İHH İle Afrika’nın Boş Midesine Yolculuk -1

SÜLEYMAN CERAN

Hicri 1433. Ülkemizden Allah’a yakınlaşmak maksadıyla adanan kurbanların bir kısmını Afrika’nın taa derinliklerinde yer alan kardeşlerimizle paylaşmak, selamlaşmak, hal hatır sormak, ümmetin dağılan tespih tanelerinden birinin hal-i pür melalini görmek için İnsani Yardım Vakfı (İHH) gibi önemli bir kurumun organizasyonu ile Burkina Faso’ya doğru yola çıkıyoruz. Camiler, mescitler, yetimhaneler ve çeşitli komplekslerden tutun da ültrason cihazları alımına kadar hatta bu sene Macaristan’da Macarca Kur’an dağıtımına varıncaya dek oldukça geniş bir yelpazede hizmet veriyor İHH. Yüzün üzerinde ülkede artık yaşayan bir organizma gibi hareket eden, dünyanın en güçlü yardım örgütlerinden biri olan İHH’yı daha yakından tanıma imkânı da bulmayı ümit ediyoruz bu vesileyle. Ekip başımız Hasan Ramazan Yılmaz, mazeretinden dolayı sonradan dâhil olacak bize. Ahmet Şeref Özkara ve Ali Rıza Arıkan isimli ağabeylerimizle seyahatimize başlıyoruz.

Burkina Faso’ya gidebilmek için Afrika’nın en önemli aktarma istasyonu olan Fas’a ulaşmamız gerekiyor önce. Yerel saatle 11.30’da Muhammed V Havaalanı’na iniyoruz. Burkina’ya gidecek uçağımız gece yarısından sonra hareket edecek. Biz de bu süre boyunca Fas’ın başkenti Kazablanka’yı, Faslı kardeşlerimizin tabiriyle “Darü-l Beyda”yı gezmeye karar veriyoruz. Fas’a bağımsızlığını kazandıran ve asıl adı Sidi Muhammad Ben Yusuf olan V. Muhammed’in adının verildiği hava alanından, sonraki Kral II. Hasan adına yapılmış camiye doğru tuttuğumuz taksi ile yola çıkıyoruz. Batılıların “Morocco”, Faslıların “El-Mağrib” dedikleri ülkenin baş şehrindeyiz. 60 yıl önce Humphrey Bogard’ın dünyaya tanıtarak adeta kanına girdiği kent, şimdilerde Warner Bross’un tekrar başka bir film çekmeyi düşündüğü sinematografik bir coğrafya aslında. Her yer çekilmeyi bekleyen fotoğraflarla dolu. Zakkum, kaktüs ve palmiye sarmış dört yanı. Yol kenarları limon ağaçlarıyla caddeler ise Fransız sömürgesinin bariz sembolü Citroen’lerle dolu. Türkiye’deki BİM’in Kasablanka’daki şubelerinden birini görüyoruz sonra; insanın hemşerisini görmesi gibi bir şey bu durum.

II. HASAN CAMİİ

Kazablanka’nın batısındayız. Afrika’nın burnunda. Hemen karşı kıyımız İspanya. Cebelitarık Boğazı ile yüz yüzeyiz. Sevgili Tarık Bin Ziyad’ın kulaklarını çınlatıyoruz bu vesileyle. Kral II. Hasan’ın (Muhammed el Sadis bin el Hasan) gördüğü rüya üzerine inşasına karar verdiği 6 yılda tamamlanan II. Hasan Camii’nin hemen önündeyiz. Michel Pinseau isimli bir mimar tarafından tasarlanan ve Bouygues tarafından inşası tamamlanan, Atlantik Okyanusu’nun kıyısında denizin doldurulması ile elde edilen devasa ibadethane, göz kamaştırıcı. “İslam’ın en batıdaki simgesi” olarak gösterilen, Afrika’nın giriş kapısında, uzaydan bile görülebilecek çapta toplamda yüz bin müslümanın aynı anda ibadet etmesine imkân tanıyan camiyi ifade edecek tek kelime, “görkem” olmalı. 210 metre uzunluğundaki minare ise eşsiz.

Gel-git denen coğrafi olayın nasıllığının görülmesi üzerine bir laboratuar kurulmuş sanki caminin yanına. Çoktan çekilmiş olan denizin kayalar arasında bıraktığı birikintilerdeki balıkları, ahtapotları elleriyle toplayan insanları görünce şaşkınlığını gizleyemiyor insan. Birkaç saat sonra oralar tekrar deniz tarafından kapanacak. Birileri için rızık kapısı bu sular. Caminin içi dev fil ayaklarından müteşekkil. Düzenli bir halı serili değil tüm camide. Minbere yakın yerlere konuşlandırılmış kilimvari örtüler ve seccadeler üzerinde ibadet yapılabiliyor. Kırmızı halıların ve onları çevreleyen metal ayraçların varlığı resmi bir alana dönüştürse de camiyi, ara ara içerde kanatlanan güvercinler normalleştiriyor ortalığı. Ramazanda tıka basa dolan, dışarıda on binlerce müslümanın saf tuttuğu teravih akşamları okyanus dalgalarının muhteşem sesine eşlik eden Kur’an tilavetinin benzersizliğini hayal ediyorum.

İçimdeki vicdan sızlıyor sonra, caminin yaklaşık 800 milyon dolar harcanarak yapıldığını öğrenince. Fas’ın banliyölerini ve bu ülkeden aşağıya doğru hep acı, yoksulluk ve ölüm üçlemesince kuşatılmış durumda olan devasa Afrika kıtasını düşünüyorum. İnsanı çıldırtacak düzeyde bir tenakuz yaşanıyor burada, arzın geri kalanında olduğu gibi. Dünyanın kuzeyi tarafından travma haline sokulan bir kıtadayız. Tüm bu hercümercin kilometrelerce uzağında çölün, ıssızlığın ve yalnızlığın kenarına kurulmuş bir şehirde Anadolu’dan gönderilen bağışlarla imar edilen halısız, kilimsiz mescitlerdeki derinliğin, içtenliğin, Allah’a ve vicdana yakınlığın gramını bu muazzam yapının içinde görmediğimi düşünüyorum sonra.

STOCKHOLM SENDROMU HER YERDE YAŞANAN

Hasan Camii’nden ayrılıp Quarter Habous adlı eski çarşıya gitmeye karar veriyoruz. Yol boyu en merkezi yerleri askeri tesislerin aldığını görmemek ne mümkün; çok tanıdık geliyor bu manzara. Ayaküstü tıraş yapan berberler, uluorta ciğer közleyenler, tepeleme muz ve ananas satıcıları, tüp ateşine paralel fıstık ısıtanlar, salyangoz haşlayanlar, beyazdan siyaha her tonda insan manzaralarından müteşekkil caddelerden geçiyoruz. Çay bulana aşk olsun, her yer geleneksel “mint tea” denilen naneli çay tarafından işgal edilmiş durumda.

Turizme abanmış öylece de kalmış bir kent Kazablanka. Fransızca çılgınlığı almış başını gidiyor. Her yer Viva France! Afrika’nın canına okuyan, yaşanan tüm çatışmaların altında bir şekilde yer alan Fransa’nın bu denli bu coğrafyada güçlü olması, insanların konuşma tercihlerine kadar müdahale etmesi korkunç bir olay. Kendini kaçıran kişiye tutulan insan gibi enteresan bir şekilde sosyolojik bir “Stockholm Sendromu” ile karşı karşıya kıta.

TANIDIK BİR NESNE: DİRHEM

Dirhem kullanmak çok ilginç. Fas’ta 1 Euro, 10,56 Dirhem (bir önceki yıl İHH seyahatnamesi tutan Ömer Faruk Toprak 10,97 diye not almış). Alışverişi dirhem üzerinden yapmak geçmiş zaman koridorlarına bırakıyor insanı. Kendi geçmiş bakiyesini reddederek oluşturduğu cumhuriyetinde yaşayan birisi olarak dirheme dokunmak dedemin benekli, ağarmış kıllarının seyrek olarak yer aldığı eline dokunmak gibi bir his bıraktı bende. Bir albüme bakmak gibi. Hüzündü en çok tanımlanabilecek his o anda, yalnızca hüzün.

Dinar’ı en çok Quarter Habous’a varınca kullanıyoruz. Burası, antika eşyaların, tabloların, bolca deri ürünlerinin yer aldığı ve seyyar satıcılar tarafından kuşatılmış bir alan. Kral 6. Muhammed’in hac fotoğrafları gazeteleri, ergenlik resimleri ise Kuzey Kore’den mülhem bayrak eşliğinde iş yerlerini süslüyor. Futbol aşkı buralarda da salgın bir hastalık olarak ilerlemekte. Hemen karşı kıyıda yer alan İspanya’nın Barcelona takımını tutuyor Faslılar.  Kafelerde, sokaklarda ağzı açık ayran delisi gibi maç izliyorlar.

Cafe France’ta sallama çay içerken uzanan caddede akan insan selini izliyoruz. Taksim’den bir farkı olmayan bu uzun cadde, dünyanın aynı hızla kirlendiğinin açık ispatı sanki. İnternetin, sosyal ağların çelikten halatlarla doladığı ilmek, her geçen gün daha fazla sıkıyor yerkürenin kalbini. Günübirlik gerçekleşen ziyaretten ancak yüzeysel bir sonuç çıkarabiliyoruz. 1976 model 123 kasa Mercesedes model taksi ile kenti turluyoruz. Vakit daraldı. Casablanca’nın yağmur sonrası üzerine giyindiği toprak kokusunu içimize çekerek ayrılıyoruz kentten. Fas Hava Yolları (Air Morocco) ile Burkina Faso’ya doğru yola çıkıyoruz.

Not: Yazımız ilk bölümünde ana aktarma durağı Fas izlenimleri, ikincisinde ise Burkina Faso olacak. Tüm seyahat yazısı iki yazıyla sınırlı tutulacaktır.