Polisiye romanlar okuma geleneğinin bir asrı biraz aşan bir geçmişi varsa da Türkiye’de pek yakın zamanlarda yaygınlaştı. Sir Arthur Conan Doyle’un Sherlock Holmes veya Maurice Leblance’ın Arsen Lüpen serilerinin bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de heyecanlı müptelaları oldu. Peyami Safa’nın kaleme aldığı Cingöz Recai’nin maceraları üzerinden uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen kısmen okuyucu bulmaya devam ediyor olsa da artık Ahmet Ümit’in daha popüler ve teknik düzeyde daha profesyonel polisiye edebiyat ürünleri ‘olay yeri inceleme’ meraklılarına daha gizemli ve heyecanlı kurgular sunduğu için yeni bir okur profili oluşturuyor.
Dağılma ve çöküş sürecine girdiği yıllarda Osmanlı Devleti’nin yıkılışı (ciddi haklılık payı olmakla beraber) Yahudilik ve Masonluk teşkilatlarının gizli, sinsi ve haince planları dairesinde izah edilirken bütün bünyeyi saran zihinsel, ahlaki, siyasi, bürokratik hastalıklara bir türlü sıra getirilemezdi. Kemalist sınıflar tarafından usanmaksızın tekrar edilen “Cumhuriyet’in düşmanları” klişesi her türlü yolsuzluğun, yozlaşmanın ve daha önemlisi despotik teamülün biricik meşruiyet kaynağı olarak tedavülde tutuldu daima.
90’lı yıllardaki Sabetaycılık ve (gizli) Sabetayistler mevzusu ise bütün kötülükleri siyasi tercihlere veya örgütsel ilişkilere değil doğrudan şecereye bağlı olarak izahı geniş toplum kesimlerinde adeta kronik bir hastalığa dönüştürdü. Aynı zamanda bu yıllar sistematik olarak işlenen faili meçhul cinayetlerle Türkiye’de siyaset ve topluma medya üzerinden zorunlu istikametler çizildiği yıllardı. Açık-gizli istihbarat operasyonları hız kesmeden icra ediliyor ve devlet sınıfları tarafından tayin edilen iyi-kötü, doğru-yanlış algısının az çok modifiye edilmiş haliyle topluma hâkim kılınması için kesintisiz bir seferberlik işletiliyordu.
Yaygın İstihbarat Eğitimi
Kaos ve tedirginliğin iyiden iyiye tavan yaptığı bu dönemde bazı ekranlar ve gazeteler MİT için uzun yıllar çalışmış Mahir Kaynak’ın ‘aykırı’ tezlerini topluma taşıyarak bir rahatlama ve askeri vesayetin saldırılarına karşı etkili bir paratoner kurmaya koyuldu. Artık geniş muhafazakâr-dindar kitleler ve temsilcisi konumundaki siyasal aktörler “büyük resimleri çözümleme” ve “küresel oyunları boşa çıkarma” gibi hususlarda yaygın eğitim imkânlarından istifade ediyor, İstihbarata Karşı Koyma teknikleri neredeyse sıradan sivillerin dahi alışkanlığına dönüşüyordu. Artık siyasal ve toplumsal irade külyutmaz bir mahiyet kazanıyor ve bir saldırı, bir sabotaj, bir suikast vuku bulduğunda “buradan ortaya çıkan sonuç en çok kimin işine yarar?” sorusunun peşine düşerek failleri hemencecik bulunuyordu.
İstihbarata ileri düzeyde meraklı ve fakat bu işi televizyon ekranlarından, gazete haberlerinden öğrenmekte iktifa eden toplum kesimlerinin vehim ve vesvese hastalığına sürüklenmesi ne yazık ki kaçınılmaz oluyor. Böylelikle ortam CIA ve Mossad’ın operasyonlarını, İngiliz MI6 veya Alman BND’nin ajanlaştırdığı kişi ve kurumları engelleyip bloke etme noktasında değilse bile tespit ve teşhirde muazzam bir cevvaliyet hikâyeleriyle dolup taşıyor. İzah için somut delile, adil bir yargılama sürecine çoğu zaman ihtiyaç duyulmuyor bu yüzden. Çoğunluğu kendilerini Mahir Kaynak’ın öğrencisi, çalışma arkadaşı veya dostu olarak takdim eden “tecrübeli polis muhabirleri” marifetiyle kamuoyuna mal edilen istihbarat analiz teknikleri zaten delillere, mahkeme kararlarına hiç ihtiyaç kalmaksızın net çözümler sunuyor.
Garip ama “Türkiye için milli birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz dönem” hemen hiç geçmek bilmeyen adeta donmuş kalmış kabilinden geniş bir zamanı ifade eder. Hiçbir şeyin olağan sayılmadığı, tesadüfe asla yer bırakmayan, daima şüpheleri besleyen, sinsilik işaretleri veren ilişkileriyle ‘zaman ayarlı’ hareketler ülkesidir Türkiye. Olup biten bir dizi somut eylemi bırakıp Fetö’nün sübliminal mesajlarını deşifre ederek siyaset ve topluma yol haritası çıkarma mesleği en çok revaç gören iş durumunda. Ne kadar trajikomik de olsa “hiçbir şey göründüğü gibi veya söylendiği gibi olmaz, olamaz, olmaması gerekir” septik perspektifi kaskatı bir kaideye, hayat tarzına dönüştürülmüş durumda.
Sadece Türkiye değil hiçbir ülke sabotajlardan, suikastlardan, açık veya örtülü saldırılardan masun değildir elbette. Adaletin tüm katmanlarda tesis edilebilmesi için elbette ki makul şüphenin her zaman tetikte olması gerekir. Ancak makul şüpheyi aşan hatta şüphe sürecini bile çiğneyip alenen propagandaya, psikolojik harp taktiklerine evrilen söylemlere sarılmak çözüm değil bilakis çözümsüzlük ve hızla yaygınlaşan bir çürümeyi beraberinde getirir.
Sabotajdır Bunlar Sabotaj!
Üzücü bir örnekle konumuzu somutlaştıralım: Ankara-Konya seferini yapan Yüksek Hızlı Tren’in 13 Aralık Perşembe günü kalkıştan altı dakika sonra Yenimahalle’deki Marşandiz İstasyonu’nda bir kılavuz lokomotifle çarpışması sonucu 9 kişi öldü ve 92 kişi yaralandı. İlk andan itibaren üstelik hiçbir resmi açıklama yapılmamışken gerek sosyal medyada gerekse gazete ve televizyonlarda “kaza mı, sabotaj mı?” ve “kazaya benzemiyor, sabotaj olmalı” tarzı propagandalar sökün etmeye başladı.
Fetö’nün dizilerin içine gömdüğü süblimimal mesajlardan yola çıkarak sabotaj tarihi verenler mi istersiniz, Fırat’ın doğusuna yapılacak operasyon öncesi Amerika’dan gelen saldırı diye tesfir edenler mi istersiniz, seçimler öncesi oluşturulmak istenen puslu havaya dikkat çekenler mi dersiniz… Hatırlayacak olursak beş ay önce, Temmuz ayında Çorlu’da yaşanan ve 25 insanın ölümüne sebep olan facia da kaza değil sabotaj olarak takdim edilmişti kamuoyuna. “Kimler ve nasıl yaptı?” sorularının ne anlamı ne de önemi vardı bu süreçte. Bütün acıları dindirmeye, bütün ihmal ve kusurları örtmeye en elverişli seçenek olarak ağız birliği edilmişçesine ‘sabotaj’ ihtimali tercih edildi maalesef.
Kazanın hemen akabinde idari ve adli soruşturma açıldı. YHT’nin kara kutusuna el koyuldu. Kontrolör, makasçı ve hareket memuru gözaltına alındı, soruşturmanın ardından tutuklandı. Savcılık telefon ve telsizlere el koyup HTS kayıtları başta olmak üzere şüpheliler için geniş bir terör soruşturması yaptı. Trenlerdeki uydu telefonlar ve istasyonlardaki kamera kayıtları detaylı bir incelemeye tutuldu.
Ancak en temel ve kritik soru Başta Ulaştırma Bakanı olmak üzere yetkililere sorulmadı: Ankara-Sincan arasındaki gerekli sinyalizasyon sistemi kurulmadan seferleri kim, nasıl başlattı?
Makasçıya, hareket memuruna, kontrolöre çok yönlü hesap sormak üzere harekete geçen savcılık garip ama sistemi eksik ve sakat kurup bütün riskleriyle işleten TCDD Genel Müdürlüğüne ve Ulaştırma Bakanlığı’na hiç dokunmuyor. Trenlere yönelik sabotaj olup olmadığı süreç içerisinde netleşecek. Ancak Pamukova ve Çorlu’dan sonra Ankara’da yaşanan ölümlü kaza esas sabotajın toplumun idrak yollarına, mantık ve vicdanına karşı tertiplendiğini ilk andan itibaren teyid etmiş oldu. Başımıza gelebilecek en büyük felaketse “içeriden ve dost unsurlar” tarafından toplumun idrak yollarına yönelik tertiplemiş sabotajların maslahata uygun görülüp yol verilmesidir.
Yeni Akit