Türklerle İranlıların ilişkilerinin geçmişi İslamiyet öncesine, Hun, Avar, Hazar ve Göktürkler zamanına kadar uzanır. Bu dönemde Türkler Sasani ordusunda askerlik yapmış, devlet kademelerinde bazı bürokratik görevlerde bulunmuşlardır. Ancak, Türklerle İranlıların ilişkileri, iki ulusun İslamiyeti kabul etmeleriyle hız kazanmaya başladı. Türkler bu dönemde Orta Asya'dan batıya akın ederken daha ilk durakta İranlılarla karşılaştılar. Bu karşılaşma her iki kültürü de çok derin bir şekilde etkiledi. İki halkın çok daha yakın ilişki içine girdiği dönem, Selçuklu Devleti'nin İran coğrafyasına egemen olmasıyla başlamıştır.
Selçukluların bölgedeki hâkimiyetinden sonra Anadolu'ya yerleşen Türklerle, Türkler tarafından yönetilen İranlılar arasındaki çekişmeler hiçbir zaman sona ermedi. Türk-İran ilişkilerindeki en önemli kırılma, 16. Yüzyılda yine bir Azeri hanedanı olan Safevilerin Şiilik bayraktarlığıyla İran’da işbaşına geçmesiyle meydana geldi. Aynı yüzyılda Osmanlılar ise Hilâfeti ele geçirerek Sünniliğin bayraktarı haline geldiler. Bu tarihten sonra Osmanlı-İran çekişmesi aynı zamanda Sünni-Şii çekişmesi şeklinde bir boyut kazandı. Takip eden iki yüz yıl boyunca Osmanlı ve Safevi arasındaki savaşlarda aradaki bazı bölgelerin bu iki imparatorluk arasında bazen el değiştirmesi hesaba katılmazsa mutlak bir galibiyet veya mağlubiyetten söz edilemez. Sonunda 1639 yılında imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması'yla günümüzde dahi geçerliliğini sürdüren, Ortadoğu'da emperyal cetvelle çizilmemiş yegâne sınır olarak Türk-İran sınırı belirlendi.
Takip eden yüzyıllarda, Batı’nın güçlenmesine mukabil Osmanlı’nın zayıfladığı, imparatorluk topraklarının önemli bir kısmının Batılı ülkeler tarafından işgal edildiği ve nihayetinde hilafetin lağvedildiği bir süreç yaşandı. Bu bakiye üzerinde sınırları Batılılar tarafından masa başında çizilen ulus devletler kuruldu. İlginçtir, Türkiye dâhil bu nevzuhur devletlerin tümü kendilerine çizilen ulusal sınır ve sembollerine büyük bir muhabbet beslediler. Ancak, bir dış müdahale karşısında Irak ve Suriye’nin parçalanması ve bu süreçte yaşanan yıkım ve acıların boyutunu görünce çizilen bu sınırların, ulusal sembollerin ve Esad ve Saddam gibi diktatörlerin devasa heykellerinin hiçbir sahiciliğinin olmadığını net bir şekilde gördük.
Savaş ve çatışmalarla gündeme gelen Şam, Bağdat veya Erbil dediğimizde aslında bundan yüzyıl öncesine kadar Osmanlı’nın birer vilayeti olan yerlerden söz etmiş oluyoruz. Dolayısıyla, hilafetin dağılması sonrasında bu miras üzerinde teşkil edilen ülkelerdeki siyasal boşluğun giderilemediği gerçeğiyle de karşı karşıya kaldık.
İmparatorluk bakiyesi bir ülke olarak Türkiye’nin bundan yüz yıl öncesine kadar yönettiği Ortadoğu’da bölgesel ve tarihi ağırlığı ile uyuşmayan dış siyasetini ve bin yıldır beraber yaşayarak kader birliği yaptığı Kürtlere ilişkin güvenlik bariyerine takılan kısır siyasetini, benzer tarihi tecrübeler yaşayan başka imparatorluk bakiyesi ülke olarak İran’ın bölge ve Kürt siyaseti ile mukayese edildiğinde İran lehine bir siklet farkının olduğunu teslim etmek gerekir.
İran, 79’daki İslam devriminden sonra ulus devlet paradigmasının oluşturduğu kısıtlılığı aşma imkânı buldu. Siyasetinin merkezine aldığı Şiilik üzerinden enternasyonalist ve yayılmacı bir bölgesel aktör olarak kendi nüfuz alanlarını Şiilik üzerinden tahkim ederek imparatorluk bakış ve reflekslerini yeniden kazandı. (İran’ın bölgede siyasi olarak elde ettiği bu güçlü pozisyona ahlaki bir tutumun eşlik etmediğini belirtmem gerekir.)
Buna mukabil Türkülük izini aramaktan öteye geçmeyen kısır bölge siyaseti sebebiyle Türkiye, Ortadoğu’da ortaya çıkan bu yeni ve kaotik duruma açık pozisyonda ve etkisiz bir aktör olarak yakalandı. Hâlihazırda Ortadoğu’daki güç dengesi İran, ABD/İsrail ve Körfez ülkeleri arasında kurulmuş görünüyor. Türkiye bu denklemin periferine düşmüş durumda.
Kürtlerle ilişkilerde de İran aynı şekilde çok daha belirgin bir avantaja sahip. İran’ın Irak, Suriye ve Lübnan’daki nüfuz alanı bir yana Kürdistan sahasındaki bütün Kürtlerle direkt konuşabilen, işbirliği yapabilen ve gerektiğinde isteğini de yaptırabilen bir aktör konumundadır. Babası Türk, annesi Kürt, Mahabat’lı Pezişkiyan geçen ay ziyaret ettiği Irak’ta Cumhurbaşkanıyla ve Kürdistan bölge yöneticileriyle tercüman bulundurmaksızın konuştuğu fesih Kürtçesi, ayrıca, Azerice, Türkçe ve Arapça diline vükufiyetiyle tam bir bölgesel lider görüntüsü veriyor.
Aslında 91 yılında ABD’nin Irak’a müdahalesi sonrasında Kürtlerle en fazla temas imkânına sahip olan ülke Türkiye idi. Gerek ABD desteği gerekse Irak’taki Kürtlerin onayıyla Türkiye bölgede asker bulunduruyor, üsler inşa ediyordu. Ancak, Türkiye bölgeye ilişkin tüm politikalarını ve enerjisini PKK ile mücadeleyle sınırlı tuttu.
Türkiye’nin tüm Kürdistan sahasında dolaysız olarak konuşabildiği tek Kürt hareketi olan KDP bile bundan sonra daha ziyade İran-Arap dengesini gözetecek. Bölgedeki Kürtler, İran’ın domine ettiği bir ülkede ve Araplarla iç içe yaşıyor. Öyle ki, bir parçası olduğu merkezi Irak hükümetiyle, hatta Süleymaniye’yi kontrol eden KYB ile sorunlarını çözmek için bile İran’ın arabuluculuğuna ihtiyaç duyuyor. Bölgedeki Kürtler açısından kolayca gözden çıkarılabilecek bir aktör olduğunu iddia etmiyorum ama Türkiye’nin hâlihazırdaki görüntüsü maalesef bu şekilde.
Ortadoğu’daki mevcut tablo 15. yy. konjonktürüyle büyük oranda benzerlik gösteriyor. Nitekim, İran’ın mezhepçi politikalarını dengeleyen Osmanlıdan boşalan alanları emperyalist hedeflerle bölgeye gelen Batılı güçler doldurmaktadır. İmparatorluk veya hilafet arayışları hayata geçirilmesi muhal olan bir nostalji olabilir ama Türkçü politikalarla da bölgede etkin bir güç olmanın imkan ve ihtimali yok.