İki baba, iki hikâye: İnan Suver ve Yakup Köse

Hilal Kaplan

"23 Temmuz 2001 yılından bu yana ısrarla ve inatla asker edilmek isteniyorum. Oysa ben 3 çocuk babası, inşaat işçisi, kimsenin tavuğuna kış, kimsenin de kedisine pisi pisi etmemiş, bilerek ince belli karakarıncayı incitmemiş, hep güçsüzden, hep kaybedenden yana olmuş (futbolda bile hep küme düşme tehlikesinde olan takımları tutmuş, asla kimseye hükmetme derdinde olmayan, aynı zamanda kimsenin de emrine girmeyen, yalnız doğmuş, yalnız gömüleceğini bilen, buna göre yaşamak isteyen biriyim. Hal böyle iken 17 bin faili meçhul cinayetin işlendiği/ 4000 köyün yakıldığı/ köylerinden yurtlarından zorla şehirlere göç ettirilen milyonlarca aç perişan yaşamların olduğu/ 50.000 gencin öldürüldüğü/ kardeşin kardeşe düşman edilip kinlendirildiği/ milyonlarca gencin ruhsal rahatsızlıklara itildiği/ binlercesinin de intiharlara sürüklendiği lanet savaş ve savaşma sanatı denen askerliği yapamıyorum, yapmıyorum. Ana kuzusu, tığ gibi, sakalı doğru düzgün çıkmamış gençlerin de yapmasını istemiyorum."

İnan Suver, kendisini ve mücadelesini böyle anlatıyor. Telefonda eşi Remziye Hanım'a "Ben bir suç işlemedim ki, neden hapisteyim?" diye soruyormuş. Oysa İnan, çok büyük bir suç işledi. "Devlet büyükleri"mizin bizler için öngördüğü sınırları sorguladı ve mücadelesi sayesinde sorgulatmaya devam ediyor.

İnan, inanmadığı bir savaşta yer almayı reddediyor. "Askere gitmeyeceğim, kardeş kanı dökmeyeceğim. Öldürmektense, ölmeyi tercih ediyorum" diyor. Hâlbuki sistem ona bir tercih hakkı tanımamıştı ki. Adı üstünde "zorunlu askerlik". Ancak dine saygısızlık etmek pahasına askerliğin "kutsal vazife", ordunun "Peygamber ocağı" diye anıldığı güzide ülkemde, bir Allah'ın kulu da çıkıp "Madem bu kadar "kutsal", o halde neden "zorunlu"?" diye sormuyor. Öyle ya, dinde "bile" zorlama yoksa, ulus-devlette neden böylesine "kutsal" bir vazife hâlen zorunlu?

İnan, itaatkâr bir vatandaş olup, 2001 yılında başladığı askerlik macerasını nihayete erdirseydi (tabii çatışmada ölmeden, bir "kaza kurşunu"na kurban gitmeden veya 'intihar' etmeden), şu anda çoktan işinin gücünün başında, "normal" bir vatandaş olarak hayatına devam edebilecekti. O "zorunlu" değil, "zor" olanı tercih etti. Bir insanın gerekirse tüm dünyaya meydan okumasını sağlayan yegâne gücünü, özgür iradesini kullandı ve vicdanî reddini ilan etti. Bu uğurda hapse girdi, işkence gördü, aşağılandı. İnan, hâlâ cezaevinde. İçinde bulunduğu şartları protesto etmek için açlık grevine başlamış. Sağlık durumu zaten iyi olmayan İnan'ın geleceğinden kaygı duyuluyor...

Mülkün temelinin adalet değil, "esas duruş" olduğunu hissettiren bir diğer yargı mağduru Yakup Köse. Bazı siyasetçilerimizce bittiği iddia edilen 28 Şubat süreci sırasında, Yakup Köse, henüz 14 yaşındayken, "terör örgütüne üyelik" suçlamasıyla tutuklanıp idam talebiyle yargılanmış. Hakkında idam kararı verilmiş ama yaş haddinden 10 sene hapis yatıp çıkmış. Çıktıktan sonra hayatını düzene koymak için çabalamış. Evlenmiş, iki kız babası olmuş.

Fakat Yakup, yine hapse atılma ihtimaliyle karşı karşıya. Zira, Hakan Albayrak'a yazdığı mektupta anlattığı üzere, önceki gibi kanıttan yoksun, akıl almaz bir suçlamayla karşı karşıya:

"neden içeri gireceksin derseniz, yasadışı bir şey yaptığımdan dolayı değil, merak etmeyin... mesele 2000 yılında bandırma cezaevine onların isyan dediği, benim de planlı provokasyon kokan bir baskın dediğim bir olay bu... olayda ben ve 9 arkadaşımız ağır yaralandı ve cezasını bitirmesine 1 ay kalan doktor bir arkadaşımız hasan meriç katledildi... tabii bizi o cezaevinde bırakmadılar ve eskişehir'e sevk ettiler...bu provokasyoncu zihniyet döktükleri kanla yetinmeyim bir de ben dahil orda bulunan 30 arkadaşımıza dava açmışlar...2000 yılında açılan dava arayıp sormuyorlar herhalde zaman aşımı olmuştur diye düşünürken önümüze gelen bir celp kağıdı gösterdi ki 18 yıl hapis isteniyormuş ve 29 haziranda istanbul 12. ağır ceza mahkemesinde saat 9:30 da gerçekleşecek olan mahkeme karar mahkemesiymiş, suçumuz da biz sevk edildikten sonra koğuşları hücreye çevrilirken duvarları yıktıklarında duvarların içinden çıkan ateşli ve ateşsiz silahlarmış... yahu el insaf, orası onların kontrolünde bir yer, biz nasıl sokalım onları oraya... hadi soktuk, neden kullanmadık. Bir de komik olan sevkimizden iki ay sonra çıkan malzemeler bunlar, müneccim mi bizim koyduğumuzu anlamış? Farazalar, iddialar... kararlar demiyorum çünkü inanıyorum ki 29 haziranda beraat edeceğiz. çünkü adalet bunu gerektiriyor... yoksa bu da faili meçhul olaylardan biri olarak tarihe geçecek... o zamana, provokasyoncu zihniyet diyorum, çünkü ülkenin başbakanını hastanede iğnelerle öldürmeye çalışan bu zihniyet değil miydi? yahu başbakanına bunu yapan bir anlayışın bir köşede olan cezaevindeki tutuklulara komplolar hazırlaması, garip garip suçlar isnat etmesi mümkün olamaz mı... bakın hayata dönüş dediler kirli çamaşırlar çıkınca tufan operasyonu olduğu ortaya çıkmadı mı? en başta yazmıştım ya zamanla yarış diye, halimin izahını şimdi anlarsınız. 29 hazirana bir kaç gün kaldı ve elimdeki bütün imkanlarla sesimi duyurmaya çalışıyorum..."

"Baba sevgisi"nin, tüketim çılgınlığı eşliğinde, senede bir güne sığdırıldığı bu günde, size geçmişi ellerinden alınmış ve geleceği tehlikede olan iki babanın hikâyesini anlatmayı uygun buldum. Onları çocuklarına kavuşturmak için bir ses de siz verir misiniz?

YENİ ŞAFAK