İki Ömerden biri!

Ali Bulaç

Geçenlerde Ahmet Altan, can yakıcı bir yazı yazdı. Yazının başlığı "Haram"dı (Taraf, 6 Aralık 2008). Şöyle diyordu: "Biliyor musunuz, ben bu dindar insanları anlayamıyorum. Allah'a inanıyorlar.

Onun gücüne inanıyorlar. Onun her şeyi gördüğüne inanıyorlar. Onun haktan, adaletten, dürüstlükten yana olduğuna inanıyorlar. Haram yerlerse "cehennemde yanacaklarına" inanıyorlar. Dürüst olurlarsa "cennete gideceklerine" inanıyorlar. Sonra da her türlü haksızlığın, haramın kapısını açıyorlar. Bunu anlamak mümkün mü? Ben inançlı biri değilim ama eğer inançlı olsaydım, "cehennem" cezasından korktuğumdan ya da "cennet" ödülüne göz diktiğimden değil, sırf "beni yaratanı utandırmamak, üzmemek için" dürüst olmaya çalışırdım. Bunların öyle kaygıları yokmuş gibi geliyor bazen bana. Benim anlayamadığım tuhaf bir inanma biçimleri var. Dindarların neyi nasıl yapacağını belirlemek ve yargılamak benim haddim de değil, hakkım da değil. Ama biri yüksek sesle ve kuvvetle "dindar olduğunu" söylüyorsa ... o zaman benim onu "kendi inancı ve kendi ahlakıyla" değerlendirme hakkım doğar. Dindar biri, dürüstlükten uzaklaşırsa ona sorarım, "bu nasıl dindarlık" diye, "hem kendini, hem senin gibi dindarları hem de seni yaratanı utandırıyorsun."

Bence Ahmet Altan, hakiki anlamda ateist veya agnostik değil. O, bazı Batılı filozoflar gibi Hıristiyan ilahiyatında tasvir edilen üçlü tabiata sahip, bedenlenebilen, insanın her türlü fiilinin salt İsa sevgisi'yle kabul edilebileceğini öngören; tabiata, hayata ve tarihe müdahil olmayan; sınıf ve din savaşlarında milyonların canına kıyılırken sadece seyretmekle yetinen; hak ve özgürlük arayışlarında, adalet taleplerinde O'nun adına doktrine edilmiş din engel olarak dikilen; aklı ve kalbi tatmin etmeyen; insanın ebedi varoluşsal sorularına cevap vermeyen bir tanrı ve din anlayışına isyan etmektedir. İnanmadığı tanrı "Allah'ı hakkıyla takdir edemeyenler"in tanrısıdır. Altan'ın hanif bir tarafı vardır.

Yazıya mesnet teşkil eden "ihale yasası"ndan hareketle belki ağır hükümlerde bulunduğunu düşünebilirsiniz, ama Altan haklı olarak "iman" ile "eylem" arasında tutarlılık beklemektedir. Siyaseti finanse eden, kamu bütçesini zarara uğratan ve her iktidar döneminde bir zümreyi haksız olarak zenginleştiren bu yasanın takıntısız geçmesi karşısında Altan şöyle demek zorunda kalmaktadır:

"Öyle aldırmaz davranıyorlar ki benim gibi biri bile sonunda Allah'a sığınmak zorunda kalıyor. Onlara şöyle demek istiyorum: İnandığınız Allah her yaptığınızı görüyor, her düşündüğünüzü biliyor. Bizden kurtulmanız zor ama velev ki kurtulsanız bile... O'ndan kurtulamazsınız."

Allah her şeyi gören, bilen ve her şeyden haberdar olandır. Allah'ın bilgisi dışında hiçbir şey cereyan etmiyor; ne varlık aleminde ne bizim hayatımızda. Eğer Allah tarihin bazı istisnai zamanları dışında olaylara müdahale etmiyorsa -ki tam İbrahim ateşe düşecekken, Musa ve halkı Kızıldeniz'de boğulacakken, bir avuç insan Bedir'de savaşırken müdahale etmişti- bizim özgürlüğümüzü ve irademizi sonuna kadar kullanmamızı murad ettiği içindir. Sorumluluğumuz haksızlıklara karşı durmak, kendimiz için istediğimiz şeyi başkaları için de istemek ve yeryüzünde hak ve adaletin tesisine çalışmaktır.

Ahmet Altan'ın yakındığı konular üç yüz senedir Müslüman dünyanın temel sorunudur. Bu sorunu akademisyenler değil, Peygamber duasına konu olan "iki Ömer'den biri" olmaya aday Ahmet Altan sınıfından sorumlu insanların, acısını yüreklerinde hissedenlerin İslam kelamı zemininde ele almaları gerekir, bu profildeki aydınlar soruna eğilmedikçe kendimize karşı saygımızı bile koruyamayız. Benim kanaatime göre, sorun şudur: Bilgilerimiz imana dönüşmüyor; imanımız davranışlarımızda tezahür etmiyor; iman ve amel birliğinden ibaret olan İslam asli tabiatımız haline gelmiyor. Soyut bilgi sahih iman için yetmediği gibi, soyut iman da salih amel için yetmez. Bu yüzden "Yapamayacağımız şeyleri söylemeye" (37/Saff, 2-3) başlıyoruz ve dinimiz bize neyi emrediyorsa aksini yapıp yine de dindar insanlar olarak geçiniyoruz.

ZAMAN