İhsan Oktay Anar Romanlarının Söylemi

Yedinci Gün’e ilişkin en sert eleştiri yazısı “yaprak dökümünün” devam ettiği Hece dergisinde çıktı.

Yedinci Gün’e ilişkin en sert eleştiri yazısı “yaprak dökümünün” devam ettiği Hece dergisinde çıktı. Bu yazı devrin hakim kitap yazısı adabına aykırı bir yazı olması bakımından da dikkat çekici. Atilla Mülayim’in kaleme aldığı yazının başlığı oldukça açık: “Postmodern Edebiyat, İ. Oktay Anar ve Türkiye’de Müslümanlar.” 

Asım Öz’ün Yorumu:

Ne zaman İhsan Oktay Anar'ın yeni çıkan bir romanı hakkında bir yazı görsem dikkatle okurum. Bu yazıları okumak, eminim yazarı için de ayrı bir heyecan, bambaşka bir "ayindir". Neyse, bu yazıların ardından okumuş olduğum romana tekrar dönerim. Fakat çoğu zaman yazarın yeni romanı üzerine yazılanların önceden yazılanların ötesine geçemediğini görünce okuduğum yazılardan aklım boş olarak ayrılırım. Bu yazılar bana Fethi Naci'nin Cumhuriyet Kitap'ta 5 Kasım 1998'de yayımlanan söyleşide Anar romancılığı için söylediği "Bana, büyükler için "hafif", çocuklar için "ağır" geldi. O yoldan bir yere varılabileceğini sanmıyorum" ifadelerini hatırlatır. Bugünden bakıldığında Anar'ın romancılığı üzerine söylenen bu sözlerin Anar üzerine yazılanlar için daha doğru olduğunu düşünüyorum.

Elbette hakim tarihsel romandan ayrılan, polisiye romana uzanan roman türlerinden veya özellikle vurgulanan muhayyel dünyadan bir parça var Anar'ın anlatı dünyasında. Fakat hepsi bu değil. Hatta romanların sadece bu yönlerine odaklanılmasının anlatı dünyasındaki esasın gözden kaçırılmasını beraberinde getirdiği bile söylenebilir. O nedenle genellikle cetvel gibi dümdüz yazılardan uzak durmak yararlıdır.

İLGİNÇ OLMA MESELESİ VE DEVAMLILIK

Hiç kuşkusuz İhsan Oktay Anar'ın romanlarının dilsel niteliği popüler romanlara göre göndermeleri, (s)imgeleri, eğretilemeleri daha yoğun. Romanlarındaki karakter adlarının oluşturduğu önem kadar kullandığı dilin, anlattığı dönemlerin özelliklerini yansıtması çoğu okuru zor bir seçimle baş başa bırakır. Romanlar ilk etapta okurun anlamakta güçlük çekebileceği emsalsiz sözcüklerle, terimlerle okurla metin arasında belli bir mesafe oluşturur. Bu okuma sürecinde okuru ilk önce irkiltse de zamanla okur metindeki sözcüklere alıştığının ve bu sözcüklere sandığı kadar yabancı olmadığının farkına varır. Metinlerin sözcük tercihlerinden dolayı Osmanlı "nostaljisi" içinde oyalanmayı önceleyen ve bunu bir türlü aşamayan okurları kolayca 'avlamayı' başardığını söylemek yanlış bir tespit olmasa gerek. Hele dil dengesinin tutturulamadığı son romanı için bile bu t/av olma halinin devam edebiliyor olması gerçekten düşündürücü. Bundan dolayı, okuryazar dünyasında Anar'ın romanlarını değerlendirenlerin önemli bir kısmı bir yandan sözcüklerin meydana getirdiği etkiye tutsak oluyor diğer yandan da ilk okumanın 'hazzıyla' yetindiği için romanların söylemini kavrayamıyor.

Mesela 2005'te yayımlanan ve Türkiye için bir eğretileme olma ihtimali güçlü olan Amat hakkında yapılan değerlendirmelere bakılabilir. Ardından Zeynep Ergun'un 2009'da yayımlanan Erkeği Öldürmek 21. Yüzyıl Türk Romanında Toplumsal ve Siyasal Arayışlar (2000-2006) kitabındaki tekmil, Amat çözümlemesi ile yapılacak bir karşılaştırma hem Anar'ın siyasal konumunu hem de okur cemaatlerinin ilk okuma ile yetinen dünyasını net bir biçimde göstermeye yetecektir. Bu fark aynı zamanda çoğu kimsenin, Anar romanlarının kurmaca yapısını dikkate alarak değil, salt onu ilginç buldukları için okuduğunu da düşündürtebilir. Onu "yerli bir postmodern" olarak öveceğim diye, kaleme aldığı romanlarını kutsal kitapların yeniden yorumu olarak sunan akademik körlükleri de dâhil etmemiz lazım bu sığlığa. Kendi çevremden de biliyorum ki, Anar romanlarını okuyanların geneli başka yazarların romanlarını okumak bir yana hiç roman okumuyorlar. Sanırım bu ilginç olma meselesi daha çok dikkate alınması gereken bir nokta. Kurmaca dünyada, gerçek dünyaya yapılan kesin göndermeler iç içe geçmesinden dolayı; romanda bir süre veya bitirinceye kadar ikamet eden çoğu okur nerede bulunduğunu bilemez.

Karmaşık ve girift anlatı/m içinde gelişen İhsan Oktay Anar'ın son romanı Yedinci Gün'ün tıpkı Amat romanında olduğu gibi Türkiye için bir eğretileme olduğu düşünüldüğünde, ülkenin gerilimli içsel eğilim ve dinamiklerinin göstergesi olarak okunması mümkündür. Romanın AKP iktidarının üçüncü döneminde ve dolayısıyla ustalık söylemine ilişkin beklentilerin zirvede olduğu 2012'de yayımlandığı düşünülürse Anar'ın siyasal bir duruş ifade ettiği ve her iki romandaki sürekliliğin çok kritik bir önem taşıdığı söylenebilir. Romanın politik, ideolojik ve eleştirel tutumuna kısmen değinen fakat bunu yeni bir yönelim olarak görmesi nedeniyle yanıldığını düşündüğüm Akif Kuruçay'ın Yeni Şafak Kitap'taki yazısı siyasal olana vurgu yapmasından dolayı önemli. O yüzden Hasan Turgut'un Mesele dergisinde kaleme aldığı "Tarihin Siyaseti: İhsan Oktay Anar'da Mahcubiyet Duygusu" başlıklı yazısının ikinci kısmında Yedinci Gün hakkında kurduğu şu cümleler bu farkı ortaya koyması bakımından dikkate değer: "Bu romanda ağırlık siyasal olana verilir; Anar'ın daha önce de yaptığı bir şeydir bu;ancak şimdi doğrudan, açık bir ilişkiden, alegorik örtünün kalktığı bir sadelikten söz edilebilir."

Romanda betimlenen olaylar şimdiki zaman denilebilecek kadar yakın zamanda geçer. Fakat anlatıcının yalınkat gerçeklikten uzak durmayı önemsemesi bu bağların kurulmasını zorlaştırır. Amat'tan tümüyle bağımsız olmayan Yedinci Gün'ün "Baba" bölümünün ilk cümlesi yukarıda sözü edilen siyasallığı içerir: "Aklıyla olduğu kadar gözleriyle de gördükleri kendisine fazlaca ağırlık vermiş olacak ki Ulu Hakanımız havagazı lambasını kapattı ve o karanlıkta bir sâyepûşun altındaki yaldızlı koltuğa oturdu." Romana başlarken gücün ve şehrin mutlak sahibi Ulu Hakan'a ve onun iktidar tekniklerine gönderme yapılması hem iktidarın birinci kişisinin zihninde yer alan Ulu Hakan algısına hem de onun kurduğu düzenin sıkıntılarına işaret edilir. Ulu Hakan'ın hastalığını da bu siyasallığa dahil etmemiz gerekir. Dahası, aynı sayfada muktedirlik göstergeleri olarak hafiye tâifesine ve sansür yoluyla kulların akıllarını kullanmalarına getirilen kısıtlama üzerinde durulması ve münasebetsiz bir sivrisinek tarafından uyandırılmasına değinilmesi manzarayı görmemizi sağlayan, metnin söylemini açığa çıkaran temel göndermeler olması bakımından dikkate değerdir. İktidarla ilintili olarak düşünülebilecek hususlar arasında camide namaz kılan cemaatin son mensubunun selam verirken günahlarını yazan sol yanındaki meleğe gönderme yapılması kadar Paşaoğlu'nun fennî bir câmii inşa ettirme kararı mutlaka anılmalıdır. Romanın başında yer alan ve sonraki bölümlerde alttan alta süreklilik kazanan bu tür göndermeler romanın esas bölümünü oluşturan birinci bölümün son kısımlarında yoğunlaşır. Hendek Sokağı yanında Hendek Savaşı'na anıştıran satırlar iktidar ve mal tutkusunun tarihselleştirilmesini sağlamaktadır.

Romanın siyasalla, eril iktidarla bağıntısının sıkılığı ve söylemsel şiddeti ilk bölümün son kısımlarında daha da belirginleşir: "Britanya'da 7 asır önce dokunmaya başlanan kumaştan biçilip her seçimde üzerine yeni yamalar vurulan hürriyet denilen elbise, aklen ve ahlâken yetişkin insanın ölçülerini mezurayla bir kez aldıktan sonra makas yerine giyotin kullanan ve en kötüsü, müşterilerinin bedenen ve aklen bir çocuk olduğundan habersiz Fransız terzilerine sipâriş edildiğinden midir, ona fazla büyük geliyor olmalıydı. Anlaşılan 'hürriyet', Selânik'ten Dersaadet'e, müzik kulağı pek olmayan evde kalmış bir kız kurusuna koca bulmak için sipâriş edildikten sonra, Galata Gümrüğü'nden fors ve rüşvetle geçen âhenksiz bir piyano gibi gelmişti. Britanya'da yaşlı bir fahişeden doğma o bâkire, yani romantik centilmenlerin elde etmek için kendisine nâzikçe kur yaptıkları ve aslında İngiltere'nin gerçek ve meşrû kraliçesi olan 'hürriyet', Dersaadet'e geldiğinde, gayr-i müslim diye nefretle ona bakıp onunla cimâ etmeyenler hâriç, tekâmül bakımından ayılardan hallice abazan gürûhları tarafından çarşıda ve pazarlarda, sokaklarda, tâciz ve tecâvüze uğramış, Abanoz Sokak'ın yolcusu olmuştu. İngiltere'deki parlamentoda el üstünde tutulan ve Tanrı'nın değil halkın çocuklarını doğurduğu için Meryem kadar mukaddes olan bu bâkire, Dersaadet'te bir kârhâneden fazla bir şey olmayan mecliste yine halk tarafından bafilenip dâimâ yeni piçler doğurmakta, bu da yetmiyormuş gibi durmadan ve durmadan kendi piçlerinden de gebe kalmaktaydı." Doğrusu, Zeynep Ergun'un Amat romanı için yapmış olduğu çözümlemede üzerinde durulan bazı konuların aynı zamanda Yedinci Gün'ü anlamamızı sağlayan bağları da inşa edişinden dolayı kendi kendine yeterli bir okuma evreni kurmayı başardığını düşünüyorum. Yedinci Gün'den yapılan yukarıdaki alıntının devamında yer alan hususlar sadece tarihsel bir anın seçimi ve anlatımı olmanın ötesinde iktidar ilişkilerini, anlatıcının kurmaca dünyada hangi söylem üzerinden inşa ettiğini gösterir. Kadınlığa ilişkin göndermelerin çokluğu iktidar olgusuyla yakından alakalıdır; romanın söylemsel kuruluşunun temel unsurudur.

YEDİNCİ GÜN ELEŞTİRİLERİ VE SÖYLEMSEL ŞİDDET

Avrupa'da gördüğü yarım yamalak tahsille Batının edebiyatına ve fennine merak salan Paşaoğlu, bir tefecinin yanında çalışan kendi halinde bir adam olan Moğol lakaplı İhsan Sait Şarapçı Rebaz, Bevval roman karakterlerinden bazıları. Şunu da ekleyelim: Ömer Türkeş Milliyet Sanat (Ağustos 2012)'ta yazdığı yazıda roman karakterlerinin ikisinin adını yanlış yazmış: Şarapçı Rebaz'ı Şarapçı Rebat Bevval'i Bewal olarak anan Türkeş, bu romanı okurken fazla derine inmeye çalışmayı, Yedinci Gün'ü bir kutsal kitap metaforuna indirgemeye, her cümleden metaforlar çıkarmaya çalışmanın hatta yeni yeni anlamlar bulmaya çalışmanın beyhudeliğinden söz etse de ve bu konuda romandaki "Derinlik satıhtakiler için bir mânâ taşır" ifadesini kendisine kuvvetli bir delil addetse de romanın anlattığı dünyayı farklı bakış açılarıyla ele almaya çalışanlar olacaktır. Ve bunlardan en önemlilerinin iktidar, erk ve erkeklik üzerinden yapılması muhtemel  değerlendirmeler olacaktır.

Yedinci Gün'ü, diline, barındırdığı hikâyelerin zenginliğine ve "şenlikli" yapısına rağmen bir roman olarak başarısız bulan Türkeş'in Anar külliyatının tamamını göz önünde bulundurarak yapmaya çalıştığı eleştirinin şu bölümleri dikkate değer: "Yedinci Gün'ün bir roman olarak Suskunlar'ın hatta Puslu Kıtalar Atlası'nın ve dahi Amat'ın başarısını yakalayamadığını düşünüyorum. Anlatma şehvetinin kurbanı olmuş demeyelim, ama biraz mağduru olduğu açık. Yan hikayecikler biraz fala uzamış, bazılarında olaylar çok abartılmış, ikisinin bir araya geldiği hikayeciklerde ise romanın kurgusu biraz dağılmış." Romana dair kayda değer eleştirilerden birini yazan Hasan Turgut'un eleştirisinde şu cümleler dikkatimi çekti: "Yedinci Gün'de ani parlama sekansları dışında bir uyuma,Anar'a özgü sürükleyiciliğe rastlayamayız. Var olan uyumlu bölümlerse genel manzara tarafından emilir, nefes alamaz hale gelir. Anar bu romanında bir tür tarih trendine yakalanmış gibidir. En büyük kozu olan kelime seçimi bu trendin gerekleriyle, kendi sınırları arasında bocalamış durmuştur. Tarih ve kurmaca kaynaşamıyor, bir bakıma didaktizmin, anlatma telaşının sularına çekiliyordur."

Yedinci Gün'e ilişkin en sert eleştiri yazısı "yaprak dökümü"nün devam ettiği Hece dergisinde çıktı. Bu yazı devrin hakim kitap yazısı adabına aykırı bir yazı olması bakımından da dikkat çekici. Atilla Mülayim'in kaleme aldığı yazının başlığı oldukça açık: "Postmodern Edebiyat, İ. Oktay Anar ve Türkiye'de Müslümanlar." Bu yazı her şeyden önce samimiyetten yana, yapmacık değil. Türkeş'in yazısı ile bu yazı birlikte okunduğunda samimiyet ve yapmacıklık meselesi ile kastedilenin ne olduğu fark edilecektir. Metin Celal'in Cumhuriyet Kitap'ta yazdığı yazıda ortaya koyduğu eleştirileri de atlamamak lazım tabi. İhsan Oktay Anar'ın Yedinci Gün'ü "bu kitâbındaki kusurları, rastlayınca sevinip tatmin olsunlar diye muhterislere sadaka olarak verdi" diye bitirerek romana ilişkin eleştirilerin önünü kapatmaya çalıştığını hatırladığımızda daha da anlamlı bir hale geliyor romanı eleştirmek.

Mülayim, yazarın kurmacada bir ölçüde kendini saklayabildiğini ama asla kaybolmayı seçmediğini, kurmaca anlatıcının kimliği ve bakış açısı üzerinde durarak ona yakıştırılan özellikleri sorunsallaştırıyor. Metnin anlam potansiyellerinden yola çıkarak anlatıcının kullandığı dilin Müslüman temsili konusunda tedirgin edici boyutlarına değiniyor: "Yedinci Gün'de çizilen dindar portresi, İslâm'ın yasakladığı fiillerle bütünleşmiş kişilerden oluşur. Dindarların kitâbî olarak yapmamaları gereken kötü haller ve davranışlar Müslüman kimliği içine geçirilerek anlatılır. Yedinci Gün'ün yazarı için dindarlar, Müslümanlar aslında güvenilmez, söyledikleriyle yaptıkları arasında uçurum olan tekinsiz insanlardır. Ahlaki düşkünlükleri o derecedir ki zaman zaman komik sahnelerle karşılaşılır. Anar, bu bakış açısı için çok da zeka gerektirmeyen ve Türk filmlerinde görülen o alaycı dili kullanır. İronik bile değildir. Çünkü dindar portresi ironiyi karşılamayacak derecede "gerçeğe aykırı"dır. Dindar gözükenlerin elbette ahlaki zaafları vardır ama bu romanda anlatıldığı oranda topyekûn Müslümanları kapsayacak kadar geniş bir kesim değildir. Burada aklama endişesi taşımıyorum."

Müslüman öznelerin erkeklerden seçilmesi, Kur'ân'la ilişkileri ve binbir türlü arzu içinde kıvranıp durmaları Anar'ın kurduğu dünyanın olmazsa olmaz unsurlarından birini oluşturur. Yedinci Gün'de varolan Müslüman ruhu, muttaki olmaya değil, fısk ü fücura yönlenme eğilimi başat olan karakterlerle temsil edilir. Şarapta varlık kazanan karakterlerin yoğunluğu akılcı Amat romanında da görüleceği üzere Apollon karşısına konuşlandırılan Dionysos ile bağlantılıdır. Müslüman kimdir sorusunu önyargısız olarak değerlendiremeyen anlatıcı söylemi Müslüman'ı ancak hazlarla ilişkisi üzerinden anlamlandırabilmektedir: "Akşam namazı edâ edilince meyhâneye gelinir, yatsıya kadar demlenip zom olunur, derken meyhânecinin hazırlatıp çinko kaplattığı gusülhânede kova başı on para sıcak su ücretiyle boy abdesti alınır, yatsı da kılındıktan sonra kumarhâneye girilirdi."

Paşaoğlu'na Râbıle nâm bir Fransız'ın kaleme aldığı müstehcen eserleri okuyan karakterin aynı zamanda Kur'ân hafızlığının vurgulanması roman karakterlerindeki Müslüman ruhun bölünmüşlüğünü göstermektedir. Tokatlıyan Oteli'nde gözleri şehvetten kımıl kımıl parıldayan Paşaoğlu'nun cinsel iktidar arzusunun nesnesi olan revü kızları ile olan diyalogunda mütercimlik yapan badem bıyıklının hayat telakkisi ile yaptığı iş arasındaki uyuşmazlığın doğurduğu endişe üzerinde de durulmalıdır. Mütercim dinine, terbiyesine ve tabiatına uymayan bu işi yaparken çok utanır ama yine de bu işi yapar. Kız Paşaoğlu'nu reddeder, buna karşın Paşaoğlu reddedilme durumunu umursamadığını göstererek iktidarını korumaya çalışır. Paşaoğlu, meydan okurcasına sırıtıp sağa sola bakar ve etrafındakilerle bulunduğu mekânı terk eder. Anlatıcının siyasal eleştirisi bu noktada devreye girer ve şöyle devam eder: "İçtimâiyyât tahsil etmiş, ünsüzlüğüyle ünlü bir filozof olan Bayram Envâr Efendi'nin dediği gibi belki de, erkeğin kadını seçtiği bir cemiyet batarken, kadının erkeği seçtiği cemiyet refâha eriyordu. Bunun doğruluğunu ölçmek için, bedenî sâiklerine gem vuramayan paşayı seçen Padişahımız'ın memleketiyle, aynı paşayı seçmeyen basit bir kızın memleketini karşılaştırmak kâfiydi."

Muktedir olma gücünden yoksunlukla derinden bağlı olan endişeli hâl aynı zamanda Anar'ın kurduğu dünyanın Batılılaşma, modernleşme, Şark-Garp çatışması ve kimlik sorunları temaları bağlamında irdelenmesinin gerekli olduğuna ve romanın öne çıkan temel karakterlerinin her birinin hayatının merkezindeki bu iktidar arzusunun teşhis edilebileceğine işaret eder.

Yedinci Gün'de Müslüman olmanın olmazsa olmaz şartı olan akidenin kumarda erkekler arasındaki rekabete konu edilmesi, akidenin oyunlaştırılmasını gündeme getiriyor. Karanlığın tekinsizliği içinde sabahtan yatsıya kadar mescit işlevi gören mekânın meyhane olarak kullanılması, Paşaoğlu'nun imsak vaktinden epey sonra Kafe Bizans'a gidip kahvaltı yapması da düşündürücü. Selahattin Tefricî'yi tasvir ettiği satırlar ise şöyle: " Başındaki yeşil sarığa bakılırsa kendisinin Hazreti Peygamber soyundan geldiğini iddiâ eden kara cübbeli adam, gözlerinden öfke kıvılcımları saçtığı hâlde salona girmiş ve tabancasını havaya kaldırıp üç kez tetiği çekmişti. Kadınlar ve kızlar çığlık çığlığa masaların altına girdiler. Cesur olduğunu düşünen birkaç zâbit tören kılınçlarını çekti. Ama baloya ateşli silâh getirmek yasaktı. Yapacakları fazla bir şey yoktu. Kadınlar masaların altından çığlık atmaya devam ediyorlardı. Cübbeli adam buna sinirlenerek, 'Kesin feryadı! Kahpeler! Yellozlar! Sürtükler!' diye bağırıp tabancasını tekrar gümletti. Bunun üzerine kadınlar sustu ama masaların altından hıçkırık ve iç çekme sesleri geliyordu. Şimdi salonda sessizlik hâkimdi. Cübbeli, 'Siz ehl-i dünya beni bilmezsiz, bana Selahattin Tefricî dirler,'dedi. 'Tekkeme gelüp ilim öğrenmek isteyene, eger lâyıksa sırrım viririm. Siz! Paşalar! Zâbitler! Memurlar! Namaz kılasız! Kurban kisesiz! Maymun misâli, kefereyi taklit etmeyesiz! Amma nah buraya sizin üçün gelmedim. Bir zamanlar kapuma yüz süren Suhulettin dinilen deyyus üçü geldim. Nirede o? Suhulettiiiiin!" Mülayim'in, kurmacanın işleyiş biçiminin küresel medeniyetin beklentilerine uygun olduğu yönündeki tespitini haklı kılan bir anlatım bu. Öte yandan Mülayim'in eleştirisinde değinilen Marfetname müellifi Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi'yi "İsmail Hakkı Efendi" şeklinde yanlış yazılmasının Anar'ın Müslümanların kültürel dünyasını tanımamakla ilgili olduğunu düşünmüyorum. Burada anlatı zamanı ile ilgili başka bir boyutun olduğu düşünülebilir. Anlatıcının bu eserin anıldığı yerde "anlaşılan" sözcüğünü kullanması ardından da kitabın arasında bulunan ihtilâl beyannamesine dikkat kesilmesi yanlışlığın okuru rahatsız edecek, anlatıcının güvenirliğini sorgulattırmayı öncelediğini hissettirir.

Tarihsel gerçekliği kurmaca yoluyla bambaşka bir boyuta taşıyan yazar Pera Caddesi'ni kurmaca dünyada inşa ederken anlatımına cinsel iktidar kaygısının rengini de düşürerek iktidar/erkeklik sorunsalı üzerinden erk savaşımını ve bunun toptancılarla komisyoncuların ikamet ettikleri görklü görkemli apartmanlarla belirginleşen mekânsal oluşumuna işaret edişi dikkat çeker: "Padişahın kulları asırlar önce göğüslerine saplı oklarla en yüksek kale duvarlarına tırmanabilmiş ve büyük fetihler yapmışlardı. Ama işte bu caddedeki apartmanlar zapt edilmesi imkânsız kalelerdi. Üstelik, ok veya tüfek mazgalları,kızgın yağ dökülen olukları, devâsâ toplarla dolu burçları ile padişah kullarının alışık olduğu diğer kalelerin tersine pek de güzeldiler. Daha doğrusu o kadim efsanevî Priap'ın malûm âzâsı gibi dimdik, soğuk görünüşlü ve müzekker kalelerin tehzil ve iğdiş edilmiş halleriydiler. Mesela tasarruf ettiği parayı kendisine veren kişiyi tez zamanda zengin edeceğini vâd eden simsarın yaşadığı şu apartmanı, tuğla yerine pandispanya ve harç yerine kremşanti, mala yerine krema spatulası ile sanki bir pastacı yapmıştı. Bu binânın aslında dik ve sert olması gereken pencerelerinin üzerine kremayı kavisli sıkarak yumuşacık at nalı kemerler vücuda getirmiş, hattâ desteklesin diye, apartmanın sokağa taşan çıkmasının altındaki bindirmelerin bile salyangozvâri olmasını münasip görmüştü. Ayrıca tuhaftır, Pera'daki tüm apartmanlar erkekliğe, delikanlılığa sığmayacak kadar süslü, ama doğruyu söylemek gerekirse ziyâdesiyle güzeldiler. Bunun yanında binâların caddeye bakan duvarına, gülümseyen melek şeklinde gömme pilastrolar eklenmişti. Deniz kabukları gibi büklümlü bindirmelerin taşıdığı geniş pencereli çıkmanın üstünde, ahtapot kolları gibi dolamalı bezemeler vardı ki, bunlar bir doğum günü pastasının üzerindeki kıvrımlı bukleli süslemelere benziyordu. Pastacı mimar damı da düşünmüş, yassı ve dâirevî çikolata tabletlerine benzer kiremitlerle kaplamıştı."

Romanın İttihatçılar ve mürteciler arasındaki çatışmalara değinmesi de basit bir kayma değildir. Batılılaşma sürecinin getirdiği ötekinin egemenliği altına girme korkusu, endişeler ve gerilimler noktasında Yedinci Gün'ün anlatıcısının kimliği görünür hale gelir: İhsan Sait denilen bu barbar, millete hâmilik eden ve memleketi selâmete çıkarmaya gayret eden İttihatçılar'a da, akîdesi bozulup delâlete düşerek günâha giren müminleri Hak yoluna ama rızaî ama zorakî sokmaya ant içmiş sofulara da metelik vermemekteydi. Birinciler silâhlı ve cesur olduklarından siyasî cinâyetlerini uluorta işlerken, borcunu duayla ödeyip öcünü bedduayla alan daha korkak ikinciler, ancak yirmisi otuzu cem olunca, yani imece usûlü, el ele tutuşan nikâhsız bir çifti sokak ortasında linç edebiliyorlardı. İhsan Sait Avrupa'da terbiye almış İttihatçılar'ı küçümser ve 'Garba Şarklılar gider', dedikten sonra da parmağıyla kafasını işâret ederek, 'Garp asıl burası!'diye eklerdi. Ardından palamudunu doğrultarak kocaman başını gösterir ve 'Şark ise nah budur!' derdi. Ancak Moğol'unkinden farklı olarak Şark, diğerlerinin apış arasında değil, omuzlarının üstündeydi ve fes yâhut yeşil sarık giymiş hâliyle onlarda, 90 yaşındaki bir ihtiyarın artık uyanmayan maslahatı gibi kâh fiziki kâh metfizikî bir uykudaydı. Edepsiz haysiyetsiz barbar! Ama İttihatçı ama sofu olsun, din'i ve vatanı kurtarmak için yanıp tutuşan Şarklı'nın Hakikat'i bulma yolu, fizikî uykusundan uyandıktan sonra itikadına göre bir istihâre duası okuyup, hemen ardından da din, vatan ve ihtilâl rüyaları görmeyi umduğu metafizikî uykusuna dalmaktı. Şeytan aldattığından olsa gerek, cinâyetlerini işte bu uykuda işler, hamamcı olurdu."

Bu alıntının desteklediği perspektifle bakıldığında Osmanlı'nın güç kaybının meydana getirdiği erksizleşme durumunun romanın temel sorunsallarından biri olduğu ve romanın üç bölümünün uzunluklarının farklılığının da bununla bağlantılı olarak düşünüldüğü varsayılabilir. O yüzden sadece dili ile öne çıkan tarihi romanlar değil Anar'ın romanları.

Dünya Bülteni

Kültür Sanat Haberleri

Bilgi, inanç ve eyleme yönelik bir ömür çaba: Sezai Karakoç
Genç Birikim dergisinin Kasım 2024 sayısı çıktı
Umran dergisinin 363. sayısı çıktı!
Dava ahlakına sahip bir Müslüman: Sezai Karakoç
Genç Birikim dergisinin Ekim 2024 (268'inci) sayısı çıktı