Önce küçük bir tekrar:
Bir darbe girişimine bağlı olarak bizdeki çapta (on binler) ve tarzda (Kürt öğretmenlerden muhalif seslere uzanan ve hata payı yüksek), koşullar gerektirse de sonuç olarak (kimi temel hak ve özgürlükleri askıya alan) olağanüstü hal rejimine dayanan tutuklama, gözaltı ve açığa almalar, bir toplumun hayatını yıllar boyu etkiler. Suçun şahsiliği ilkesinin esnetilmesinden bu istikamette takip ve kanıt yöntemlerine, bunları uygulayacak savcı-yargıç grubundan mümkün kılacak yasal düzenlemelere kadar asayişçi devlet faaliyeti, “siyasi zaman”ı işgal etmekle kalmaz, zamanın ruhunu da işgal eder ve belirler...
Hukuk devleti, olağanüstü hal koşullarında bile, demokratik düzenini yıkmak isteyen her eyleme hesabı asgari demokrasi koşullarında ve hukuk yoluyla sormakla mükelleftir. Bu, sadece şüpheli ve suçluların değil, tüm toplumun hak ve hukukunun teminat altına alınmasının gereğidir.
Daha dün, Gülencilerin elinde “Balyoz ve Ergenekon” davalarının kirletilmesi, bu kirin tüm topluma sıçramasına yol açmadı mı? Mağdurların uğradıkları hak gaspı tüm yargı düzenini paramparça etmedi mi? Bunları hep beraber yaşamadık mı?
Hatalar düzeltilebilir, ama iz bırakır.
Bu ülkenin önde gelen aydınları, yazarları, fikir adamları arasında yer alan, darbe, şiddet, terörle yakından uzaktan ilişkileri bulunmayan Şahin Alpay, Ali Bulaç, Nazlı Ilıcak, Aslı Erdoğan, Murat Aksoy, Mehmet ve Ahmet Altan eninde sonunda özgürlüklerine kavuşacaklar, buna şüphem yok. Kanım odur ki, her birinin sadece ömrü, kavgası, eseri, öyküsü bile kendi başına darbe ve terör karşıtı bir duruş ve bu duruşa dair bir kanıt oluşturmaktadır.
Ama mevcut durum, aradan geçen ve geçecek zaman nasıl açıklanacak?
Hangi izi bırakacak?
Ya da FETÖ'yle ilgisi olmayan, açığa alınarak FETÖ'cü olarak damgalanan mağdurların, ailelerinin hukuku ve onuru ne olacak?
O izler nasıl silinecek?
İzin ötesinde ortada riskler var.
Tarihçi Şükrü Hanioğlu, Sabah Gazetesi’nde bu riski, yakın tarihimizdeki iki örnekten hareketle hatırlatıyor. Siyasi iktidarların kalkışma boyutuna ulaşan kimi tehditleri tasfiye ederken, tek parti rejimini nasıl tesis ettiğini anlatıyor bu örnekler:
“Muhalefetin, Bâb-ı Âlî baskını ile iktidara el koymuş olan İttihad ve Terakki rejimine yönelik yeni bir girişiminin işaret fişeği olan (Sadrâzam Mahmud Şevket Paşa'ya yönelik) suikast (11 Haziran 1913) sonrasında, hükûmet kendisini hedef alan tertibe karşı zecrî tedbirler almış, bu alanda yürütülen mücadele ise girişimden bağımsız olarak tüm muhalefetin tasfiyesi ile neticelenmiştir. Bürokrasi ve ordudaki muhaliflerin tetikleyebilecekleri yeni bir darbeyi önleme endişesi fiilî bir tek parti rejiminin yerleşmesine ciddî katkıda bulunmuştur.
Şeyh Sa'id İsyanı'ndan (1925) İzmir Suikast Girişimi'ne (1926) ulaşan süreçte yaşanan gelişmeler nedeniyle alınan tedbirler, Takrir-i Sükûn Kanunu'nun çıkarıldığı, muhalefet fırkasının kapatıldığı, İstiklâl Harbi kahramanı komutanlardan İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin eski liderlerine ulaşan bir yelpazedeki muhaliflerin (bir bölümü kanıtlanamayan suçlamalarla idam edilerek) tasfiye edildiği rejimin altyapısını hazırlamıştır...”
Günlerdir yaptığımız uyarıyı bir kez de Hanioğlu'nun satırlarından okuyalım:
FETÖ'nün “tasfiyesinin Türkiye için bir hayat ve memat meselesi olması, aslî hedefimizin katılımcı demokrasi olduğu gerçeğini gölgelememeli ve bu ideale ulaşmamız için kat etmemiz gereken yolu uzatmamalı”dır.
Temel meselemiz budur.
15-16 Temmuz demokratik konsensüsünün anlamı burada yatmaktadır.
Yeni Şafak