Edirne’den çıkış yapmalarına rağmen güvenlik güçleri tarafından sergilenen bin bir türlü çirkin engelle Yunanistan’dan uzak tutulan 150 bini aşkın mültecinin başına gelen musibetler Türkiye’nin birinci önceliği gibi gözüküyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Yunanistan Hükümetine yönelik hukuka uygun hareket etme yönündeki ısrarlı çağrıları, Avrupa Birliği liderleriyle sığınmacılar, sınır güvenliği politikaları ve bölgesel istikrar gibi konuları müzakere etmek üzere Brüksel’e doğru yola çıkması da bu öncelikle ilgili gözüküyor.
Avrupa Birliği’nin lokomotif ülkesi Almanya’da Başbakan Merkel’in liderlik ettiği koalisyon hükümetinin Yunanistan’daki mülteci kamplarında yaşayan, anne ve babası olmayan 14 yaş altı çocuklardan 1.500’ünü ülkeye kabul etmek üzere karar alması neyin işareti? Hayır, bütün dünyaya pazarladıkları Avrupa Birliği kriterlerine uyacaklarına dair bir taahhüdün işareti değil ne yazık ki. Aksine sınır boylarında zuhur eden ve AB’nin imajını bozan, karizmasını çizen, cilasını döken mültecilere dönük ırkçı-ayrımcı şiddet politikalarını bir nebze olsun telafi etme peşindeler sadece. Baksanıza Cumhurbaşkanı Erdoğan henüz Brüksel’e hareket etmeden Avrupa Birliği Başkanı Ursula von der Leyen “çözüm yolu sınırlardaki baskıyı hafifletmektir” deyip “Türkiye, Yunanistan sınırındaki mültecileri geri çeksin” diyerek Nisan ayında açıklanacak yeni göç anlaşmasına kadar yine “sabır” telkin ediyor Türkiye’ye.
Rusya’ya Yutkunup Avrupa’ya Patlamak
Avrupa Birliği’nin riyakârlığı sadece mülteci politikasından ibaret değil elbette. Dokuz yılı aşkın zamandır AB, Esed rejiminin kimyasal silahlar dâhil giriştiği katliamlara dair hiç bir somut tavır alamadı. Aksine Rusya ve İran orduları tarafından şehirleri yakılıp yıkılan Suriye halkı için Türkiye’nin talep ettiği güvenli bölge oluşturma, uçuşa yasak bölge ilan etme tekliflerine dair kayda değer bir destek de vermedi. Suriye topraklarından Sünni-dindar kimliğe sahip Arap, Kürt ve Türkmen milyonlarca insanın tehcir edilmesine ve fakat bunların Avrupa ülkelerine geçişine hiç geçit verilmeden mülteci deposu olarak tanımladığı Türkiye’de birkaç milyon Euro karşılığında tutulmasını hedefledi Avrupa Birliği. AB’nin bu yöndeki Suriye politikası Amerika’nın bölge politikasıyla açık bir paralellik arz ediyor. Böylece Nusayri azınlığa dayalı Arap Nasyonal Sosyalist kimliğiyle maruf Baas/Esed rejimine mahkûm bir Suriye ile zayıf düşülecek Türkiye ve etrafı hem demografik hem de askeri olarak boşaltılmış bir İsrail dengesi de iyice pekiştirilmiş oluyordu.
Peki, Avrupa Birliği derinleşen bölgesel krizden ne derece sorumlu tutulabilir? Evet, yüksek duvar ve dikenli tellerle sınırları mültecilere kapatan, BM ve NATO’da ipe un sererek bir dönem Amerika’nın diğer dönem Rusya ve İran’ın Suriye’deki katliamlarını “radikal dinci terörle mücadele” konseptine oturtan Avrupa ülkelerinin temel hak ve özgürlükler gibi bir derdi olmadığı bir kez daha görüldü. Sömürgeci Batı’nın ileri karakolu İsrail’in güvenliği ve PKK-PYD’nin merkezinde olduğu yeni bir garnizon devletin kuruluşunu hızlandırmaktan öteye Suriye krizinde hemen hiçbir ciddi rol almadı Avrupa. Fakat şunu da iyice görelim ve hiçbir surette gölgelemeyelim ki Suriye’deki mevcut kan denizi ve mülteci seli doğrudan doğruya Rusya ve İran’ın marifetidir. Öncesindekilerle beraber 27 Şubat’ta katledilen 33 askerin katili de Rusya ve Esed rejimidir.
27 Şubat’taki saldırıları takiben Türkiye’nin gerçekleştirdiği Barış Kalkanı Harekâtı en azından Soçi Mutabakatında belirlenen sınırlarıyla İdlib ve çevresinin güvence altına alınacağına ilişkin ümitleri güçlendirdi. Düşürülen uçak ve helikopterler, vurulan tank ve zırhlı araçlar, imha edilen radar sistemleri ve mevzilerle Esed saflarında savaşan üç bin civarındaki askerin saf dışı bırakılması Türkiye’nin askeri güç ve kabiliyeti kadar Rusya ve İran’ın kucağındaki rejimin zayıflığını da gözler önüne serdi. Hava sahası açılmadan elde edilen yüksek askeri başarı Moskova, Tahran ve Şam’dan gelen mesajları epeyce yumuşatmış, ateşkes çağrılarını da yoğunlaştırmıştı.
İdlib’te Vurduk, Moskova’da Dinledik (mi?)
İşte böylesi bir vasatta Kremlin’de yapılan Türkiye-Rusya görüşmelerinden beklenen sonucun oldukça uzağına düşüldüğünü belgeleyen yeni mutabakat belgesi çıktı. Türkiye daha önceden ilan edilen mutabakatın aksine Serakib, Maaret El Numan ve Han Şeyhun gibi en kritik beldeleri yani İdlib’in tam olarak yarısı bu mutabakatla Esed rejimine bırakıldı. Türkiye’nin kurduğu 12 askeri gözlem ve kontrol noktasından 8’inin Esed rejimine ait bölgede kalması kadar M4 karayolunun etrafında oluşturulması öngörülen 12 Km’lik güvenli koridorla Cisr-eş Şuğur gibi direnişin en kuvvetli mevzilerinin Rusya lehine boşaltılması da vaad edildi. İyi ama Soçi’de belirlenen sınırların dışına çıkmayan rejimin TSK tarafından Şubat’ın sonuna kadar muhakkak süpürüleceği hatta omuzlarının üzerindeki başların kalmayacağı ilan edilmesiyle sahada gösterilen askeri performansla diplomasi masasında gösterilen performans arasında neden bu derece makas açıldı?
5 Mart’ta Kremlin’de zapt edilen anlaşma nasıl oldu da Rusya’nın koruyup kolladığı Esed rejimin İdlib etrafında paçavraya çevrildiği istikrarlı bir pratiğe rağmen Soçi mutabakatının çok gerisine düştü? Görünür-görünmez bütün risk ve tehditleri hesaba katsak bile şu ya da bu şartlar altında imza edilen bir ateşkes anlaşmasını dökülen bunca kana rağmen “Müslüman'ın Müslüman ile böyle bir savaşı yapması da bitmiş olur” gibi en hafifinden tuhaf tasvirlerle izah etmek yanlıştır.
Anlaşmanın mürekkebi kurumadan İdlib’te silahların yine ateşlenmesi de Rusya’nın resmi televizyon kanallarında Cumhurbaşkanı Erdoğan ve beraberindeki heyeti tahkir edici görüntülerin servis edilmesi de feraset sahibi hiç kimse için sürpriz olmadı. Esas mesele defalarca biten ateşkes ilanları, hep aleyhte sonuçlanan ateşkes ihlalleri ve kara-propaganda faaliyetlerine unutmak veya görmezden gelmek değil nasıl bir kapsamlı stratejiyle kalıcı cevaplar verileceğidir.
Yeni Akit