sonuç açıklamalarıyla mantıksal bir izah getiremeyeceğimiz pek çok şey, inanç temelinde anlamlıdır ve o külli hakikatin bir parçasıdır.
İman hidayetle ilgili bir meseledir; Hâdî olan, yani hidayet veren Allah Teâlâ’dır. Dilediğine hidayet veren odur. Bizler arayanlarız, yönelenler, düşünenleriz; bu gayretimizde halis olabilmeyi umarız. Buna karşılık varsa eğer imanımız, onu bize bağışlayan Rabbimizdir. Kitab-ı Mübin’de imanın bizim gayret ve samimiyetimiz neticesinde bize ‘lütfedildiği’ kaidesi vardır, diğer her şey gibi… Yani iman aslında bir lütuftur. Gayret vardır ama bunun yine de imana varan bir neticesi olmayabilir. Hikmetini bilemeyiz, bundan sual de edemeyiz. İman ederken, her şeyin hakikatinin ne olduğunu, nasıl ve nice olduğunu, olanın içinde ne hikmet olduğunu her zaman bilemeyeceğimizi de kabul ederiz. Çünkü Allah ilmin mutlak sahibidir, her şeyin hakikatini, hakikatin eksiksiz halini ancak O bilir. O bizim bilemeyeceklerimizin de hakikatini bilir. Bazı şeyler vardır ki onlara ikna olmazsınız, böyle bir süreçten geçmezsiniz, hakikati kendi sınırlı ve cari akıl ve mantığınızla idrak etmeye çalışmazsınız, sizin sınırlarınızı aşan bir hikmete mebni olarak bunlara sadece kalbinizle inanırsınız. Bu durum, O; ol dediğinde oluveren bir şeydir, O demedikçe de asla olmaz.
Bütün bu ifadelerden inançlı insanların anlaması gereken şey, inanmakla kalben teslim olmanın aynı şey olduğudur. Bütün zamanlar boyunca kendi aklının ve mantığının sınırları dışında oluşan bu ‘karar’a itiraz edenler olmuştur. Şeytan onlar için kendisinin de pek çoğuna inanmadığı pek çok argümanı hazırda tutar. Bunları kendi akıl ve mantıklarınca sıralayıp dururlar. Onların sınırlı akıl ve mantık güzergâhları üstünde yürümeyi kabul ederseniz hiçbir zaman bir yere varamazsınız. Çünkü inanç böyle bir şey değildir, doğru yerden başlamayan hiçbir kimseyi ikna yoluyla imana getiremezsiniz. Eğer hakikaten iman ettiyseniz, onun önünüze koyacağı herhangi bir argümanın da sizi değiştirme, inancınızdan döndürme kabiliyeti olmaz. Elbette bu temel kaideye de inananlar inanır, inanmayanlar inanmaz.
İnanç tartışmaları iki ayrı dille konuşan ve birbirlerinin dilini bilmeyen iki kişinin konuşması gibi ilerler. Bir anlaşma durumu ortaya çıkması imkan dahilinde değildir. Esasen bir tarafın diğerine galebe çalması da bu çerçevede işin tabiatına aykırıdır. Yeryüzünde zamanın başından bugüne iman edenler ve etmeyenler hep olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Herhangi birimizde, kişisel olarak ya da toplu olarak imanı imansızlığa, imansızlığı imana dönüştürme kudreti ya da kabiliyeti yoktur. Herkes sadece nasibini yaşar, karanlık bir kalbi aydınlatmanın ve aydınlık bir kalbi karartmanın nihai yetkisi ve kudreti Allah Teâlâ’nın elindedir, biz iyiye doğru ya da kötüye doğru meyleder, halisane arar, gayret ederiz sadece.
Diyeceğim o ki, inananlar her fırsatta kendilerine hidayet bağışlayana hamd-u senâ etsinler ve imanı olmayanlar için Rablerinden hidayet niyaz etsinler. Birilerini mantık çerçevesinde ikna etmek için kendilerini boş yere yormasınlar, bu yol açık değildir çünkü!