İhsan Doğramacı

İhsan Doğramacı, günahı ve sevabıyla, bir dönemi temsil eden bir kişilikti. “Dönem” derken, şu sıralar çoğumuzun sık sık değindiği “kuruluş” yıllarını kastediyorum: Türkiye’de toplam nüfusun henüz yirmi milyonun altında olduğu, bunu büyük kısmının kırsal bölgelerde yaşadığı, kentli seçkinlerin, dünya görüşleri ne olursa olsun, birbirini yakından tanıdığı dönem. Doğramacı’nın kuşağı, aşağı yukarı, Cumhuriyet’le yaşıttır; dolayısıyla, formasyonlarını Cumhuriyet’in ideolojik koşulları içinde edinmişlerdir.

“Günah ve savaş” da bu koşulların doğrudan ürünüdür. Dönemin bütün dezavantajları, dönemin kuşaklarına da geçer. Bunun da bir sonucu olarak, yirmilerin çocukları, kırkların gençleri, altmışların orta yaşlıları olarak, başlangıçtaki “klik” havası içinde yaşlanırlar. Aralarına fazla yeni adam katılmamıştır. Gene birbirlerini yakından tanırlar. Onun için de seksenlere dayanıp yüksek öğretimin militarizasyonuna ihtiyaç duyulunca, ihtiyacı duyan, bunun ısmarlanacağı en uygun kişinin Doğramacı olduğunu da bilir. O da hiç gecikmeden, aranan formülle ortaya çıkar.

“YÖK’ün mimarı”, evet, Doğramacı’dır; ama seksenlerin YÖK’ü denince aklımızdan geçen pek çok tatsızlığın doğrudan sorumlusu Doğramacı değildir. 1402 gibi yasalarla insanları kesen biçen, o değil, başka bir doğramacıdır. İhsan Doğramacı sadece “militarist merkeziyetçi” sistemi kurmaktan sorumludur; sistemin nasıl çalıştırılacağı işin pratisyenlerinin elindedir. Onun için Teziç’li Sezer YÖK’ünden şimdiki YÖK’e geçilebilmiştir. Yüksek öğretimin bu şekilde merkezileştirilmesinin nasıl bir felâket olduğu, Türkiye’nin henüz genel olarak düşünemediği bir şey, çünkü “merkezîleştirme” dışında bir değer bilmiyor, tanımıyor.

Doğramacı uzun ömrü boyunca öğrendiği her şeyi Türkiye Cumhuriyeti’nden öğrenmedi. Zeki, uyanık bir adam olarak, başka türlü olguları da kavradı. Bunları, örneğin Bilkent gibi, kendisi için kurduğu bir kurumda uyguladı; ama devletin veya Kenan Evren’in kendisinden böyle bir şey istemeyeceğini çok iyi bilirdi. Siparişe göre iş yapan bir “zenaatkâr” olduğu için, ülkesine YÖK’ü armağan etti.

Bu kişinin adı anılınca, beni en az YÖK kadar Benjamin Spock da ilgilendirir. Gene ilk paragrafta özetlemeye çalıştığım “genç” Cumhuriyet geliyor aklıma. Dil bilen kaç kişi var? Bunların kaçta kaçı Benjamin Spock adında bir doktordan ve onun kitabından haberdar olabilir? Alıntı nedir, çalıntı nedir? Bunun cevabını Yargıtay’da bugün veremiyorsak, Doğramacı’nın iyimserliğini aşırı bulmak mümkün müdür? Sonradan başına böyle işler açacağını sezebilmiş olsa elbette öyle davranmazdı Doğramacı. Ama bu kadar sonrasını göremedi. Tıpkı, ürünü olduğu Cumhuriyet’in de göremediği, hâlâ göremediği, zorla gözüne sokulunca da şaşkınlıktan şaşkınlığa düştüğü gibi.

Doğramacı bu kitaptan ötürü sıkışınca, benim bu söylediklerimi içeren bir açıklama yapmak ve özür dilemek gibi bir yol izlemedi. Gene, ürünü olduğu Cumhuriyet’in klasik savunma yöntemine sarıldı. “Yalandır, iftiradır” dedi. Avukat tuttu. Konu, kendi başına ele alındığında, öyle “avukatlık” bir iş değildi. Avukattan çok “çevirmen” eliyle halledilecek bir işti. Ama Türkiye’de her şey “mahkemelik” olur ve çözüm “resmî” bir “devlet kararı” biçiminde tecelli eder.

Bu da öyle oldu. Yargıtay kitabın çalıntı olmadığına karar verdi! Bunun gerekçelerinden biri de, kitabın bilimsel olmamasıymış. Yani Charles Dickens’ın bir romanını çevirip “David” yerine “Davut” falan yazıp kendi adımla yayımlayabilirim. Evet, bu Cumhuriyet seçkinleri (ki bir zamandan beri bir “gerontokrasi” karakterine büründüler) kendi dışlarına karşı kendi aralarında dayanışmacıdır. Devlet, kendisine YÖK yapmış adamına el sürdürmez. “Aramızda onca yıllık hukuk var” derler ya, “hukuk”un asıl anlamı da budur bu ülkede.

TARAF