Hayatı kolaylaştıran şey kanıksamadır... İyisiyle kötüsüyle kendi koşullarımızı iç dünyamızda sıradanlaştırdığımızda, hayatı da daha tahammül edilebilir ve yaşanabilir kılarız.
Bu arada hayallerimiz, ideallerimiz, normlarımız da yeknesaklaşır, bir kalıba dökülür ve giderek kişiliğimizin parçası haline gelir. Kişi olarak yaşadığımız bu adaptasyon sürecinin bir benzeri toplumlar açısından da geçerlidir. İçine doğduğumuz kültürel ve zihni dünyanın kanıksanması sayesinde, toplum olarak daha 'normal' algılanmaya başlarız. Kurduğumuz siyasi rejimler ise bu yönde zorunlu bir çabanın yansımasıdır. Her ülke genel geçer kabul gören ilkeler doğrultusunda bir yapılanma süreci içine girer ve böylece 'doğrular' pek de fazla irdelenmeden hızla yaygınlaşır.
Çağımızı bir bütün olarak aldığımızda, bugünün dünyasının normlarını belirleyen arka planın 'modern tasavvur' olduğu rahatlıkla söylenebilir. Modernliğe ideolojik açıdan karşı olan toplumların bile modernleşmek için ellerinden geleni yaptıkları bir tarihsel dönemin içinden geliyoruz. Bu süreç ister istemez modernliğin fikri önermelerinin de standartlaşmasına neden olmakta. Öyle ki modernlik tasavvurunun uzantısı olarak ortaya çıkan birçok 'doğru', bugün hemen herkes tarafından kanıksanmış, ilkesel tercihler olarak savunulur hale gelmiş durumda.
Günümüzde doğal bir 'iyi' olarak kabul edilen ifade özgürlüğü de böyle... Oysa ifade özgürlüğünün olumlu bir değer olarak kabulü, Batı modernliğinin arka planında duran relativist zihniyetin olumlanmasını ifade eder. Açıktır ki örneğin otoriter zihniyette biri için ifade özgürlüğü hiç de istenilir bir toplumsal duruma denk düşmez. Çünkü bu anlayışa sahip olanlar açısından ifade özgürlüğü karar almayı zorlaştıran, kontrol imkanını daraltan, giderek anarşi yaratabilecek olan bir ortamı ima eder.
Dolayısıyla bugün düşünmeden kabullendiğimiz değerlerden biri olan ifade özgürlüğünün, Batı'da yeşeren relativist zihniyet ve liberal ideoloji sayesinde bir 'iyi' değer haline geldiğini kavramakta yarar var. Bu durum söz konusu zihniyet ve ideolojinin etik anlayışıyla bağlantılı gözüküyor olsa da, aslında işlevsel bir anlam taşır. Diğer bir deyişle ifade özgürlüğü liberal dünyanın var olabilmesi için bir önkoşuldur. Çünkü liberalizm kendini farklılaştırabilen 'birey' üzerinde inşa edilmiştir. Kendini kamusal alanda farklılaştırabilmek ise tercihlerin açıkça ifade edilebildiği bir düzende yaşanabilir ancak... Nitekim serbest piyasa ekonomisinin de, liberal demokrasi pratiğinin de temelinde, bireylerin kendi tercihlerini açıkça ve serbestçe dile getirebilme özgürlüğü yatar.
İfade özgürlüğü, işleri zorlaştırıyor mu?
Ne var ki modern dünya, sadece liberal tasavvur üzerinde yükselmez. 'Modern' adı altında yaşamakta olduğumuz medeniyet sistemini sadece bireyler üzerinden kurmak mümkün değildir. Çünkü bireyler kamusal alana girmek ve onu kullanmak üzere hazır olsalar da, kamusal alanı kendiliğinden üretemezler. Eşdüzeyli bireylerin tercih yelpazesinden, toplumsal kuralları ima eden bir kamusal alan çıkmaz... Oysa bireyin 'vatandaş' haline gelmesi ancak bir kamusal alanın varlığında mümkündür ve tam da bu nedenle liberal ideoloji her zaman bir üst otoriteye muhtaçtır. Nitekim 'devlet' kamusal alanı kurar, işletir ve garanti eder... Yani vatandaşlığı mümkün kılar.
Devletin böyle bir öncelik alması, farklı bir zihniyet ve ideolojiden kaynaklanan bir meşruiyeti gerektirir. Söz konusu meşruiyetin kaynağı ise hayali bir cemaat olduğu konusunda artık pek de tereddüdümüzün kalmadığı 'millet'tir. Millet bugün yaşamakta olan vatandaşlar topluluğundan çok daha büyük ve 'gerçek' bir varlık olarak kabul görürken, devletin de milleti doğrudan temsil ettiği ve 'taşıdığı' varsayılmıştır. Bu anlayışın sonucu olarak, devletin vatandaştan 'önce' geldiğini öne süren bir manevi hiyerarşi hemen her ülkede kabul görmüş, milletin çıkarlarının ne olacağının da devlet tarafından bilinebileceği fikri kolayca yerleşik hale gelmiştir. Bu yaklaşımın ifade özgürlüğü açısından neyi ima ettiği ise açıktır... Millet vatandaştan ve bireyden daha 'gerçek' kabul edildiği andan itibaren, devlet de vatandaşlığın sınırlarını çizme imtiyazını eline geçirir. Böylece ifade özgürlüğünün sınırının da devlet tarafından saptanması gerektiği fikrine gelinir ve ortaya devlet tarafından tanımlanan ve tasarımlanan bir vatandaş çıkar...
Milleti merkeze alarak devletle birey arasında hiyerarşi yaratan bu ideoloji, bilindiği üzere milliyetçiliktir ve otoriter zihniyetin uzantısıdır. Dolayısıyla ifade özgürlüğü konusunda kısıtlayıcı bir bakışı temsil eder. Böylece 'modern tasavvura' dayanan günümüz medeniyetinin ifade özgürlüğü açısından çelişkili bir öze sahip olduğunu söyleme noktasına geliriz. Bir yanda ifade özgürlüğünün tam anlamıyla yaşanabilmesini önkoşul olarak almak, ama aynı ifade özgürlüğünün devlet tarafından sınırlanmasını da meşru görmek gerekmektedir.
Batı dünyası bu çelişik uçları kendi içinde dengeleyen siyasi rejimler üretmiş; ne bireysel özgürlüklerden ne de devletin 'üst akıl'ından feragat etmek istememiştir. Ancak Türkiye gibi ülkeler aynı geleneğin üzerine oturmadıkları ve otoriter zihniyeti zaten taşıdıkları için, özgürlükler açısından dengeli rejimler geliştirememişlerdir.
Türkiye'de halen ifade özgürlüğü, yönetimin işini zorlaştıran bir toplumsal kapris gibi ele alınabilmekte. Doğruların devlet tarafından bilindiği ve yapıldığı bir rejimde, bireylerin bu doğrulara katkılarının olabileceğine inanılmadığı gibi, farklı düşüncelerin ima ettiği eleştirilerin bir tür münafıklık olduğu görüşü de devlete hakim. Devletin vatandaş tasavvuru, fikirleri olsa bile kendisine saklayan, kamusal alanı 'kamusal fikirlere' terk eden bireyleri ima ediyor. Gerçekte istenen şey sessiz bir toplum ve nitekim 'milletin' de bu sessizlik sayesinde oluştuğu varsayılmakta. Sözün devlete düştüğü yerde, devlet sözüyle 'millet' olduğunu sanmanın kolaylığı yaşanıyor...
Söz konusu durumun sayısız örnekleri yakın tarihimizde mevcut. Ancak son günlerde yaşanmış olan Aktütün Karakolu baskınından sonraki Genelkurmay tavrı yeterli olacaktır... Aktütün'e yapılan PKK baskınına ait istihbari bilgilerin çok önceden yetkililerin elinde olduğunu ortaya çıkaran Taraf Gazetesi devletçe kınanırken, bu haberin medyada kullanılması da yasaklandı. Böylece devlet çıkarını esas alan bir ifade özgürlüğü kısıtlaması yaşandı. Genelkurmay, medyadaki haberin yanlışlığını kanıtlayamazken, bu bilginin kamuoyu tarafından bilinmesinin zararlı olduğunu söylemiş oldu. Diğer bir deyişle devlet kamusal alanda dolaşması caiz olan bilginin sınırlarını çizerken, ifade özgürlüğünün de ancak bu sınırlama çerçevesinde geçerli olabileceğini ima etmekteydi.
Kurumsal tepkiyi dile getiren Genelkurmay Başkanı ise bu noktada da durmadı ve PKK'yı başarılı göstermenin hainlik olduğunu öne sürdü. Bunun anlamı, gazetecilerin ve basının söz konusu silahlı çatışma sürecinde yanlı olmalarının beklendiğidir. Çünkü açıktır ki 25 yıl süren bir savaş durumu varsa, her iki tarafın da başarısı veya başarısızlığından söz etmek mümkündür ve bu değerlendirmede çok farklı fikirlerle karşılaşmaktan daha doğal bir durum olamaz. Hele konu basın olunca, gazeteciliğin sahip olması gereken nesnel bakışın, bazen devletin hoşlanmadığı tespitlerle sonuçlanabileceği de açıktır... Ne var ki Türkiye'de devlet otoritesini temsil eden kurumlar, kendilerinin bir aktör olduğu durumlarda basının nesnel olmasına tahammül edememekte ve medyanın doğal olarak kendi yanlarında yer almasını istemekteler. Diğer bir deyişle gazeteciliğin devlet hizmetinde olması gerektiğine dair bir algı halen geçerliliğini sürdürmekte... Bu ise ifade özgürlüğünün tamamen işlevsel ve manipülatif hale gelmesini ifade eder. Dolayısıyla da gerçekte ifade özgürlüğünü ortadan kaldırır ve devletçe seçilmiş ifadenin tahakkümüne yol açar.
Otoriter zihniyet lehine olan dengesizliğin ürettiği vesayet rejiminden, Batı'da örneklerini gördüğümüz modern bir cumhuriyete dönüşmenin en önemli aracı olan medya ise ne yazık ki Türkiye'de henüz kişiliğini kanıtlamış değil. Devletin basını bir kurumsal 'literati' olarak kullanma isteği devam ediyor ve medyanın bir bölümünde olumlu yanıt alıyor. Buna göre basın dünyasının bir resmî 'öğretmen' işlevine sahip olması, toplumu devletin istediği yönde eğitip yönlendirmesi bekleniyor. Ancak medyanın kendi yapısından gelen handikapları da var... Devletle çıkar ve nüfuz ilişkisi içinde olan patronlarca yönetilen bazı medya organlarında, yönetimler de korunmuş cemaatler halinde kendilerini toplumdan yalıtmış durumdalar. Ayrıca basın dünyasındaki kişilerin zihniyet açısından da devletten çok uzak düşmedikleri, aynı otoriter zihniyeti paylaştıkları da söylenebilir.
Özgürlükleri yeniden anlamlandırmak
Bu durum, Türkiye'deki ifade özgürlüğünün önündeki en kritik engeldir. Çünkü bireylerin ifade özgürlüğünü sürekli ve sistematik hale getirecek mecra basındır. Medya, fikirlerin oluşturduğu muhayyel kamusal alanın tabanını sağlar. Medyanın ifade özgürlüğü açısından handikaplı ve yanlı olduğu, kolaylıkla manipülasyona kaydığı bir ülkede ifadenin özgürleşme ortamı da büyük ölçüde sakatlanacaktır.
Böyle bir medyayı ve medya/devlet ilişkisini otoriter zihniyetin daha revaçta ve işlevsel olduğu soğuk savaş türü atmosferlerde sürdürmek nispeten kolay. Ancak bugün modernlik de daha demokratik bir tahayyüle doğru dönüşüm geçiriyor. Dolayısıyla her ülke bu yeni duruma adapte olmak, özgürlükleri öne çıkaran ilkesel bakışı içselleştirmek durumunda. Bu yeni algılama, ifade özgürlüğünü başlı başına bir etik değer haline getiriyor, çünkü toplum olmak için asıl önemli olanın bireysel ifade imkanı olmaktan öte, başkalarını 'duymak' olduğunu nihayet kavrıyoruz. İfade özgürlüğü aynı zamanda bir 'bilme hakkı' olmakla birlikte, farklılıkların birlikte yaşayabilmesinin de zeminini oluşturmakta.
Bu yeni kavrayış, millet kavramını da yeniden masaya yatırıyor ve devletin millet üzerinden vatandaş üzerinde tahakküm kurmasını gayri meşru hale getiriyor. Toplumu sessizleştirerek millet üretmenin sanal bir çözüm olduğunu anlıyoruz... Sözün, bu sanal milleti yeniden toplum olmaya zorladığını ve gerçek milletlerin de ancak sesli toplumlardan çıkabileceğini hissediyoruz. İfade özgürlüğü bireyi kamusal alana taşıyan bir unsur olmanın ötesinde, her türlü farklılıklarına rağmen bir bireyler ve kimlikler yığınını toplum haline getirmenin aracı. Söz konusu toplumun 'millet' oluşturma şansı ise tamamen zihniyetine bağlı... Ötekini duymayı ve dinlemeyi, ötekinin kulağıyla kendi sesinizi duymayı teşvik eden bir zihniyetiniz varsa, söz konusu milleti bugünden itibaren oluşturmaya başlayabilirsiniz. Aksi halde devletin tasavvurundaki milletin korunmasına yönelik her adım, gerçek bir toplum olma şansını budamaya devam edecek.
ZAMAN