İki İttifak Arasında Paylaşılan Milliyetçilik

M. Bahadırhan Dinçaslan, 24 Haziran seçimlerinde sandığa yansıyan milliyetçi eğilimi analiz ediyor.

M. Bahadırhan Dinçaslan’ın Karar gazetesinin bugünkü (07 Temmuz 2018) nüshasında yer verilen analizini ilginize sunuyoruz:

Seçimin İdeolojik Analizi: İki İttifak Arasında Paylaşılan Milliyetçilik

Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en yüksek önemi haiz seçimini geride bıraktı. Muhalif cephede beklentiler gerçekleşmez ve eleştiriler, değişim talepleri seçim sonuçlarının rüzgarıyla yeniden canlanırken, iktidar cephesinde büyük bir zafer havası sezilmiyor. CHP’de başkanlık tartışmaları bu defa çok daha güçlü argümanlarla alevlendi, İYİ Parti’nin seçimden sonra 3 gün boyunca başkan düzeyinde açıklama yapmaması ve “benim başkanlığımda devam kararı alındı…” ifadesi manidar. Bütün bu manzarada, geriye bakışla ittifakların siyasi söylem konumlandırmalarını analiz ederek “buraya nasıl gelindi” sorusunun cevabını aramak gerekiyor.

İktidar cephesine ve Cumhur İttifakı’na bakılınca, iktidar partisinin bir söylem değişikliğine gittiğini söylemeye bile gerek yok. “Milli Görüş gömleğini çıkarmak”tan “Ilımlı İslam” söylemine, oradan “Stratejik Derinlik”, Yeni Osmanlı söylemine, nihayet MHP ile ortaklaşa bir Türk-İslam milliyetçiliğine yapılan göndermelere uzanan bir dizi söylem değişikliği var. Bu noktada MHP-AK Parti ortaklığının AK Parti cephesindeki manzara şu: AK Parti, milliyetçi olmuş değildir. Milliyetçiliğin “marka değeri”ni MHP yoluyla almış ve pazarlama stratejisinde kullanmaktadır. Yıllardır AK Parti havzasında bulunan birçok ismin, yeni milliyetçi söyleme karşı çıkması da bunu ispatlıyor. Özellikle Erdoğan, kendisini çok sorumluluk altına sokacak beyan ve hareketlerden kaçınıyor, küçük ortak MHP’nin milliyetçiliği, AK Parti’nin FETÖ ile ilk sürtüşmelerden sonra ihtiyaç duyduğu milliyetçi söylemi ikame etmek üzere kullanılıyor. İki ortağın da bu işbirliğinden kazanımları var. Bu söylemin geçici olduğu, daha önce milliyetçilik karşıtı söylem ve eylemlerle tanınan iktidar partisinin geçmişi göz önüne alınınca neredeyse kesindir. Yarının siyasi konjonktüründe iktidar partisinin kendisini milliyetçilikten uzaklaştırması gerekirse, küçük ortakla yolların ayrılması yeterli olacaktır, bu yönüyle AK Parti stratejik bir zekayla hareket etmektedir.

Diğer yandan, AK Parti’nin milliyetçi sembol, ikon ve marka değerlerini alarak bu yönde bir pazarlama stratejisine ihtiyaç duyması dünyadaki trendlerle de ilişkili. Milliyetçilik yalnızca Türkiye’de değil, bütün dünyada yükseliyor. Dünyanın çatışmalarla dolu, tedirginliklerin ve şüpheci yaklaşımın arttığı, blokların gevşeyip NATO gibi kurumlarda dahi üyelerin sürekli kendi tehdit algıları ve stratejik hedefleri doğrultusunda tekil hareket etmeye başladıkları bir fazındayız. NATO içerisindeki tartışmalar ve Brexit olayı bunun iki önemli göstergesidir.

Son olarak, AK Parti’nin bütün kazanımlarına rağmen bir dezavantajı var. Meclis çoğunluğunun sağlanamaması, MHP’yi Bahçeli’nin ifade ettiği üzere kilit parti haline getiriyor. Meclisin yetki ve etkisi her ne kadar azalmış olsa da Cumhurbaşkanı’nın hala MHP’ye ihtiyacı var. Bu Erdoğan için çözülmesi gereken ilk sorun olarak karşımıza çıkıyor: Erdoğan FETÖ ile yollarını ayırmasına ve savaş ilan etmesine neden olduğu üzere, iktidar paylaşmaktan hazzeden bir lider değil. Üstelik, sağda çıkan bütün alternatifleri bir şekilde bertaraf etmesiyle biliniyor. Demokrat Parti hamlesinin engellenmesi, Numan Kurtulmuş’un o dönem ses getiren HAS Parti’den transfer edilmesi ve meydanlarda merkez sağ bir figür olarak parlayan Süleyman Soylu’nun transferi üç önemli vaka. Hatta bu üç hamlenin “merkez sağ seçmen” denen bir kitlenin artık mevcut olmamasına neden olduğunu söyleyebiliriz. İYİ Parti cephesinden Mehmet Aslan’ın millet menfaatine olan konularda Erdoğan’ı MHP’ye mecbur bırakmayız mealindeki çıkışı da bu bağlamda anlamlı. Meral Akşener’e Başkan Yardımcılığı teklif edildiği dedikodusu yalanlandı, ancak Erdoğan’ın AK Parti’ye kahir ekseriyeti sağlatacak kadar milletvekili transferi operasyonu yapması gayet beklendiktir. Maalesef, seçim sonrası yekpare, kararlı ve mesajı alıp özeleştiri yapmış, seçmenini teskin eden bir görüntü vermekten uzak olan İYİ Parti de buna teşnedir.

MHP cephesinde ise “siyaset dışı” bir durum var. Öyle ya, siyaset konuşarak, vaat vererek, etkinlik yaparak ve kazanım hedefleyerek yapılır. MHP neredeyse hiç miting yapmadığı gibi, bütün mitinglerinde katılım çok azdı. Hiç miting yapmayan, etkinlik yapmayan, vaat vermeyen bir parti, yalnızca iktidara destek verince seçmen tarafından ödüllendirildi. Bunda iktidar ortaklığı beklentileri olduğu kadar, AK Parti’ye oy veren muhafazakar kanattaki MHP seçmeninin ittifak nedeniyle rahatça geri dönüşü de etkilidir. Fakat, hala meseleyi “siyaset dışı” kılan durum, Bahçeli’nin tutumudur. Bahçeli bir talepte bulunmayacaklarını yineliyor. Bu oldukça kafa karıştırıcı, zaten böyle bir partinin ödüllendirilmesi siyaset açısından düşündürücüyken, en çok Erdoğan için kafa karıştırıcı. Normal ve anlaşılır zeminde hareket edilemeyen bir ortak her zaman tehdit ve şüphe kaynağı olacaktır.

Gelelim Millet İttifakı’na. Millet İttifakı elbette başarısızdır. Ancak ittifak içerisinde yüzde 30 oy alarak “rasyonel beklentileri karşılayan hatta aşan” isim İnce, büyük planda değilse bile partisi göz önüne alınınca başarılıdır. Kürtçü solun bileşenlerinden bir kısmı da dahil olmak üzere Türkiye’de “sol” kabul edilebilecek bütün yapıları birleştirip oyunu almayı başarmıştır. Bu başarıyla Türkiye çapında bir etki ve yetkiye, yani başkanlığa ulaşması mümkün olmadı, ancak bir süredir memnuniyetsizliğin tavan yaptığı partisinde bu rüzgarla bir değişim talebinde bulunacağı açık, güncel restleşmeler de artık ilk hamlelerin yapıldığını gösteriyor.

İttifak bileşenlerinden İYİ Parti, oldukça başarısız. Yüzde 20 potansiyel bandında başlayarak parti oyunu yüzde 10, Akşener’in daha önce partinin üzerinde olması beklenen oyunu da yüzde 7 bandına getiren bir düşüş trendiyle seçimi sonlandırdı. Bunda elbette İnce’nin başarısının payı var; ancak İnce’nin başarısının bunda payı varsa, bunun nedeni yine İYİ Parti’nin politikasıdır. İYİ Parti, hala bir “merkez sağ seçmen” bulunduğu illüzyonuyla hareket etti ve Kürtçü sol seçmeni rahatsız edeceğini düşündüğü hamlelerden sürekli kaçındı. Hikayesinin merkezinde yer alan “yeni, demokrat, şehirli milliyetçilik”i, o kitleyi peşinen elde sayarak öne çıkarmadı, başka seçmen gruplarını kazanmaya yöneldi. Bu prensip olarak doğru bir hamledir, ancak iki hususu gözden kaçırdı. Birincisi ve en önemlisi, sonuçlardan görüldüğü üzere seçimin galibi milliyetçiliktir. Ben şahsen onaylamasam ve aslen milliyetçilik yapmadıklarını düşünsem de, Cumhur İttifakı üyeleri kendilerine has bir milliyetçilik iddiasıyla başarılı oldular. Türkiye’de yükselen trend milliyetçilikken ve kendini doğrudan-sadece milliyetçi tanımlayan seçmen oranı yüzde 40’lara dayanmış, milliyetçilik bir değer olarak yüzde 90’lara varan oranlarda paylaşılıyorken, özellikle MHP milliyetçiliğine dair memnuniyetsizliğin üzerine gitmeyen, milliyetçilik yapmayan bir İYİ Parti seçmen tarafından cezalandırıldı.

İkinci husus ise vahim bir stratejik hatadır. İYİ Parti söylemleri, kampanyaları, pozisyon belirleyen, kendini çerçeveleyen hamleleri ile sürekli olarak CHP kitlesi ve havzasına oynadı. Bu “klasik muhalefet” alanının oy hacmi belliyken ve bunun başkanlık için yetmeyeceği aşikarken oldukça yanlış bir hamleydi. CHP’nin memnuniyetsizlerine oynamak, görünüşe göre ulusal planda yüzde 3’lük bir oy olarak partiye yansımış, ancak Akşener’e yansımamış görünüyor. Bunun nedeni de seçmenin partiden memnuniyetsiz, başkan adayından ise memnun olmasıdır. İYİ Parti, doğuşuna neden olan saikleri ve “doğal konumlandırması”nı unutarak oldukça yanlış bir zeminde politika yürüttü. Milliyetçi-muhafazakar seçmenin oylarına talip, bunun yanında apolitikleşmiş, milliyetçi meyilleri olan, fakat ümitsiz ve seçeneksiz hisseden genç, genç-yetişkin, eğitimli ve şehirli kitleyi de siyasete getirdiği taze nefes olarak arkasına almış bir parti görüntüsünden, biraz daha sağ ile barışık bir CHP görüntüsüne girmeye çalıştı.

İYİ Parti’nin bundan sonraki süreçte başarılı olması, seçime dek ve özellikle seçimden sonra takınılan tavrın terkedilmesine bağlı. Aidiyetin yeni kurulan bir parti olması dolayısıyla zayıf olduğu, farklı geleneklerin bir araya gelip zaman zaman iç sürtüşmeler yaşadığı ve birinci sıraların genelde kontenjan ve maddi güç gözetilerek belirlendiği bir partide, özellikle maddi gücü nedeniyle birinci sıraya konulmuş ve vekil olmuş siyasileri, mevcut pozisyonundaki Akşener’in sevk ve idare etmesi güçleşecektir.

Gelelim seçimin en az eleştirilen ancak belki de en büyük eleştiriyi hak eden bileşeni, Saadet Partisi’ne. Seçim süreci boyunca Saadet’in kampanyası oldukça beğenildi, alkışlandı, fakat oya dönüşmedi. İYİ Parti gibi Saadet de bir illüzyon yaşadı. CHP’nin beslendiği geleneksel havza olan, şehirli, yüksek eğimli genç ve genç yetişkin grubunu hedef alan, mizahi unsurlar içeren bir kampanya yaptı. Oysa ki, İYİ Parti’de olduğu gibi, ittifak içerisinde bu havzayı dolduran ve oyunu halihazırda almış bir parti zaten vardı ve unutuldu. Üstelik, Saadet Partisi’nin bu ittifakta işlevi, defansif bir işlevdi. Saadet’in içinde yer alacağı bir ittifaka karşı dini tandanslı saldırılar kolay olmayacaktı. Özetlemek gerekirse Saadet Partisi, cumhuriyet tarihi boyunca ilk defa “İslamcılık yapması gereken” bir ortamda İslamcılık yapmadı. Defansif işlevini göstermediği gibi, kampanyasının hedefine oturttuğu kitleden oy alamadı, kendi eski ve güçlü küçük esnaf teşkilatını da ittifak lehine seferber edemedi. Şov yaptığıyla kaldı ki, profesyonel anlamda iletişim sektörü içinde ciddi bir tuzaktır. Hedef kitlenizin değil, karar alıcılarınızın yahut hayalinizin tatmin olmasını amaçlayan bir kampanya yaparsanız, en iyi reklam ödülü alabilirsiniz, fakat bu ürün satışlarına yansımaz.

Hülasa, kurgusunu Türk-İslam üzerine yapan Cumhur İttifakı, -şahsen bu görüşün karşısındayım, belirtmek isterim- kurgunun bileşenlerini, söylemlerini, tarihi birikimini amaçlarıyla uyumlu, etkin ve doğru bir şekilde kullandı. Millet İttifakı ise, seçmen segmentlerini düzgün bölüşerek, bileşenlerini öz kaynakları, hikayeleri ve konumlandırmalarına uygun bir şekilde seferber edemedi. Diğer iki bileşen de, CHP havzasına oynadı ve ittifak kaybetti.

HDP’ye gelince, HDP, Nassim Nicholas Taleb’in “uzlaşmaz azınlığın tahakkümü” teorisine çok uygun bir örnek teşkil ediyor. Taleb’e göre topluma homojen dağılmış ve uzlaşmaya yanaşmayan bir azınlık, tahakküm kuracaktır. Sözgelimi, toplumda oranı yüzde 1’i bile bulmayan Yahudiler, restoranların “koşer” hizmet vermesine sebebiyet verecektir, zira Yahudiler koşer olmayanı yemez ama diğerlerinin koşer yemekle ilgili bir sorunu yoktur. Kürtçü sol diye özetleyebileceğimiz HDP söylemi, kitlesini konsolide ediyor ve uzlaşmaya yanaşmıyor, bu yüzden oy oranı az olsa da siyasette belirleyiciliği yüksek. Erdoğan’ın bir alternatifi de HDP ile tekrar görüşmelere başlama ihtimalidir; bu ihtimal gerçekleşmese bile varlığıyla Erdoğan’ın gözdağı vermesine ve elinin güçlenmesine neden olacaktır. HDP’nin siyasetteki belirleyiciliği, en büyük zararı ise İYİ Parti’ye verdi. Parti, nedendir bilinmez, HDP seçmenini ürkütmeme hassasiyetini çok abartarak, kendi hedef kitlesinden uzaklaştı ve bir hayal kırıklığı yaşadı.

Bu seçimin gündelik ve güncel politikanın ötesindeki ideolojik düzlemde verdiği mesaj ve yaptırdığı çıkarım, milliyetçiliğin zafer kazandığı ve aynı zamanda iki tür millet ve milliyetçilik tanımının aşağı yukarı eşit güçte iki çatışan kampta yer aldığıdır. Artık “Türk”ün ne, kim ve nasıl olduğunun kavgası verilecek, bu kavgadan kazanarak çıkan önümüzdeki yıllardaki Türk insanının asgari müştereği ve “ortalaması”nı belirleyecek. Mümkün olduğunca objektif kalmaya çalıştığım bu yazıda, hangi tarafın kazanmasının ülke ve Türk’ün hayrına olduğunu belirtmekten kaçınmak zorundayım.

Yorum Analiz Haberleri

Sosyal medyanın aptallaştırdığı insan modeli
Dünyevileşme ve yalnızlık
Cuma hutbelerindeki prangalar kırılsın
Batı destekli spor projeleri neye hizmet ediyor?
Kemalizm’e has bu Laiklik Fransa’da bile yok!