Halil Berktay’ın konuyla alakalı dört yazısını birleştirerek aşağıda ilginize sunuyoruz:
(1) “İHTİLÂL HUKUKU” ÜZERİNE DÜŞÜNCELER / 09 TEMMUZ 2018-07-13
Taha Akyol’un Atatürk’ün İhtilâl Hukuku diye bir kitabı var. 2012’de yayınlandı. Okumadıysanız mutlaka okumanızı öneririm. Türkiye boyutu bir yana; özellikle benim gibi, hayatının bir bölümünü Marksizmin içinde geçirmiş eski solcuların, nelere inanmış olduklarını mukayeseli bir çerçeve içinde yeniden düşünmeleri için esaslı malzemeler sunuyor.
Çünkü işin evveliyatı var. Fransız Devrimi’nin 1792-1794 arasındaki Jakoben aşamasında Robespierre ve Saint-Just (normal hukuk kurallarına uyması gerekmeyen) olağanüstü “devrimci yönetim” teorisini geliştirmişti. “Devrimin kanunu bütün kanunların üzerindedir” sözü buradan gelir. Uygulaması, Terör (La Terreur) oldu. Fransa kana bulandı. Kamu Selâmeti Komitesi’nin itiraz kabul etmeyen kararları doğrultusunda belki 45,000 kişi giyotine gönderildi.
Sonra Marx bunu aldı ve kapitalizme karşı sosyalist devrimin getireceği yönetimi “proletarya diktatörlüğü” olarak teorileştirdi. Gerçi sadece “ilk ağızda” veya “geçici” olarak düşünmüştü bunu. Ama Lenin, Stalin, Mao ve Pol Pot gibi takipçileri “proletarya diktatörlüğü” teorisi ve uygulamasını giderek yaydı, uzattı ve ebedîleştirdi. “Büyük çoğunluk için demokrasi” hiç gerçekleşmedi. Çünkü her zaman sosyalizmi yıkıp kapitalizmi geri getirme peşindeki iç ve dış düşmanlar söz konusydu. Bazıları tarih sahnesinden siliniyorduysa da sürekli yenileri çıkıyor, daha doğrusu bulunuyor, bir şekilde icat ediliyordu. Stalin’in politikaları sonucu ölen sivil sayısı yaklaşık 20 milyon denirdi. Sovyet arşivlerinin açılması sayesinde yeni bir ivme kazanan uluslararası araştırmalar, bu rakamı 10 milyona çekiyor (bkz Timothy Snyder, “Hitler vs Stalin: Who Killed More?”; The New York Review of Books, 10 Mart 2011). Gene de korkunç bir rakam. Savaşta düşman askeri değil, kendi halkınız bunlar. Halen, Çin’de Mao döneminde ölen sivil sayısına ilişkin tahminler 78 milyonlarda dolaşıyor. Frank Dikötter’e göre (bkz Mao’s Great Famine: The Story of China’s Most Devastating Catastrophe), sadece 1958-1962 arasındaki Büyük İleri Atılım macerası, bunun 45 milyonundan sorumlu. Belki geçmişteki Stalin dönemi tahminleri gibi bunlar da çok aşırıdır; ileride bir gün Çin’de de çöküş yaşanır ve gizli arşivler açılırsa, toplam, ne bileyim, 20-30 milyona düşebilir. Bilim açısından, önemli bir düüzeltme olur kuşkusuz. Ahlâkî açıdan ise -- kusura bakmayın, benim havsalam kâinatın 13-14 milyar yaşında ve dünyamızın 4.5 milyar yaşında olduğunu, hayatın ise belki 3.8 milyar yıl önce başladığını idrak edemediği gibi... Ulu Önder’lerin görüşleri ve devletlerin yaptıkları yüzünden can veren 80 milyon ile 20 milyon insan ölüsü arasındaki farkı da idrak edemiyor doğrusu.
Fakat tabii, Fransız Devrimi ve Jakoben Terörü’nden, şiddetin ve diktatörlüğün idealizasyonu yönünde sonuçlar çıkaranlar, sırf Marksistler olmadı. Bu konudaki en kapsamlı, en sistematik, zihinlerde en fazla yer eden teoriyi Marksizm kurdu. Öyle ki, tarihsel devrim olgusunu ve devrimin “nasıl olması gerektiği”ni Marksizm dışında düşünmek, hele 1917’den sonraki yetmiş seksen yıl boyunca, neredeyse imkânsız hale geldi. Ama başkaları, özellikle de çok-uluslu imparatorluklara karşı mücadele eden milliyetçi devrimciler, kendi daha eklektik, daha esnek, daha geçirgen düşünce patikalarını oluşturdular bu açıdan. 1848 ayaklanmaları dalgasının yenilgisi ve geri çekilmesinin ardından, Avrupa’nın ortası, doğusu ve güneyindeki sayısız küçük konspirativist örgüt, bütün o Carbonari ve Genç İtalya’cılar ve Narodnik’ler ve Genç Bosna’cılar ve tabii Genç (Jön) Türkler, üç aşağı beş yukarı aynı “devrimci şiddet” felsefesini benimsedi. İttihatçılardan Kemalistlere geçti ve Cumhuriyetin ilk otuz yılını belirledi.
Bu noktanın altını kuvvetle çizmeliyim. Birinci ve ikinci nesilleriyle modernist Türk milliyetçiliğinin (ve onun yukarıdan taşıyıcısı haline gelen asker-bürokrat sınıfın), isterseniz doğrudan Atatürkçülük de diyebiliriz, herşeyi Marksizm-Leninizmden almadığı kanısındayım. Çok daha karmaşık ideolojik ve politik alış verişler var arada. Öyle ki, bazı durumlarda kimin öğretmen, kimin öğrenci olduğu pek belli olmayabiliyor. Ya da benzer koşullar, benzer belirlenimlere yol açıyor. Örneğin Rusya’da gizli polis terörü 19 Aralık 1917’de Çeka’nın kurulmasıyla başlamıştı ama büyük, alenî (ve düzmece) “gösteri yargılamaları” yoktu ortada. Salt kronolojik açıdan, bunlar önce Türkiye’de meydana geldi: 1925-27’nin İstiklâl Mahkemeleri. Sonra Sovyetler Birliği’nde sahneye çıktı: 1936-38 arasının Moskova Duruşmaları.
İlkinde bütün eski İttihatçılar ve Millî Mücadele’nin önder kadroları içinden, hâlâ Mustafa Kemal’e rakip olabilecek herkes; ikincisinde ise hâlâ Stalin’e rakip olabilecek bütün eski Bolşevikler tasfiye edildi.
*
(2) 15 TEMMUZ SONRASININ “İHTİLÂL HUKUKU” NASIL OLUŞTU? / 10 TEMMUZ 2018
Peki ya şimdi? 15 Temmuz darbesinin ikinci yıldönümüne birkaç gün kala, tersten bir tür “ihtilâl hukuku” açısından Türkiye’nin şimdiki durumu nedir?
Kestirme cevap: Çözüleceğini; bu mecradan çıkılacağını ve bir dizi yanlıştan, hattâ felâketten dönüleceğini umuyorum.
Gülencilerin karanlık girişiminin (a) ordunun diğer kesimlerinin katılmaması ve (b) halkın sokaklara dökülüp direnmesi sonucu yenilgiye uğramasını, hemen o gün (16 Temmuz 2016 tarihli) üç yazıyla kutlamıştım (“Onur gecesi (1) Atlattığımız badire”; “Onur gecesi (2) Diren Türkiye!” ve “Onur gecesi (3) Utan BBC!”; şimdi hepsi için bkz Halil Berktay, Tarihçi Gözüyle Siyaset, Kopernik 2017, 11-24). Doğruydu ve bugün de olsa aynı tavrı alırım. O gece ağır yaralı halde götürüldükleri hastanelerden “sizi kim sokağa döktüyse onlar kurtarsın” diye geri çevrilip kan kaybından ölen gençler olduğunu da biliyorum ve unutmayacağım.
Fakat ardından, bir uyarı da kaleme almıştım, iki hafta içinde. Hatırlarsınız; o sırada kimileri darbenin yenilgisine düpedüz ağlıyor; kimileri susuyor veya prensip olarak, ama zoraki kınıyor; kimileri “tiyatro” veya “danışıklı dövüş” yorumlarına prim veriyor; kimileri ise “Erdoğan kazandı, Türkiye kaybetti” diye yazıyordu. Ben öyle determinist ve peşin hükümlü değildim. Çünkü her durumda Erdoğan ve AKP düşmanı bir devirmeci değildim. Yanlış da mümkündü, doğru da. Şöyle demiştim (mealen): Evet, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve AK Parti’nin eline muazzam bir güç ve insiyatif geçmiş bulunuyor. Bir çeşit “devrim sonrası durum” içindeyiz. Tarihte sadece devrimler, devrim yapmaya girişip de kazanan tarafa, âdetâ herşeyi yapabilecekleri böyle bir kudret bahşeder. Yaşamakta olduğumuz hummalı günlerde ise Erdoğan ve AKP aşağı yukarı aynı sonuca bir devrim yoluyla değil, bir karşı-devrim girişimini püskürtmek yoluyla ulaşmış bulunuyor. Bu fırsatı nasıl değerlendirecekler? Savunma ve cezalandırma psikozuyla bir “dar çizgi” uygulamasına mı dönecekler? Yoksa demokrasiden yana olan bütün toplum kesimlerini kucaklamaya yönelik bir “geniş çizgi” mi izleyecekler? Birincisini değil ikincisini yeğleyeceklerini umuyorum (“Yeni Türkiye”nin nasıl şekilleneceğini açık bıraktığım “İkinci Cumhuriyetten Yeni Türkiye’ye” [1-2 Ağustos 2016] yazım için, şimdi gene bkz Halil Berktay, Tarihçi Gözüyle Siyaset, Kopernik 2017, 31-36).
Sanırım Engels, sanırım Tarihte Zorun Rolü’nde (ya da belki aynı metnin bir diğer versiyonu sayılabilecek Almanya’da Devrim ve Karşı-Devrim’de) uyarır okuyucusunu, tarihin hep “iyi tarafından” değil, çoğu zaman “kötü tarafından” geliştiği konusunda. Biz (yani Marx ve ben), der, Almanya’da aşağıdan yukarı bir demokratik devrim ummuştuk, monarşiyi ve aristokrasiyi devirecek. Öyle olmadı; tersine, o monarşi ve aristokrasi, Prusya’nın ve Bismarck’ın önderliğinde, yukarıdan aşağı, otoriter bir millî devrimi gerçekleştirdi. (Bunların ne kadarı Engels’in kendi sözleri, ne kadarı benim yorum ve genişletmelerim, emin değilim şu anda. Anahtarlarımı üniversitede unuttuğum için sokakta kalınca mecburen sığındığım kafede, hatırımda kaldığı kadarıyla aktarıyorum.)
Korkarım bize ve bizde de öyle oldu; tarih “iyi” değil daha çok “kötü” yanından gelişmeye yüz tuttu. Zira iktidar benim istediğim ve umduğum birinci (geniş) çizgiye değil, ikinci (dar) çizgiye oturdu; “Yenikapı ruhu”nu sürdürmek yerine Devlet Bahçeli’nin ansızın yaptığı, “demokratikleşme olmaksızın, salt başkanlık” diye özetlenebilecek teklifi kabul etti; bu da (neredeyse aynen Engels’in Bismarck Almanyası için kullandığı terimlerle ve zaten Türkiye tarihinde daha önce de defalarca görüldüğü üzere) “demokratik” yerine “millî”nin tercihi anlamına geldi. Olaylar bu yönde geliştikçe ben de somut, ampirik bazda; case by case denebilecek bir yaklaşımla eleştirilerimi dile getirmekten geri durmadım (hepsi Tarihçi Gözüyle Siyaset ve Batı Sol Türkiye başlıklı derleme kitaplarımda, âdetâ gün be gün yer alıyor; bu açıdan en son, bkz “Sorular (1a) Türkiye nereye (2002’den 2016 darbe girişimine kadar)” [9-10 Haziran] ve “Sorular (1b) Türkiye nereye (darbe sonrasından günümüze kadar)” [10-11 Haziran 2018]).
Dolayısıyla bütün o tahlilleri burada bir kere daha tekrarlayacak değilim. Sadece şuna işaret etmek istiyorum: AK Parti’nin gittikçe katılaşan “dar çizgi”si hukuk ve yargı açısından da ciddî sonuçlar doğurdu. Hukuk ile siyaset arasındaki sınır bulandı; siyasî açıdan beğenilmeyen ve tepki duyulan, hukuk açısından da suç gösterilir oldu. İktidarın dili medya tarafından büsbütün hırçınlaştırılıp şirazesinden çıkmış bir sözel şiddete dönüştürüldü. Ölçü, insaf, nüans, hakkaniyet veya en basit gerçek duygusu çöpe atıldı. (Muhaliflere yazanların da zerrece inanmadığı en “bel altı” biçimlerde çamur atılması çabalarında, bir gazetenin Karar yazarı Etyen Mahcupyan’ı Hrant Dink’in öldürülmesi komplosu içinde yer almakla suçlayan ve akıllara seza biçimde, inatla birkaç gün sürdürülen yayınları, herhalde yepyeni ve benzersiz bir standart oluşturdu.) Hedef FETÖ’den bütün Gülencilere sıçramak ve en aşağıdakilere, inanmak ve bağlanmak dışında başka hiçbir şey yapmamışlara kadar Cemaatin tamamını “silâhlı terör örgütü”ne dönüştürmekle kalmadı; muhalif veya muteriz diğer kesimlere doğru genişledi de genişledi ve neredeyse “hain” olmayan kalmadı. Özellikle “dışarı”yla her türlü ilişki casuslukla bir tutuldu. Her taşın altında bir üst akıl keşfedildi. Her protesto doğrudan Batı emperyalizmine bağlandı. Her kıpırtı yeni bir Gezi devirmeciliğinin başlangıcı sayıldı.
Maalesef böyle iki yıl geçirdik hukuk ve yargı açısından. 15 Temmuz 2016’dan 16 Nisan 2017 Anayasa Değişikliği Referandumu’na, sonra 16 Nisan 2017 referandumundan 24 Haziran 2018 seçimlerine giden süreçlere, dün saydığım tarihsel örneklerden tabii çok daha yumuşak, boşluklu ve geçirgen de olsa, “üç Ali”leri ve Vişinsky’leri olmasa da, sehpalar ve Gulag’larla noktalanmasa da, gene belirli bir olağanüstü hukuk, kendine has bir tür “ihtilâl hukuku” damgasını vurdu.
Bunları, artık herhalde sürdürülmesi kolay olmayan bu aşırılıklardan şimdi belki dönüş başlayabileceği ve (bir ihtimal) bunu önümüzdeki aylarda hep birlikte yaşayabileceğimiz için, nisyana isyan bâbında zikretmek ihtiyacını duyuyorum.
*
(3) “GEÇİŞ SARSINTILARI” BİTTİYSE... / 11 TEMMUZ 2018
Darbe girişiminin ikinci yıldönümüne dört gün var. Referandum bitti; başkanlık sistemi onaylandı. Seçimler de bitti; Cumhurbaşkanı Erdoğan bu yeni çerçevede, yeniden cumhurbaşkanı seçildi. Yemin etti ve kabinesini kurdu. Her bakımdan yeni bir döneme girdik. Başka bir deyişle, geçiş sarsıntıları geride kaldı. Artık AK Parti liderliğinin tutacak mı, tutmayacak mı, ya da kazanacak mıyız, kazanamayacak mıyız diye endişelenmesine gerek yok. 2017’de referandum sona erdiğinde, (mealen) “seçimlere kadar en ufak aykırılığa tahammül edemeyiz; böyle, topyekûn çatlaksız götürmek zorundayız” tarzı şeyler konuşuluyordu medyada. Herhalde bunun da zemini kalmadı. Beka sorunu bir şekilde halloldu. Önümüzde, iktidarın pek bir şeyden korkmaması gereken bir beş yıl uzanıyor.
Peki, bu dönemeç basına nasıl yansıyacak? Hukuka ve yargıya nasıl yansıyacak? Gene sosyalizm benzetmelerime dönecek olursam; daha önce de belirttiğim gibi Marx, “proletarya diktatörlüğü”nü sadece devrim ânının kendisi, kapitalizmden sosyalizme geçiş sarsıntıları için öngörmüştü aslında. Diyelim ki şimdi olan da bir AKP devrimidir. Farzedelim ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “kapitalizm”i parlamenter sistem, “sosyalizm”i de başkanlık sistemiydi. Oldu işte; birinden diğerine geçtik. Buradan hareketle şunu sormak istiyorum: Gerilimin kaynağı bu geçiş sarsıntıları mıydı gerçekten? Bittiyse, son iki yılın anormal “ihtilâl hukuku [ve basını]” da sona erecek mi? Normalleşme başlayacak mı?
İlk ağızda ve makro planda, söz konusu anormalliğin en berrak ifadesi, adı üstünde “olağanüstü” olan OHAL kalkacak mı? Başkanlık sisteminde ve yeni kabineyle, KHK’larla yönetim de geçmişe mi karışacak? (1) Son iki yılda çıkarılmış KHK’lar yeni Meclisin onayına sunulacak mı? Ya da ne zaman sunulacak? (2) Doğrudan doğruya Cumhurbaşkanının Meclise sevkedeceği kanun tasarıları üzerinden, yeni yasama süreçleri ne zaman ve nasıl oluşacak?
Bir adım ötede, şu son iki yıllık dönemin kritik bazı mahkemeleri, gözaltıları, tutuklamaları, mahkumiyet kararlarına ne olacak?
Hemen belirteyim; FETÖ dâvâları, özellikle de ordu, yargı ve polis içindeki FETÖ dâvâları değil meselem. Bir, bu örgütün devlet yapısından temizlenmesini prensipte haklı buluyorum. İki, ayrıntılı bilgim yok; haklı-haksız sınırının nereden geçtiğini, ne kadarının “kurunun yanında yanan yaş” kategorisine girdiğini söyleyebilecek durumda değilim. Rastgele konuşmak istemiyorum; dolayısıyla da konuşma hakkımı yok sayıyorum.
Fakat ikinci olarak geliyoruz, YÖK’e ve üniversitelere... Gülencilerin kurduğu üniversiteler kapatılabilir de, devrettirilebilir de. Kapatılan bütün üniversitelerin bu kategoriye mi girdiği, veya aralarında kim vurduya gidenler olup olmadığı, tabii ayrı bir konu. Gene de esas itirazım bu kertede değil. Ne ki, burada bir de “kollektif cezalandırma” sorunu var. Bu üniversitelerin öğrencileri korundu, bir yere kadar. Ama gene bu üniversitelerde hasbelkader kadro bulmuş (başvurmuş ve kabul edilmiş), sözleşme imzalamış, önce veya sonra herhangi bir iç halkada yer almamış, sadece kendi işini yapmış, ders vermiş ve araştırmalarını yayınlamış – kısacası, namusuyla çalışmış istisnasız bütün öğretim üyeleri, sırf bu nedenle, yani şahısları hakkında ayrıca bir suçlama olmaksızın, bir tür gayriresmî kara listeye alındı ve bir daha akademik alanda iş bulamaz hale getirildi. İşte bunu asla hazmedemiyorum.
Yüksek öğrenimde bir başka problem, diğer muhaliflerin, en tipik olarak da “1128’ler bildirisi”ni imzalayanların başına gelenler. Tabii bu 15 Temmuz 2016’nın da öncesine, 2015 sonbaharına dayanıyor. Önemli, çünkü siyaset ile hukuk alanlarının birbirine karışmasının çok net bir örneği. Defalarca yazdım; o bildirinin (PKK’ya tek lâf söylemeyip sırf devleti sorumlu tutan, üstelik devletin hendek ve barikatları temizleme çabasını neredeyse soykırım gibi gösteren) içeriğine külliyen karşıyım. Fikir ve siyaset olarak tamamen yanlış buluyorum. 1980’lerin sonlarından beri sürekli eleştirdiğim dogmatik, dar kafalı bir solculuğun kalıntısı olarak görüyorum. Ama suç olmadığı kanısındayım. İmza verenlerinin apar topar işten çıkarılmasını, gözaltına alınmasını, haklarında dâvâlar açılmasını yanlış ve haksız buluyorum. Bütün bu süreçlerin yukarıdan ve siyaset alanından talimatla (Cumhurbaşkanının YÖK’ü, savcıları, güvenlik güçlerinin gü”göreve” çağıran konuşmalarıyla) başlatılmış olmasını ise ayrı bir sakatlık sayıyorum.
Ama haydi bunları da geçelim. Asıl derdim, “aydın ve yazar dâvâları”yla. Yazmaktan, konuşmaktan, fikirlerini dile getirmekten başka hiçbir şey yapmamış olanlar, daha ne kadar şu veya bu “iltisak”tan içerde yatacak? Bu yara kapanacak mı? Nasıl kapanacak?
*
(4) 15 TEMMUZ SONRASININ “İHTİLÂL HUKUKU”NDAN NASIL ÇIKILACAK? / 12 TEMMUZ 2018
Hukuk ve yargı açısından son iki yıl içinde yaşadığımız olayların belki en garibi, kritik birkaç siyasî dâvâya bakan bidayet mahkemeleri ile Anayasa Mahkemesi arasındaki çekişmeydi. Hatırlarsınız; bazı sanıkların tutukluluk sürelerinin uzaması karşısında yasayla tanınmış kişisel başvuru haklarını kullanarak Anayasa Mahkemesi’ne gitmeleri üzerine AYM, söz konusu dosyaları inceleyip (a) âdil bir yargılama yapılmadığına; (b) mevcut deliller (siz isterseniz delilsizlikler deyin) karşısında tutukluluğun devamının gerçekten haksız bir hal aldığına hükmetmiş ve bir dâvâda Şahin Alpay’ın, diğer bir dâvâda Ahmet Altan ve Mehmet Altan ile Nazlı Ilıcak’ın tahliyesini istemişti.
AYM’nin ülkedeki en yüksek yargı mercii olmasına ve bütün kararlarının mutlak surette uygulanması gerektiğine dair açık kanun maddelerine rağmen, her iki bidayet mahkemesi hem de epey gürültülü bir şekilde direnmişti bu karara. Gerekçe olarak da, Anayasa Mahkemesi’nin işlevinin Meclisin çıkardığı yasaları sadece usul veya biçim bakımından denetlemek olduğunu; esasa ilişkin dosya denetimi yapamıyacağını; söz konusu tahliye kararlarıyla yetki alanının dışına çıktığını; dolayısıyla bu kararların bağlayıcılığı olmadığını öne sürmüşlerdi. Medya da kıyameti kopramıştı aynı doğrultuda; ilgili bidayet mahkemelerinin tezlerini tekrarlayıp durmuşlar, AYM’ye demediklerini bırakmamışlardı. İleri sürülen bazı sözde-hukukî gerekçeler, 2007’deki “nitelikli çoğunluk” tartışmasında zamanın Kemalist vesayetçilerinin başşvurduğu argümanları çağrıştırır olmuştu. Bu arada Altan kardeşlerin dâvâsına bakan mahkeme, her ikisine “üçer defa ağırlaştırılmış müebbet” verip “hükümlü” duruma düşürmek asuretiyle AYM’nin yolunu kesmeyi denemişti.
Ancak iş orada bitmemiş; AYM geri gelmişti yeni bir kararla. Çok daha net ve sert bir karardı; yetki konusuna ayrıntılı bir cevap vermiş, Anayasa Mahkemesi’nin bütün kararlarının neden mutlaka uygulanması gerektiğini anlatmış ve hatırlatmış, o sırada artık sadece Şahin Alpay “henüz hüküm giymemiş ve tutuklu yargılanıyor” durumda olduğundan, Alpay’ın tahliyesine doğrudan karar vermiş ve mahkemeyi de bu kararı uygulamak zorunda bırakmıştı. Mahkeme ise Şahin Alpay’ı ister istemez tahliye etmek fakat bu sefer de ev hapsine almak yoluna gitmişti.
* * *
(1) Geçen gün “Zaman gazetesi ve yazarları dâvâsı”nın karar celsesi vardı. Zaman’da yazmış olmak dışında hiçbir fiili olmayan Şahin Alpay, sırf bu nedenle ve başka hiçbir delil gösterilmeksizin “silâhlı terör örgütüne üyelik”ten 8 yıl 9 ay hapse mahkûm edildi. Ama aynı anda, yeniden tutuklanmak şöyle dursun, üzerindeki ev hapsi kaldırıldı ve mahkeme başka herhangi bir adlî kontrol önlemi koymak yoluna da gitmedi (öyle ki, şu anda sadece yurt dışına çıkamama kısıtlaması sürüyor Şahin Alpay’ın). Neden? Çünkü mahkeme de biliyor olmalı ki bu ceza, hele AYM’nin iki kararı ışığında, istinaf mahkemesinden de, yargıtaydan da geçemez. Bidayet mahkemesinin kararı şu veya bu şekilde bozulacak ve dâvâ muhtemelen beraatle bitecek.
(2) Ahmet ve Mehmet Altan ile Nazlı Ilıcak’ın mahkemesi de benzer bir gelişme göstermekte. Geçenlerde Mehmet Altan, hakkındaki “üç ağırlaştırılmuş müebbet”e rağmen tahliye edildi. Savcı “hükümlüdür” diye itiraz ettiyse de istinaf mahkemesi (mealen) “siz [AYM kararıyla sabit olduğu gibi] âdil bir yargılama yapmadınız ki bu hüküm geçerli olsun” karşılığını verdi. Bu da herhalde AYM’nin yetkileri veya yetkisizliği sorununa yeni bir açıklık getirdi. Halen Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak’ın dosyaları da bir kere daha Anayasa Mahkemesi’nde. Bakalım onların durumu nasıl çözülecek?
(3) MİT TIR’ları dâvâsında Enis Berberoğlu, milletvekili dokunulmazlığının kaldırılması yoluyla yargılanabilmiş ve hakkındaki tek “kanıt” Can Dündar ile kısa bir telefon konuşması yapmış olması ihtimali olduğu halde, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından ilk ağızda “devletin gizli kalması gereken bilgilerini, siyasal ve askeri casuslukmaksadıyla açıklamak” (italikler benim) suçundan 25 yıla mahkûm edilmişti. Fakat ardından İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesi heyeti ilk hükmü bozmuş; Berberoğlu'nu “devletin güvenliği veya iç ve dış siyasal yararları bakımından niteliği itibariyle gizli kalması gereken bilgilerini açıklamak” suçunu işlediği gerekçesiyle 5 yıl 10 ay hapis cezasına çarptırmış -- özetle, cezayı 25 yıldan 5 yıla düşürmüştü. Dolayısıyla bu da eninde sonunda beraate giden bir dâvâ gibi. Öte yandan 24 Haziran seçimlerinde Berberoğlu CHP’den bir kere daha milletvekili seçildi ve yeniden dokunulmazlık kazandı. Bu durum, ne kadar geciktirilirse geciktirilsin, eninde sonunda tahliyesini gerektirmekte.
(4) Büyükada’da, (i) toplumsal travma durumlarında stresle başetmek ve (ii) veri güvenliği konulu bir eğitim toplantısı için bir araya gelen insan hakları aktivistleri de muazzam bir patırtıya yol açmıştı, geçtiğimiz iki yılda. 5 Temmuz 2017’de bir ihbar üzerine gözaltına alınıp tutuklandıklarında, ne “suç üstü basılmışlıkları” kalmıştı, ne casuslukları, ne bir harita üzerinde Türkiye’yi bölme planları yaptıkları, ne de (Gezi benzeri?) bir ayaklanma hazırlığı içinde oldukları. Böyle, 3 ay 20 gün içerde kaldılar ve sonra... iddianame hazırlandıktan sonra ki ilk celsede, 25 Ekim 2017’de hepsi tahliye edildi. Ne oldu bilemiyorum, haklarında yapılan bütün yayınlara. Fakat bir hafta geçti geçmedi, 1 Kasım 2017’de bu sefer Osman Kavala tutuklandı, Gezi’yi örgütleyen gizli şef olmaktan, 15 Temmuz darbesinde parmağı olmasına kadar uzanan, tabii hepsi medya tarafından imal edilmiş çeşitli suçlamalarla. Bugün itibariyle 8 ay 12 gündür de içerde -- ve henüz iddianame bile yok ortada. Savcıları da anlamıyor değilim. Nasıl olsun ki; o kadar gürültüden ve “neler neler ortaya çıkıyor” demeçlerinden sonra nasıl bir iddianame yazılabilir ki, ortada somut, elle tutulur hiçbir şey yokken?
* * *
Peki, şimdi ne olacak? Hepsi çıkacak, dedi bir arkadaşım. Bir, öyle mi acaba? Umarım öyledir; kısa zamanda dönülür 15 Temmuz “ihtilâl hukuku”nun bu boyutlarından. Ama iki. Çıkarlarsa; daha genel olarak bu olağanüstülüğün tamamından çıkılırsa... çektikleri hatırlanacak mı? “Affedersiniz, yanılmışız, hatâ etmişiz” var mı bu toplumun kültüründe? Medya yanlışlarını düzeltecek mi? Rastgele kaleme alınmış o dehşetengiz “haber”ler küçük bir özüre, iki çift gönül alıcı söze konu olacak mı?