BM’yi işaretleyerek Batı’nın ikiyüzlülüğünden, uluslar arası kamuoyunun menfaatperestliğinden, diplomasinin klişe söylem ve süreçlerinin arkasına gizlediği sinsi planlarından şikâyet etmek en kolay yol.
Biraz olsun İngilizce, Fransızca biliyor ve Batı basınına yansıyan beyanatlara, bir iki think tank raporuna atıf yaparak söylediklerinize entelektüel arka plan kazandıracak renklerle süslüyorsanız yazılarınızı, harika bir aydın-yazar olmanız işten bile değil.
Batı’nın sömürgeci geleneğinin yeni şekiller alarak nasıl da üzerimize musallat olduğuna dair tahliller yaparken bağımsız, tutarlı, vicdanlı olduğu kadar ufku geniş, tecrübesi derin, muhakemesi hikmetli bir şahsiyet abidesi olarak parmakların sizi işaretlememesi için hiçbir meşru gerekçe bulunmaz. Lakin Suriye ve Mısır üzerine söylenen sözler kadar söylenemeyen sözlerin de üzerinde biraz olsun düşününce iç açıcı bir manzara gözükmüyor. Çünkü aydın-entelektüel kesimin sol ve liberal kesimlerinde olduğu kadar İslami camiadakilerinde de ciddi bir meşruiyet krizinin baş gösterdiği bir sır değil.
Katliam ve Issızlık Yarışı
Cinayet ve katliamların içimizi parçalayıp gözyaşlarımızı sele döndürmesi için ille de kimyasal silahlarla gerçekleşmiş olması gerekmiyordu elbette. Ama geçen hafta Şam’ın Guta beldesinde çoğunluğu çocuk 1.300’den fazla kardeşimizin kimyasal silahlarla katledildiğine dair görüntüler karşısında sergilenen tavırlar kelimenin tam anlamıyla iğrenç bir suskunluk olarak kayıtlara geçiyordu. Ancak kanaatimce mesele, BM’nin geniş zaman yayılmış inceleme prosedürü, Obama’nın "ABD'nin göz atması gereken bir olay” şeklinde nitelemesinden veya AB’nin nereye varacağı ve ne işe yarayacağı hiçbir zaman anlaşılamayan kaygılarından daha derinlerde.
Esed/Baas rejiminin başından bu yana işlediği katliamlar için Rusya, İran ve Hizbullah’ın ısrarla muhalif İslami örgütleri suçladığı zaten malum. Özellikle İran ve Hizbullah, 12 İmam’ın masumiyeti inandığı kadar Esed/Baas rejimin masumiyetine de inanıyor. Zerre miktarı tereddütleri olmadığı için hem İran’dan Devrim Muhafızları hem de Lübnan’dan Hizbullah savaşçıları en üst düzey komutanlarına kadar İslamcı muhaliflere karşı Esed rejimin bekası adına savaşıyorlar. 10 bin savaşçı yetersiz kalırsa Nasrallah’da cepheye gideceğini beyan ediyor. Belki de Hamaney’in benzer bir beyanat vermesine az kalmıştır, kim bilir!
Sürecin aktörleri hiçbir dönem şaşırtıcı bir tavır sergilemedi: İran ve Rusya, hiç vakit kaybetmeksizin kimyasal saldırılardan ötürü Esed’in değil muhalifleri suçladı. Hatta öyle ki İran Dışişleri Bakanı Zarif “bu kesinlikle hiçbir suçu işlemekten geri durmadıklarını gösteren terörist ve zındık grupların işidir” deyiverdi. Evet, yanlış okumadınız İranlı Bakan, Şam Şeytanı Esed’e karşı mücadele eden Müslüman halka hiç utanmadan, sıkılmadan ısrarla “terörist ve zındık” diyor.
Şimdi, diğer birçok bölgede olduğu gibi Guta’da da katliama tepki gösteren, çocukları veya diğer aile fertleri katledilen insanların feryat ederken neden Esed ve Şebbihaları kadar İran ve Hizbullah’a da lanetler okuduğunu anlamamakta ısrar edenlere soralım: 100 binden fazla insanı katleden Esed’in en büyük suç ortakları İran, Hizbullah ve Rusya değil mi?
Kan gölünde boğulmak istenen Suriye halkı Hamaney ve Nasrallah’ın Beşşar veya Mahir Esed’den zerre miktarı farklı olduğunu düşünmüyor. İnsanları ahmak yerine koyup BM, AB, ABD veya İİT’ndan çözüm üretecek bir tepki beklemeye yöneltmenin hiçbir manası yok. Katliam İran, Hizbullah ve Rusya’yı arkasına almış Esed rejimi eliyle gerçekleştiriliyor. Ama sessizce seyretme makamında olup katliamlara dolaylı vize verenler sadece Batılı kurum ve siyasiler değil.
Yalnız ve Başarısız Olan Kim?
Türkiye bağlamında Başbakan Erdoğan’ın Suriye’deki katliamlara ve Mısır’daki askeri darbeye karşı sergilediği siyaseti “başarısızlığın yol açtığı bir yalnızlık” olarak yaftalamak için çırpınıp duranların maksadı ne?
Despotik iktidarlara karşı halkların meşru haklarına vurgu yapan Başbakan Erdoğan’dan beklenen katil Esed’le bitişik nizam durup Suriye halkına karşı savaşması mıydı?
Putin, Hamaney ve Nasrallah gibi Esed’in Şebbihalarını silahla donatıp Suriye halkının daha çok kanının akıtılmasına katkı sağlaması mı bekleniyordu Erdoğan’dan?
Başbakan Erdoğan dış politikada yalnız ve başarısız olmamak adına cunta lideri General Sisi’yi gerçekleştirdiği darbe, katliam ve tutuklamalardan ötürü yanaklarından öpüp tebrik mi etmeliydi? Hemen arkasından darbeye direnen Mursi ve İhvan kadrolarının yüzlerine tükürmesi mi bekleniyordu?
Yazılıp söylenenlere kulak verince, eleştirilip önerilenlere göz atınca her derde deva kabilinden pragmatizmi esas alan klasik ulus devlet formatının önerildiği anlaşılıyor. Faydacı ama zalim, güce tapan ama mazlumun ahını hak eden lanetli ve şerefsiz, kan dökücü ve ahlaksız bir siyaset rotası çizenler bize hem başarı hem de çevre vaat ediyorlar. Hem bu dünyayı hem de ahreti cehenneme çevirmeye davetiye çıkarılıyor yani.
Esed/Baas rejimi Guta’da kimyasal katliama girişince Cumhuriyet, Yurt, BirGün, Sol, Evrensel, Aydınlık, Sözcü gibi Kemalist-Sol blok halinde İslamcı muhalefeti olağan şüpheli olarak takdim etti yine.
Peki; İslamcı aydınlar kimyasal katliamla alakalı ne söyledi? Mesela Ali Bulaç şimdiye kadar Esed’in katliamlarına, bu katliamlarda İran ve Hizbullah’ın rolüne tek bir kez olsun değinmediği gibi kimyasal katliamların olduğu günlerde tamamen Suudi ve selefi tehdidine odaklanmamızı salık veriyordu. Bulaç’ın tasvir ettiği “güvenilmez Suud-Selefi” heyulasıyla İran ve Hizbullah’ın korkunç misyonu bundan daha iyi nasıl perdelenebilirdi ki? Bu açıdan İran ve Hizbullah Türkiye’deki kimi kalem erbabına ama özellikle de Ali Bulaç’a çok çok borçludur.
Akif Emre ise “kimyasal silah kullanımı ardındaki sis perdesi henüz tam açığa kavuşamadı”ğı için şimdiye kadar bir cümle ile olsun herhangi bir değerlendirme yapamıyordu. Ancak “komplosuzluk iddiasının en büyük komplo olduğu tezi”yle olan biten bütün hadiseleri küresel güçlerin planlarının adım adım işletilmesine bağlıyordu. İradesiz, basiretsiz, beceriksiz Müslüman halklar plağına eşlik eden kadiri mutlak küresel aktörler destanıyla ‘fikir’ adı altında korku ve vesvese üreten bir mekanizma çalışılıyordu.
Kadın oldun erkek olsun isimleri tek tek sayamayacağım kadar İslamcı aydının durumu Suriye’de yaşanan insanlık dramı karşısında böylesine iç karartıcı ve moral bozucuydu maalesef. Kahir ekseriyeti tarafsız gözlemci rolünde Esed’in cinayetlerine ama özellikle de İran ve Hizbullah’ın Esed/Baas rejiminin bekası adına üstlendiği telafisi imkânsız insanlık suçlarına karşı yutkunmayı tercih ediyordu.
Şaşkınlık ve Suskunluk Anaforundakiler
Bir mümin için bu öylesine zelil bir suskunluktu ki anne ve babaların çocuklarının başında, çocukların da anne ve babalarının cenazelerinin başlarında gökleri yıkarcasına hüngür hüngür ağlayan masum ve mazlum insanların acıları karşısında takınılabilecek en kötü tavırdı. Zalim ve katil karakteriyle meşhur, işkence ve zindanlarıyla malum Esed/Baas rejimine isyan eden Müslüman bir toplum bu zelil suskunluk neticesinde şaibeler ve iftiralar eşliğinde önce yalnızlaştırıldı sonra da itibarsızlaştırıldı.
Özel olarak Suriye halkı için genel olarak bütün Müslüman toplumlar için basiret ve tecrübe, birikim ve hikmet, irade ve istikrar gibi olumlu vasıflardan yoksunluk isnadı üzerine kurulan perspektifler hastalıklıdır ve ifsad edicidir.
Şunu açıklıkla ifade edelim: İslamcı aydın diye bildiklerimiz ciddi hiçbir siyasi-sosyal beraberlik içinde olmamış, birey yönü ağır basan hiçbir ciddi sorumluluk almamış/paylaşmamış, kendinden başka kimseyi bağlayıcı karar alacak durumu olmayan bir ferttir.
Muhakkak ki aydın-entelektüel değerlidir, önemlidir, önemsenir ama neticede söylediği sözün arkasında bırakın kitleleri, kadroları kendisinin dahi duracağı şüphelidir. Orta ölçekli bir mahalleye muhtar olabilecek ehliyette oldukları dahi şüpheli bir takım okumuş-yazmışların küresel güçlerin veya despotik iktidarların saldırıları karşısında direnen İslami hareketlere ne kadar sağlıklı bir rota çizebileceği en azından tartışılmalıdır.
Hiçbir istişari ilişkide yer almayan, kendisini her daim öğretip sevk etme makamında gören, hayatı ve mücadelesi bilgi edinmek ve yaygınlaştırmakla sınırlı kalan ‘aydın’ nasıl olur da kendi sorumluluklarını ve zaaflarını hiç tartışmaksızın siyasi kadro ve kitlelere istikamet belirlemeye kalkışır.
Netice-i kelam ana konumuza dönersek: AB ve ABD eleştirilerinde olduğu gibi haklı Suud ve Selefilik eleştirilerine rağmen İran ve Hizbullah’ın Suriye’de işlediği cinayetler karşısında ağzını açmaya dahi cesaret edemeyen, iradesi ipotek altında tutulan, bağımlı ve kariyer meraklısı aydın tipinin, entelektüel karakterin değil İslam ümmetine kendisine dahi faydası imkân dâhilinde değildir.
Yabancı suskunluk iğrenç ama yerli malı versiyonu ondan daha da çekilmez bir durum.