Kimi zevat, Darbe Günlükleri’nde adı geçen kuvvet komutanlarının savcılıktaki ifadelerinin ardından serbest bırakılmasını, kararın hemen ardından çıktıkları televizyonlarda, “demek ki, o dönemde darbe planları yapıldığına dair kuvvetli delil yok”a bağladılar...
Bunlardan biri, Hürriyet gazetesi yazarı Cüneyt Ülsever, hemen hemen her kanalda tekrarladığı “demek ki yeterli delil bulamadılar” yorumuyla yetinmedi, meseleyi Ergenekon davasının akıbetine bağladı ve şöyle dedi: “E, peki Şener Eruygur neden tutuklandı? Şener Paşa darbeyi tek başına mı yapmaya çalışmış ki, onu tutuklayıp öbürlerini salıverdiler... ”
Ben size ne diyeyim ki Cüneyt Ülsever? Bu nasıl bir soru?
İkinci iddianame çöpe...
Fakat beni asıl, iki Star gazetesi yazarının yorumları dumura uğrattı: Mehmet Metiner o gece televizyonlarda, Şamil Tayyar da dünkü Star’da bu davanın özünün “darbe girişimleri” olduğu iddiasının çöktüğünü ilan ettiler. Hatta Tayyar’a göre ikinci iddianame artık “çöpe atılmalı”ydı...
Bu yazıda, “Sarıkız”cı komutanların tutuklanmamış olmasından yola çıkıp böyle bir sonuca varılamayacağını, ikinci iddianamenin ilgili satırları arasında dolaşarak göstermeye çalışacağım. Fakat ondan önce, komutanların serbest bırakılmasının anlamı üzerinde birkaç şey söylemek istiyorum. (Çünkü “davanın temeli çöktü” değerlendirmelerinde bu serbest bırakmanın yarattığı hayal kırıklığının önemli bir rolünün olduğunu düşünüyorum.)
Üç eski kuvvet komutanının serbest bırakılma gerekçeleri dün (7 aralık) belli oldu. Ve ortaya çıktı ki gerekçe “yeterli delil yok” değil “delillerin karartılması ihtimalinin düşüklüğü ve kaçma şüphesinin bulunmaması”dır. Buna, Başsavcı Vekili Turan Çolakkadı’nın “soruşturma sürüyor” ifadesini de ekleyelim... Buradan çıkan sonuç şudur: Savcılar ellerinde yeterli delil olduğuna, en azından soruşturmayı sürdürmeye yetecek kadar delil olduğuna inanmaktadırlar.
Ben, ifadelerine başvurulacağının belli olduğu gün çok sayıda televizyon kanalına, bu kişilerin a) “şüpheli” olarak ifade vereceğine ve b) soruşturmanın bir davayla sonuçlanacağına emin olduğumu söyledim.
İzninizle, o gün bütün televizyonların, “‘Acaba komutanlar ‘şüpheli’ olarak mı yoksa ‘tanık’ olarak mı ifade verecekler” sorusunun peşine düşmesini ve “şüpheli” olarak ifade verecekleri yönünde en azından kuvvetli bir tahminde bulun(a)mamalarını bir gazetecilik kusuru olarak gördüğümü araya sıkıştırayım. Tabii ki bir “temenni”den söz etmiyorum, bazı somut bilgilerden çıkarsanmış gazeteci tahmininden söz ediyorum. Düşünün, bu kişilere “darbe girişimi” gibi net bir suç isnadında bulunduklarını yazdıkları iddianameyle göstermiş savcılar var ortada. Bu savcılar, gecikerek de olsa nihayet söz konusu kişileri sorguya almaya karar veriyorlar. Soruyorum şimdi meslektaşlarıma; onların ifadelerine “tanık” olarak başvurmaları mantıken mümkün mü? Bu, bir banka soygununu soruşturan savcıların, soygunu yapmakla suçladıkları banka müdürünü “tanık” olarak sorgulamalarına benzemez mi?
Şunu da belirteyim: Komutanların serbest bırakılmaları, soruşturmanın bir davayla sonuçlanacağına olan inancımda hiçbir eksilmeye yol açmadı. Soruşturma sürecek, dava açılacak... Elde çok delil, çok ikrar ve çok tanıklık var... Cuma günkü yazımda bunları derli toplu bir biçimde bir kez daha hatırlatacağım.
Bu faslı kapatmadan önce şunu söyleyeyim... Cumartesi günü üç kuvvet komutanının “delil karartma ve kaçma ihtimali yok” gerekçesiyle tutuklanmayacakları tahmininde bulunmuştum. Fakat düşüncem ve duygularım hukukçu Hüseyin Hatemi’nin düşünceleri ve duyguları gibiydi (halen de öyle):
“Bu kadar bariz bazı delillerden bahsedildi ama sorgulamadan tutuklama kararı çıkmadı. Bu durumu şuna bağlıyorum, galiba komutanlar için kaçma tehlikesi olmadığı kanaatine varıldı. Ama ağır suçlarda buna rağmen kaçma tehlikesi olmasa bile tutuklama yapılır. Dava açılacak görülüyor. En azından bu kadar ağır bir suçlama için tutuklama kararı verilmeli ve kefalet ile serbest bırakılma yoluna gidilmeliydi. Böylece kamuoyu vicdanı rahatlardı.”
Savcılar çıldırıyor olmalı...
Gelelim, böylece “ikinci iddianamenin çöktüğü ve çöpe atılması gerektiği” iddiasına... Şöyle yazdı Şamil Tayyar:
“(...) Savcılar, bu iddianamede, büyük darbe planını dört aşamalı senaryoya dayandırdılar. Kamuoyunun sıkça telaffuz ettiği Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz ve Eldiven senaryoları, aslında ayrı ayrı darbe planları değil tek planın evreleridir. Özetle, ortada ‘tek darbe planı’ vardır.”
Tayyar, yazısının sonraki bölümlerinde “Tek darbe planı”nın birinci evresinin sorumlularıyla (üç kuvvet komutanı) sonraki evrelerinin (Ayışığı, Yakamoz, Eldiven) sorumlusunun (Şener Eruygur) ve o çerçevede adı geçen diğer kişilerin (“Mesela Mustafa Balbay” diyor) durumlarını karşılaştırarak, ikinci iddianamenin çöktüğü sonucuna varıyor.
Şamil Tayyar, bu sonuca savcıların “dört aşamalı tek darbe planı” iddiasında bulundukları tesbitinden yola çıkarak ulaşıyor, fakat problem şurada ki, bu sadece onun varsayımıdır. Yani aslında kendi varsayımını delil olarak kullanıyor ve bu yoldan hükme varıyor.
Savcılar bunları okuyunca çıldırmış olmalılar... Çünkü onlar ikinci iddianamede, açıkça, “Sarıkız” darbe girişimini hazırlayan dört komutandan üçünün (Yalman, Örnek ve Fırtına), “Şener Eruygur’un emekli olmasına müteakip, bu yönde herhangi bir çalışma ve eylemlerinin tespit edilemediği” (s.644), keza “Ergenekon terör örgütü ile irtibatlarının tespit edilemediği” (s. 651) sonucuna varıyorlar ve bu nedenle dosyalarını “tefrik ediyorlar.”
Şener Eruygur ise muvazzaflığında tek başına planlamaya başladığı ve bu defa gerçekten de “tek darbe”nin evreleri olan Ayışığı, Yakamoz ve Eldiven girişimlerini emekliliğinden sonra da, üstelik “Ergenekon terör örgütünün amaç ve stratejisi doğrultusunda devam ettirdiği” için (s. 645) dosyası Ergenekon davası içinde mütalaa ediliyor.
“Davanın özü” diyalogunda savcı “Sarıkız”ı telaffuz etmedi!
Yani mesele öyle “Madem ikinci iddianamenin özü darbedir, öyleyse neden darbecilerin bir kısmı bu iddianamenin içinde de, bir kısmı dışında” sorusuyla anlaşılabilecek kadar basit değildir.
Bu kafa karışıklığında, Balbay’ın meşhur “Ben buradayım, Özden Örnek nerede” çağrısının ve duruşma hâkimi ile savcı arasındaki “davanın özü” diyalogunun meslektaşlarımız tarafından özensiz bir biçimde yalan yanlış aktarılmış olmasının da payı var. Çok önemli bir nokta bu. Anlatayım:
Gazete ve televizyonların kahir ekseriyeti, savcının “İkinci iddianamenin özü darbedir, burada Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz ve Eldiven darbeleri yargılanıyor” dediğini yazdı. Eh, bu durumda da “Madem Sarıkız darbe girişimi yargılanıyor bu davada, öyleyse o komutanlar niye yok” sorusu sökün etti doğal olarak.
Ben, o günlerde, iddianamesini Ayışığı-Yakamoz-Eldiven üzerine oturtan ve bu girişimin Ergenekon’la bağlantılarını kuran bir savcının, tefrik ettiğini açıkça söylediği bir suç isnadından (“Sarıkız” darbe girişimini yani) bu şekilde söz etmesinin imkânsız olduğunu düşünmüştüm.
İfadelerden sonra bu sözlere ağır bir vurgu yapılınca, açtım Anadolu Ajansı’ndan okudum haberi. Tahmin ettiğim gibi, savcı “Sarıkız”ı saymıyordu. Aynen şöyle diyordu:
“Davanın özü bu. İkinci davanın özü, Ayışığı, Yakamoz ve Eldiven...”
Bununla yetinmedim, Anadolu Ajansı yetkilileriyle konuştum. Onlar da bana o gün savcının “Sarıkız” sözcüğünü kesinlikle telaffuz etmediğini teyit ettiler. Yani anlayacağınız, duruşmayı izleyen meslektaşlarımız, savcının sözlerini, artık Allah ne verdiyse, akıllarına gelen darbe kodlarıyla iletmişler yazıişlerine... Yazıişlerindeki meslektaşlarımız da, buradaki tuhaflığı ve mantıksızlığı hiç sorun etmemişler...
Toparlarsam: 1. İkinci iddianamenin özü darbedir, evet ama Ayışığı-Yakamoz ve Eldiven’dir. 2. Sarıkız darbe girişimi ayrı bir suç isnadıyla bağlantılıdır, dolayısıyla onları ikinci iddianameyle suçlanan öteki sanıklarla karşılaştırmak temelsizdir.
Fakat komutanların serbest bırakılmasıyla, “kaçma ve delilleri karartma ihtimali düşük olan” ikinci iddianame sanıklarının “tutukluluklarının kaldırılması” talebi artık daha gür bir sesle dile getirilebilecektir.
TARAF