Yeni Şafak/ Faruk Beşer
İhlas ve şirk, biri varsa diğeri yoktur
Şirk meselesini uzatmış sayılabiliriz ama değer. Çünkü mümin olarak bizden istenen şey, Allah’ın alanına başka hiçbir şeyi, ya da hiçbir kimseyi karıştırmadan ve ‘dini sadece O’na has kılarak’ kulluk etmemizdir. Din muameledir, yani imanın davranışa dönüşmesidir. Dinin O’na has kılınması demek, din adına yani ibadet kastıyla yaptığımız her davranışı sadece O’nun için yapıyor olmamız demektir. Allah’ın birliğini ve ibadetin sadece O’na yapılacağını prensipte herkes kabul eder ama uygulamaya yani muameleye gelince, ama, diye başlanır ve ibadet anlamı taşıyan davranışlarımız çatallanır, bazı davranışlara yorum ve kılıf aranır. Mesele çok önemli olduğu için; ‘dini sadece Allah’a has kılarak, duayı sadece Allah’a has kılarak’ ifadeleri Kuranıkerim’de en az yirmi kez tekrarlanır. Ayrıca bu anlama gelen başka onlarca ayeti kerime vardır. Demek ki, Allah kullarının zaafını biliyor.
Demiştik ki, Kuranıkerim dersimizde Zümer suresinin şirk ve ihlas konusunu vurgulayarak anlattığını fark ettik. Surenin inişi Mekke döneminin yarılarındadır ve müminlerin iman-şirk çizgisini artık netleştirmeleri önem kazanmıştır. Sure, bu meselenin ciddiyetine dikkat çekerek başlar:
‘Biz bu kitabı sana hakikat olarak indirdik, o halde sen de Allah’a, dini sırf O’na has kılarak ibadet et’ (2).
Allah’ın hakkı budur. Allah’a itaat ve ibadet anlamı taşıyan hareketlerinizde O’ndan başka bir şey düşünmeyin. Bunun adı ihlastır. Yani ihlas şirkin her çeşidinden arınmadır. Siz de dini sadece Allah için yaşayın denmiş gibidir.
‘Dikkat edin, Allah’ın istediği, katıksız/halis olan dindir. O’nun dışında veliler edinenler, biz onlara sırf bizi Allah’a daha çok yaklaştırırlar diye kulluk ediyoruz derler. Onların ihtilafa düştükleri konularda aralarındaki hükmü Allah verecektir. Allah yalancılara, katmerli kâfirlere hidayet vermez’ (3).
Buradan; bize şefaat ederler ve bu sayede biz Allah’a daha çok yaklaşırız diye Allah’ın dışında kutsallık atfedilen ve onlara gösterilen saygının ibadet anlamı taşıyacak bir şekle büründüğü her şeyin ya da her şahsın, dinin halis Allah için olmasına engel olduğu anlaşılıyor. Çünkü bu durum ibadete ve dindarlığa başkalarını dolaylı da olsa ortak kılma anlamına gelir.
Ayette putlar yerine veliler denmiş olması düşündürücüdür. Elbette Allah’ın veli kulları vardır. Biz onlardan olmaya çalışırız ama onları bir aracı olarak görmeyiz. Onların kimler olduğunu da kesin olarak bilemeyiz. Ama Allah’ın velisi olmanın şartının iman ve takva olduğunu bize bizzat Allah söylüyor. O halde bu özellikleri taşıyıp istikamet üzere gördüklerimize hüsnü zan besleriz, severiz ve sayarız. Bu ayrı bir şey.
Burada ilginç bir noktaya işaret etmeliyiz. Ne zaman Allah’tan başkasını ibadetlerimize ortak koşmayalım, O’ndan başkasından istimdad etmeyelim dense ki, bunlar Fatiha ile her gün tekrarladığımız, Allah’a ahdimizin gereğidir, bazı dervişler böyle söyleyenleri tarikat ya da tasavvuf düşmanı ilan ederek tepki gösterirler, böylece tasavvufu sanki Allah’tan başkasından imdat dileme olarak kabul etmiş olurlar. Oysa onların bu tavırları bir nebze ilmi olan insanları tasavvuftan uzaklaştırır. Dikkat edilirse böyle tavırlar sebebiyle bizde, çok azı müstesna, tarikatlara bağlı olanlar şeriatı iyi bilen insanlar değillerdir. Buna karşılık mesela Moritanya’da, Mağrib’te ve Suriye’de ilmiye sınıfı tasavvufun içindedir.
Meseleye ilimle bakacak olsak şunu kolaylıkla anlayabiliriz: Var sayalım ki, ölü ya da diri, bazı maneviyatı yüksek insanlardan istimdad eylemenin bir faydası olsun. Öncelikle bu bir varsayımdır ve delilsiz bir inançtan ibarettir. Delil deyince de dinimizin bize delil olarak sunduğu bilgileri kast ediyoruz. İkinci olarak bunun aksini gösteren, başta ‘iyyâke nestaîn’ olmak üzere sayısız delil ve uyarılar vardır. Üçüncü olarak, siz böyle bir hataya düşmeyiz deseniz bile, bu inancın kulları ilahlaştırdığına dair her gün sayısız örnekler görüyoruz. O halde bunca açık olumsuzluklar karşısında öyle bir varsayımla hareket etmek ne aklın, ne de İslam’ın kabul edeceği bir şeydir. Kaldı ki, Allah bize ‘yaşayan da bir delille yaşasın, ölen de bir delille ölsün, doğru söylüyorsanız delilinizi getirin’ diyor. Hıristiyanlar da önce Hz. İsa’yı yüceltmede aşırı gittiler, arkasından papazları Allah’tan esinlenen, yani bir nevi vahiy alan yanılmaz insanlar olarak gördüler ve yoldan çıktılar. Şia da imamlarını, tam da onların papazları bildikleri gibi bildi, onlar masumdur, söyledikleri Allah’tandır dediler. Peki, biz ne yapıyoruz?