İdlib Krizi ve Yeni Göç Dalgası

İdlib’deki süreç TSK’nın güvenlik noktalarına yapılan saldırılarla yeni bir döneme girdi. Halid Hoca, Levent Kemal ve Dareen Khalifa güvenlik durumunu ve hali hazırda yüzbinlere ulaşan göç hareketliliğini analiz ettiler.

SMDK eski başkanı Halid Hoca ve gazeteci Levent Kemal ile Dareen Khalifa İdlib’deki gelişmeleri Perspektif.online sitesine değerlendirdiler.

Halid Hoca ve Dareen Khalifa’nın soruşturma sorularına verdikleri ayrı ayrı cevapları Levent Kemal’in toplu cevabıyla birleştirerek aşağıda ilginize sunuyoruz:

Türkiye-Rusya-rejim arasındaki son gerilim, genelde Suriye çatışması, özelde İdlib için ne anlama geliyor? İdlib için muhtemel senaryolar neler?

HALİD HOCA: Astana sürecine imza atmış aktör ülkelerin farklı niyetler barındırmasının doğal sonucu olarak doğan mevcut gerginlik, gerek karşıt taraflarda bulunan yerel aktörler gerekse uluslararası aktörler açısından farklı okuma ve beklentilere neden olmaktadır.

Gelinen durum, Rusya’yı arkasına alarak Şubat 2019’dan beri 7 kez Şarmağar ve Morek bölgelerinde bulunan Türkiye’ye ait gözlem kulelerine saldırı düzenleyip, karşılığında cılız tepki gören Esed rejimi için hâkimiyet alanını genişletip, hem Şam-Halep / Halep-Lazkiye otoyollarını hem de Sahil bölgesini tehdit eden Özgür Suriye Ordusu (ÖSO)’nun kontrolünki Zaviye dağını ele geçirmek için fırsat olarak görünmekte ve stratejik açıdan İdlib’in tamamını kontrol etme imkânını da yakalayabilmektedir.

ÖSO ise 3 yıldır ayak bağı teşkil eden ve alan hareketini ciddi anlamda daraltan Astana ve Soçi anlaşmasından kurtulma, yeniden organize olma ve sahada genişleme ümidini canlandırmış olsa da, İran’ın tekrar devreye girmesiyle yoğun hava ve kara saldırıları karşısında ciddi desteğe ihtiyacı vardır. Nitekim Halep’te Astana süreci boyunca sakin olan cepheler ÖSO’nun karşı saldırıya geçmesiyle tekrar ısınmaya başlamıştır. Üstelik ÖSO’da anti-tank füzeleri görülmeye başlanmıştır.

Diğer yandan, Astana sürecinin etkisiyle uzun süredir durağan konumda kalan İran, Rusya baskısından kurtulup sahada etkin bir aktör olarak kendini gösterme imkânını tekrar yakalamış bulunmaktadır.

Türkiye, Rusya’nın çatışmayı azaltma anlaşmasını defalarca ihlali karşısında hem Suriye muhalefeti hem de uluslararası kamuoyu önünde sıkıştığı köşeden kurtulup geç ve dar da olsa yeni manevra alanı yakalayıp mevcut durumu en azından Astana normlarına döndürmeyi amaçlamaktadır.

Rusya, İdlib’de bulunan Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ve diğer silahlı grupların devam eden aktif varlığını öne sürüp, bu durumun Astana anlaşmasının ihlali sayıldığı argümanını kullanarak M5 otoyolunun batısına geçip, İdlib’de Güney’de bulunan Deraa şehrinin statüsüne benzer bir statü yaratmak için Türkiye’yi yeniden anlaşmaya zorlamayı amaçlamaktadır. Bu gerçekleşirse, Rusya’ya bağlı güçler İdlib’de devriye görevi yapabilecektir ve akabinde Rusya, eli daha da güçlenmiş olarak siyasi çözüm sürecini tekrar gündeme getirmeyi amaçlamaktadır.

Astana sürecini sessiz izleyen ve İdlib’e karşı operasyon başlar başlamaz SDG’nin kontrol alanını Rusya ve İran karşısında koruma altına alan ABD, değişen dinamikler karşısında Türkiye’nin uluslararası aktörler arasındaki dengeleri tekrar gözetmeye zorlanacağı ve dolayısıyla siyasi çözüm sürecinde oyun değiştirici olan Fırat’ın batısı için kendisinin önerdiği formül üzerinde Türkiye’nin masaya oturacağı zamanı beklemektedir.

Buna göre İdlib sahasındaki karşılıklı tepkilere bağlı olarak Türkiye, rejimin ihlalleri karşısında verdiği sert tepkiyle itibarını kurtarıp yeni oyun kurallarını belirlemek için Rusya ve İran ile masaya oturma seçeneğini tercih edebilir. İkinci seçenek ise, bir yandan ÖSO’ya desteğini artırıp, diğer yandan yeni cepheler açarak masayı devirme yoluna gitmesi olabilir. Ancak 9 yıl boyunca bağımsız hareket sergileyemeyen Türkiye’nin, 2’nci seçenek üzerinde özellikle SDG ile anlaşması için masaya oturmasını bekleyen ABD’nin desteğine ihtiyacı vardır .

Rusya ise İdlib’i kontrol altına alıncaya kadar operasyonlarına devam edecek gözükmektedir.

DAREEN KHALİFA: Yıkıcı bir insani kriz yaşanması risklerine ek olarak İdlib’deki durum, Rusya ile Türkiye arasındaki gerilimi tırmandırabilir ki, Türkiye ile Suriye rejim güçleri arasında daha da tırmanabilecek bir karşılaşmayı da zaten tetiklemiş durumda. Aralarında kaçan cihatçıların da bulunabileceği yeni bir mülteci dalgasını hızlandıracak olan bir saldırı, Halep’in kuzeyindeki Türkiye kontrolündeki bölgeleri istikrarsızlaştıracak veya zaten 3,5 milyon civarında mülteciye ev sahipliği yapan Türkiye toplumunun süren hoşnutsuzluğunu arttıracak.

Rusya topyekûn bir saldırıya yeşil ışık yakıp hava desteği sunarsa, muhaliflerin öncülüğündeki bir kara gücü muhtemelen bunu durduramayacak. Üstelik İdlib’de bir askeri çözüm Rusya dâhil tüm taraflar için benzeri görülmemiş maliyetler doğuracak. İdlib’in askeri yoldan yeniden alınması Moskova’nın Türkiye ile olan ilişkilerine zarar verecek ve nüfus yoğunluğu yüksek olan kenti kan gölüne çevirebilecek kapsamda güç kullanımı gerektirecek. Rusya ikinci ihtimali öncelemese de, Moskova Türkiye ile ilerlemekte olan ilişkilerini korumakta şimdiye kadar kararlı oldu. İdlib’i ele geçirme girişimi şimdi orada bulunan cihatçı militanların Suriye içlerine ve eski Sovyet ülkeleri dâhil tüm dünyaya dağılma riskini doğuracağından, güvenlik ve terörle mücadele açılarından dahi istenecek bir şey olmadığı savunulabilir. Bunların yanında topyekûn bir saldırının rejimin insan gücü için potansiyel maliyeti de yüksek. İsyancıların güç ve direniş kapasiteleri, araziye aşinalıkları ve İdlib’in tepelik ve engebeli yapısı nedeniyle rejim yanlısı savaşçıların yıpranma oranı muhtemelen çok yüksek olacak ki, bu da rejimi İdlib’de ve başka yerlerde çıkabilecek ayaklanmalara karşı daha da savunmasız bırakacak. Rusya bunlardan kaçınmak istiyorsa, yıkıcı bir askeri zafere bir alternatif düşünmek zorunda.

Tırmanan son gerilimin ardından Astana ve Soçi süreçlerini nasıl bir gelecek bekliyor?

HALİD HOCA: Astana ve ondan doğan Soçi süreçleri, imza atan taraflar için farklı anlamlar taşımaktadır. Türkiye, Astana sürecini Rusya ile yeni anlaşmalar inşa edip kendini oyun değiştirici bir aktör olarak gösterme aracı olarak görmüştür. Rusya ise çatışmayı azaltma anlaşmasını hem Türkiye aracılığıyla ÖSO’yu çevreleyip kendi alan hâkimiyetini genişletmek hem de Türkiye’yi ABD ve AB’den çekip kendi yörüngesine bağlamak için başarılı bir şekilde kullanmıştır.

İran, süreci kontrolü altındaki alanlarda uzun vadede mezhebi ve demografik dengeyi lehine işleyecek şekilde değerlendirmiştir. Sürece kendi istekleri ile katılmayan yerel aktörler karşıt taraflarda olmalarına rağmen süreçten benzer hoşnutsuzluk sergilemişlerdir. Gelinen nokta, sürecin çıkmaza girdiğini net biçimde gösteriyor. ABD/AB gibi 3’üncü taraflar yeni yaklaşımlar sergileyip, süreci tekrar Cenevre’ye veya başka bir şehirde BM’nin konseptine uygun zemine çekebilir.

DAREEN KHALİFA: Şimdiye kadar Rusya ile Türkiye arasında imzalanan tüm ateşkes anlaşmaları (belki geçici bir süreyle de olsa) bozuldu. İran, Rusya ve Türkiye, 2017’de Suriye genelinde gerilimin düşeceği söylenen beş bölgeden biri olarak İdlib'in muhaliflerin elindeki kısımları ile civar kentleri sözde çatışmasızlık bölgesi ilan etmede mutabık kalmıştı. Anlaşmanın hayata geçirilmesini sağlamak için üç garantör ülke, muhaliflerle rejim güçleri arasındaki cephe hattında gözlem noktaları kurma konusunda anlaşmıştı. Bir yıl sonra 17 Eylül 2018’de, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin Türk mevkidaşı Recep Tayyip Erdoğan’ı Rusya’nın Karadeniz kıyısındaki tatil beldesi Soçi’de ağırladı. Burada iki lider, Türkiye’nin (Rusya’nın terörist saydığı) cihatçı gruplardan temizlenecek “bir askerden arındırılmış tampon bölge” kurma sözü karşılığında, Rus destekli rejimin kuşatılmış bölgeye karşı o zamanlar an meselesi olarak görülen saldırısını durdurma konusunda mutabakata varmıştı. Ve 16 Eylül 2019’da üç Astana gücü bu sefer Ankara’da bir kez daha bir araya gelerek, “en başta 17 Eylül 2018 Mutabakatı olmak üzere İdlib hakkındaki tüm anlaşmaların eksiksiz uygulanarak” operasyonların durması konusunda anlaşmıştı. Fakat Soçi mutabakatının eksikleri ele alınmadı. Anlaşma, İdlib’i kontrol eden en güçlü isyancı grup olan Hey’et Tahrir-i Şam’ı (HTŞ) dışarıda bırakmıştı. Bunun yerine anlaşma Türkiye’nin bu grupları kuşatma, denetleme ve nihayet teslim etmesini bekliyordu ki, Ankara’nın bunu yapmaya isteği ve anlaşılan o ki gücü de yoktu. Dahası anlaşma muhaliflerin kontrolündeki bu bölgenin geleceğiyle ilgili bağdaştırılamaz farklılıklara da değinmiyordu: Türkiye çatışmaya daha geniş siyasi bir çözüm bekleyerek rejimi İdlib’den uzak tutmaya çalışırken, Rusya ise rejimin siyasi bir çözümden bağımsız olarak Suriye topraklarının tamamını tekrar ele geçirme hedefini destekliyor.

Bu son gerilimin özellikle Suriye ve daha geniş anlamda Ortadoğu’daki Türk-Rus ilişkilerine ne gibi etkileri olur?

HALİD HOCA: Suriye savaşı ABD, Rusya ve İran için fırsat yaratmışken, Türkiye’yi birbirinden kötü seçenekler karşısında bırakmıştır. Seçimini SDG’den yana yapan ABD ve Batı’ya karşı Suriye’deki muhalefet denklemine batıdan –bariz- farklı bakmayan Rusya ile işbirliğine girmesi Türkiye’nin pozisyonunu daha da zorlamıştır. Kullanacağı kozu tüketen Türkiye’nin Rusya’ya veya batıya taviz vererek sallanan bölgede yeniden konumlanmaya çalışması kaçınılmazdır. Gerek Suriye, gerek Libya, gerek ise Ortadoğu’daki diğer sıcak bölgelerde daha çok karşı devrim ekseni ile işbirliğine giren Rusya’nın politikasını sürdüreceği görülürken, sadece Suriye’nin kuzeyinde Rusya ile kırılgan mutabakata varmış ve bunun çöküşünü gören Türkiye’nin alternatif yol arayışına girmesi beklenen bir ihtimaldir.

DAREEN KHALİFA: Türkiye için İdlib’in önemi çok büyük. Türkiye’nin, İdlib vilayeti ve yakın çevresindeki 12 gözlem noktasında konuşlanmış 12.000 askeri bulunuyor. Aralarında kaçan cihatçıların da bulunabileceği yeni bir mülteci dalgasını hızlandıracak olan bir saldırı, Halep’in kuzeyinde bulunan Türkiye kontrolündeki bölgeleri istikrarsızlaştıracak. Türkiye’nin muhaliflerin elindeki İdlib’deki nüfuzunu korumasında siyasi bir çıkarı var, çünkü bu Ankara’ya Suriye’nin geleceği hakkındaki siyasi müzakerelerde koz verebilir. Ayrıca bölgenin sorunlarını Suriye’nin sınırları içinde tutmak da Ankara için bir güvenlik meselesi.

Türkiye Erdoğan ile Putin arasındaki düzenli toplantılar aracılığıyla askeri olmayan çözümler arayarak, Rusya’ya karşı elindekini korumaya çalışıyor. Üst düzey Türk yetkililer de İdlib konusunda ABD’den yardım ve destek istedi ama başarılı olamadı. Fakat Ankara’da Rusya’nın İdlib’e karşı bir topyekûn saldırıdan şimdiye kadar kaçınmış olmasının; Türkiye’nin kuzeydoğu Suriye ve hatta Suriye dışında Türk Akımı Boru Hattı Projesi’nden Akkuyu Nükleer Güç Santrali’nin inşasına, oradan Rus S-400 hava savunma sisteminin satın alınmasına kadar, Rusya’nın başka alanlardaki çıkarlarını gözetmesi karşılığında verilmiş bir “taviz” olarak görülmesini istediği yönünde bir his var.

Türklerin gözünde Moskova İdlib’deki son saldırısıyla sınırı aşmış olabilir. 31 Ocak’ta Erdoğan başkanlığında toplanan Türk Milli Güvenlik Kurulu “Türkiye sivilleri korumak için artık olağanüstü adımlar atacaktır.” şeklinde bir açıklama yayımladı. Bu doğrultuda, Türkiye İdlib’deki muhaliflere ve kendi gözlem noktalarına çok sayıda muharebe tankı ve zırhlı araç ile Türkiye destekli Suriyeli savaşçılar dâhil daha önce görülmemiş oranda takviye gönderdi. Türk desteği, muhaliflerin Halep şehrinin kuzeydoğusunda rejim güçlerini hedef alan bir karşı saldırı başlatmasını sağladı. Ankara muhaliflere verdiği desteğin hiçbir şekilde Rusların rejime verdiği hava desteğiyle boy ölçüşemeyeceğinin farkında olsa da, bu destek Rusya’ya Türkiye’nin bir rejim saldırısının maliyetini Moskova için de artırabileceğinin sinyalini veriyor.

Bu son gerilim Suriye’deki siyasal sürecin dinamiklerini nasıl etkileyebilir?

HALİD HOCA: İdlib’de gelinen duruma bakmaksızın Suriye’de siyasi sürecin başarılı olması ana aktör olarak ABD ve Rusya, ara aktör olarak Türkiye ve İran’ın aralarındaki denklemi sürtüşme/itişme zemininden kurtarıp anlaşma zeminine yerleştirmesine ve buna paralel olarak da vekâlet savaşına giren ÖSO, SDG, Hizbullah, rejim gibi yerel aktörlerin masaya oturmasına bağlıdır. Ancak mevcut yaklaşımlar, menfaat çatışması doğurması sebebiyle bunun hâlâ uzakta olduğunu göstermektedir.

Batı’nın ve özellikle de ABD’nin Türkiye-Rusya-rejim arasındaki gerilimde nasıl bir rol oynayacağını bekliyorsunuz? Buna bağlı olarak, bu gerilim Fırat’ın doğusu ve özellikle de Türkiye’nin Suriye Demokratik Güçleri (SDG)’ne yaklaşımını nasıl etkileyecek?

HALİD HOCA: Genel olarak Astana süreci boyunca Rusya’nın yaptığı ihlaller karşısında sessizce izleme pozisyonuna giren ABD ve AB, İdlib’e karşı Rusya/rejim/İran tarafından ortaklaşa operasyon düzenlendiğinden beri pozisyonlarını korumaktadır.

Siyasi meşruiyet kazanmasına rağmen çoğunluğunu Arap Sünni oluşumlarının oluşturduğu Suriye muhalefetini itibarsızlaştırıp, 2014’den beri SDG’ye yatırım yapmaya başlayan ABD ile Kürt sorununa on yıllar boyunca sempati ile yaklaşan AB, SDG’yi Türkiye’nin endişelerini giderecek ve onayını alacak şekilde denkleme dâhil edinceye kadar pozisyonlarını koruyacak gibi görünüyorlar.

DAREEN KHALİFA: ABD ve Avrupa önünde sonunda yayılıp kendi sınırlarına dayanacak ve gelmesi an meselesi olan bir insani felâketten kendilerini soyutlamaya çalışmamalı. ABD Rusya ile Suriye konusunda çatışmaya bir çözüm bulmaya odaklanan görüşmeler yapıyor. Washington bu görüşmeleri Moskova’yı İdlib’de bir ateşkes sağlayıp, kuzeydoğu Suriye’nin geleceğinin çok taraflı bir siyasi süreçle belirlenmesi konusunda ikna etmek için kullanmalı. ABD Rusya’nın İdlib’de ateşkese razı olması karşılığında, Şam’a ekonomik yaptırımların hafifletilmesi veya hükümet kontrolündeki bölgelere insani yardımın arttırılması gibi teşvikler sunmalı. Tüm taraflar ateşkese riayet ederse, bunu bölgenin geleceği hakkında siyasi müzakereler için bir temel olarak kullanabilirler.

Rejim güçlerinin yerleşim bölgelerine daha da girmeden önce acil bir ateşkesin sağlanması tüm tarafların yararına olacaktır. Saldırıya devam edilmesi daha fazla Suriyeliyi Türkiye sınırlarına ve muhtemelen içine itecek veya kuzey Suriye’de Türk kontrolündeki diğer bölgelere sevk ederek, oraları da istikrarsızlaştıracak. Cihatçı savaşçılar da dağılarak Türkiye’de veya geldikleri ülkelerde dehşet saçabilir.

Topyekûn bir saldırının potansiyel maliyeti rejimin insan gücü için de yüksek olacak. İsyancıların gücü ve İdlib’in engebeli arazisine aşinalıkları rejimin aleyhine olacak ve rejimi İdlib’de ve başka yerlerde sürecek ayaklanmalara karşı savunmasız bırakacak. Kaldı ki, muhaliflerin son yıllarda durdurmuş oldukları cephe hattı uzağındaki saldırılara tekrar başladığını da görüyoruz. Rejim ve Rus destekçileri en iyi ihtimalle askeri bir zafer kazanacak ama bunun sonuçları felâket olacak.

*

LEVENT KEMAL: İDLİB: GÖRÜNENDEN FAZLASI

Türkiye’nin ulusal güvenlik endişeleri ile geçen sonbaharda başlattığı Barış Pınarı Harekâtı ve sonrasındaki gelişmeler aslında Rusya ve dolayısıyla Esed rejiminin İdlib’te elini yükseltti. Yaz boyunca kuzey Hama bölgesinde Türkiye ile tekrar tekrar ateşkes ilan edilmesine rağmen saldırılarını sürdüren Rusya ve Esed rejimi, Türkiye’nin sonbahardaki Barış Pınarı hamlesi ile ülkenin doğusunda ellerini güçlendirdi. Bu gelişmenin akabinde Rusya ve Esed rejimi, YPG/PKK ile fiziki iş birliğine girmiş olmanın rahatlığı ile Hama kuzeyinden önce İdlib’in güney ve doğu kesimine ilerledi. Han Şeyhun ilçesinin düşüşü ile başlayan yüksek saldırı dalgasını muhalif saflardaki çöküş izledi. Maarat El Numan ilçe merkezinin de Rusya ve rejimin eline geçmesi ile Türkiye artık geri dönüşü olmayan bir eşiğin geçildiğini fark etti. İmzalanan Astana ve Soçi belgeleri sahadaki hastalığın ve tedavinin prospektüsü olmaktan giderek uzaklaştı.

Yine de İdlib’te Türkiye ile Rusya-Esed arasında yaşanan gerilim genel olarak Astana ve Soçi anlaşmasının pratik süreçleri ile yorumlanıyor. İmzacı devletler olarak Türkiye ile Rusya’nın anlaşmasında satır araları okunuyor, İdlib’teki rejim karşıtı silahlı grupların ideolojik eksik ya da yanlış yorumlanan formasyonu da bu okumalarla birleştiriliyor. İdlib’teki tüm gruplar, zaman zaman ÖSO da dahil edilerek, Avrupa-merkezci bir bakışla radikal yahut kendinden menkul bir şekilde tekfirci olarak ifade ediliyor. El Kaide’den ayrılarak kendi örgütsel yapısını kuran Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) bir kenarda olmak üzere esasen İdlib bölgesindeki çoğu ‘İslami’ grubun tekfir konusunda gerek DAEŞ gerekse HTŞ’den ciddi dersler aldığını söylemek gerekiyor.

Genel kanı olarak Anadolu’daki gelenekle yorumlanmış İslami habitat dışındaki unsurların hepsini tekfirci görme anlayışı belki de en kibar tekfir biçimlerinden biri haline geldi. Oysa Suriye’de El Kaide ile yeniden kavramsallaştırılmış siyasi içerikli selefilik ile bir inanç biçimi olarak selefilik arasında ciddi bir mücadele yaşanıyordu. Bu durum Ahrar’uş Şam ile Heyet Tahrir Şam grupları arasındaki mücadelede zaman zaman kendisini göstermişti.

İç Çatışmada M5 Faktörü

İki rejim karşıtı silahlı grup arasındaki mücadele, dini ve siyasi gerekçelere yaslanmakla beraber İdlib özelinde çatışmalarının ticari arterler ve M4 ve M5 yolları üzerine yayılmasından besleniyor. 2018 yılında başlayan iki silahlı grubun çatışmasının temelindeki güç mücadelesi, M4 ve M5 yollarına hakimiyetin önemini gösteriyordu.

M4 ve M5 yollarının taktiksel öneminden bahsedilirken sıklıkla mikro-ekonomik yorumlar rağbet görüyor. Oysa Suriye ekonomisinin canlanması ve savaş öncesi döneme geri dönmesi için M4-M5 yollarından daha ileri avadanlıklara ihtiyaç var. Diğer yandan, Rusya açısından İdlib’teki durumun daha stratejik bir önem arz ettiği ortada. Denklemin diğer tarafındaki Türkiye ise Rusya’nın tercihlerinin sonuçlarına direnmeye çalışıyor.

Bu bakımdan bazı konu başlıklarını açıklığa kavuşturmak ve unutulan pratik örnekleri hatırlatmak İdlib konusunu sağlıklı şekilde ele almayı mümkün kılacaktır. Zira Suriye konusu artık siyasi bir vaka gibi görünse de geldiği noktada sonuçları bakımından askeri ve güvenlik ile ilgili bir hal almış vaziyette. Aksi takdirde politik dilek ve temenniler, ideolojik beyanlar ya da soyut kavramsallaştırmaların ötesine geçme imkânı bulamayacağız.

İdlib özelinde gelinen noktanın hikayesi ise oldukça manidar çıkarımlarla kurulmaya çalışılmakta. Oysa Suriye devrimi ya da iç savaşının yahut İdlib’in hikayesi genel olarak ifade edilenlerle ciddi bir açı farkına sahip.

Fetihten Savunmaya: Hama’dan Ders Almak

Genel kanının aksine Rusya’nın müdahalesinden hemen önceki süreçte dört büyük muhalif (Ahrar’uş Şam, Nusra Cephesi -daha sonradan Şam’ın Kurtuluşu Cephesi adını aldı-, Ceyş’ül Sünne, Nureddin Zengi) grubun çevresinde toplanan diğer silahlı muhaliflerin oluşturduğu Fetih Ordusu oluşumunun sonuna gelindiğinde Suriye’nin, özelde İdlib’in hikayesi değişmişti. Hatırlanacak olursa büyük bir başarı gibi sunulan bu süreç, İdlib, Lazkiye, Halep ve Hama vilayetlerinde rejimden büyük topraklar ele geçirilmesi ile Şam rejiminin sonunun geldiği söylemlerine neden olmuştu. Maalesef bu beklenti kendi içinde tutarsızlıklar barındırıyordu.

Beri yandan Suriye rejimi, özellikle BAAS, ülkesinde şiddeti bu kadar yüksek olmasa da ilk kez isyanla karşılaşmıyordu. İdlib özelindeki silahlı muhalefet ittifakının geniş alanları ele geçirmesi karşısında Şam rejimi 1982 yılında izlediği yönteme başvurdu. Dört vilayette geniş alana yayılan silahlı muhalifler, tıpkı Hama’daki gibi, artık görünür büyük bir hedef haline gelmişti. Kuşkusuz bu durumda Rusya’nın Şam yönetimine verdiği telkinler ile İran’ın Irak’tan taşıdığı askeri tecrübe oldukça etkili idi. Rusya’nın bu sürecin sonunda savaşa girmesi ile İran’ın Irak’taki Haşdi Şabi güçlerini Suriye’ye daha etkin şekilde yönlendirmesi bir tesadüf olmayacak kadar iyi hesaplanmış bir planlamayı göstermekte.

Bu arada şunu açıklamakta fayda var: Suriyeli ılımlı muhalefet ve rejim karşıtı diğer silahlı gruplar Fetih Ordusu yapılanması ile gerilla savaşı evresini geride bırakıp hibrit bir karakter kazanmıştı. Bu karakter ellerinde tankları, ağır silahları, füze rampaları olan ve bu ateş vasıtalarını depolama ihtiyacı ile karşı karşıya kalan muhalifleri üslenmeye ve daha toplu halde hareket etmeye yöneltti.

Artık mobilize, küçük birimlerin vur-kaç operasyonları yaparak bir anda sivil alanda kaybolan silahlı yapılar yoktu. Taraflar, rejim ve muhalifler, arasında sınırlar kesinleşmişti.

Hama vakasında Hafız Esed rejiminin kent merkezinin ele geçirilmesine karşı verdiği tepkinin düşüklüğü Beşar Esed yönetimi tarafından muhalif ittifakın genişlemesine karşı kopyalanmıştı. Rejimin askeri üslerinde konuşlanan, eğitim kampları kuran ve intikallerini askeri araçlarla yapan hedefler daha açık hedeflerdi.

Muhaliflerin Stratejik Açmazları

Fetih Ordusu koalisyonunun, muhalifler açısından olumlu yansımaları olsa da muharip sayısı böylesine geniş bir alanı tutmakta zorlanacaktı. Pek çok yerli ve yabancı rapor ve haberde on binlerle ifade edilen muhalif savaşçı sayılarının gerçeği yansıtmadığı son bir yılda anlaşıldı. Gerilla savaşından bir anda hibrit karaktere geçen düzensiz yapıların bu sayılarda savaşçıya sahip oldukları iddiası sadece bir propaganda idi. Hâlihazırda 2016 yılının hemen başında Lazkiye bölgesinde bunun ilk yansımaları vücut buldu. Hama ve Doğu İdlib’te açılan ters cephelerde konsolide olan muhalifler Lazkiye’deki ani saldırılara cevap veremedi. Bölgenin yüksek kesimleri Şam yönetiminin kontrolüne geçti. Hasılı, muhaliflerin birden çok cephede saldırılara cevap verecek güçleri yoktu.

Bu nedenlerle Suriyeli muhalifler ve diğer rejim karşıtı muhalif gruplar 2016 yılından bu yana savunma savaşı veriyor. Muhalifler ülkenin kuzeyinde İdlib-Hama-Halep bölgesinde, güneyde Şam’ın kenar mahallelerinde,Dera ve Kuneytra’da, doğuda ise Tanf bölgesinde sıkışmış halde idi. Bu coğrafi kopukluk da muhaliflerin güçlerini konsolide etmesinin ve rejimi yenme isteklerinin önündeki en büyük engeldi.

Şam’dan İdlib’e M5 Stratejisi

Şam yönetimi ve Rusya, İran destekli mezhepçi milislerin de desteği ile bu coğrafi kopukluğu değerlendirdi. Öncelikle Şam çevresindeki muhalif alanları ele geçirmeye yöneldi. Şam’ın gettosu Guta bölgesi bu açıdan özel bir önem arz ediyordu. Çünkü Guta’nın kuzey ve kuzeybatı bölgesi Şam ile ülkenin kuzeyi arasındaki M5 otoyolunu tutuyordu. Rusya’nın savaşa dahil olmasından yaklaşık iki yıl sonra Guta’daki muhalifler İdlib’e tahliye edildi. M5’in güney kolu, DAEŞ’in de bölgede yok edilmesi ile kendi açısından güvenlik altına alındı.

Rusya daha sonra sırası ile Humus bölgesinde ardından kuzey Hama’da M5 yolunu ele geçirdi. Suriye’nin doğusundan, Irak’tan, Palmira üzerinden uzanan otoyolu da ele geçirdi. Bu Rusya’nın askeri aktivitelerinin stratejik manada ekonomik sonuçlar için tasarlandığını gösteriyor. Türkiye ile imzalanan Astana ve Soçi anlaşmalarındaki Rusya’nın M5 tavrı bu manada sadece İdlib ile ilgili değil.

Rusya’nın bu çizgisinin Şam ile direk bir ilişkisi olduğunu düşünmek mantıklı görünse de Rusya, destabilize ve gerilimli haldeki Karadeniz’in kuzeyine alternatif enerji sevk yolları ve ticari rotalar oluşturmaya ve Afrika ile olan bağlantısını güçlendirmeye çalışıyor. [1] İdlib’teki baskının siyasi olarak terör kavramı ile kurulması Rusya’nın elini güçlendirirken sorunun arka planında daha makro gerekçeler yatıyor. Suriye’nin fosfat ve tuz kaynaklarını [2] savaş harcamaları karşısında kendisine yakın iş adamlarına veren Putin yönetiminin, hinterlandında Irak, İran, Kuveyt gibi ülkeleri barındıran Suriye’deki M5 yoluna güneyden kuzeye, doğudan batıya egemen olma isteği şu an için Moskova adına oldukça mantıklı.

İdlib bölgesinde M5 ve M4 yollarının kontrolü Rusya için makroekonomik ve/veya stratejik çıkarların yanında askeri maliyet açısından da pozitif sonuçlar getirecektir. Lazkiye’den Halep’e askeri sevkiyatlar için Hama bölgesinden dolaşarak 250 km ek mesafeyi masraflı hava sevkiyatı ile aşmaya çalışan Rusya, M4-M5 yollarını ele geçirerek Suriye operasyonlarındaki maliyeti bir derece daha düşürmek istiyor.

Rusya için İdlib kraterindeki yaygın silahlı muhalefet yapısının daha kuzeyde, Türkiye sınırında birikmesi bu askeri maliyetler bakımından da kullanışlı görünüyor. Rusya böylesi bir durumda M5 yolunun geri kalanı için Fırat’ın doğusunda Zeytin Dalı Hârekatı ile Barış Pınarı Hârekatı sonrasında Şam’la uzlaşmaya eğilimli YPG/PKK ile konuyu ele alacaktır. Bu durumun ilk yansımaları Şubat’ın ilk haftasındaki kısmen uzlaşılan görüşmelerde karşımıza çıkmıştı. Muhtemelen Türkiye bu müzakerelerin sonuçlarının etkilerini de yaşayacaktır.

Sonuçların Yükü ve Türkiye

Türkiye, Rusya’nın 2015 sonbaharında hazır bir strateji ile giriştiği Suriye savaşında maalesef Rusya’nın tercihlerinin sonuçları ile boğuşuyor. Astana ve Soçi mutabakatlarında BM nezdinde terör örgütü kabul edilen yapıların yükünü İdlib’te sırtlanmak zorunda kalan Türkiye, yine bu yapıları bahane ederek saldırılarını sürdüren Rusya’nın yarattığı göç sorunu ile de mücadele etmek zorunda kaldı.

Öncelikleri bakımından Türkiye’nin iç siyasi dengeyi de gözeterek yerinden edilen Suriyelilere sınırları açmaktansa siyasi bir süreci işletmek için İdlib içinde bir alan tutma çabası Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı veBarış Pınarı Harekâtı alanlarının konumunu korumak için de ciddi bir çabaya işaret ediyor. Zira Şam ve müttefiklerinin İdlib sonrasında sahada ve masada bu alanları gündeme getireceklerini tahmin etmek zor değil.

Mamafih, Türkiye’nin Adana, Astana ve Soçi metinlerine dayandırdığı İdlib’teki askeri yığınağının Rusya gibi bir güç karşısında gerçekçi olmadığını ve tek başına sorunu çözmekten uzak olduğunu belirtmekte fayda var. Zira Rusya konvansiyonel bir savaşı yürütmek için gerekli kara gücüne para-militer gruplar ve özel güvenlik şirketleri üzerinden sahip olduğu gibi hava sahası üstünlüğünü de böylesi bir savaşta aktif olarak kullanacaktır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yapısından ve gücünden bağımsız şekilde ele alındığında Türkiye’nin yanında ve karşısındaki güçler dengesi de pek lehine görünmüyor.

Rusya’nın kara gücü olarak kullandığı İran destekli radikal Şii inancına sahip terör örgütleri ile Şam’a bağlı ordu ve milis unsurlarının kapasitesi şu anda ÖSO ve diğer silahlı muhalif grupların oldukça üzerinde. Sayısal olarak abartılmış rakamları bir kenara koyarsak muharip unsur olarak Rusya’nın kara gücü unsurları da muhaliflerden daha kalabalık durumda. Hava gücünün denge değiştirici etkisi eşitlenmedikçe Türkiye’nin İdlib’te rejime veya İranlı unsurlara karşı girişeceği bir operasyonun zorlukları bu açıdan önümüzde açıkça duruyor.

Sonuç: İdlib’te Manzara Şubat’ın Sonunda Nasıl Olacak?

Velhasıl, Rusya İdlib’te savaşa girdiği günden bu yana izlediği yöntemi takip ediyor. Moskova cephesinde bu açıdan değişen bir şey olduğunu söylemek imkânsız gibi. Türkiye’nin Suriye’deki varlığının temelindeki muhaliflerin ise askeri kapasiteleri ve stratejik planlamaları uzun zaman önce çökmüş durumda. Göç akınını Suriye’de tutarak güvenlik hususunda barajlar kurmaya çalışan Türkiye’nin listesinde Fırat Kalkanı ve diğer operasyon alanlarının da altı kırmızı ile çizilmiş durumda. Askeri tercihlerin ise hava gücü ile ilgili kısmı çözülemedikçe Türkiye’nin İdlib’teki muhtemel operasyonunu Fırat Kalkanı Harekâtı, Zeytin Dalı Harekâtı ve Barış Pınarı Harekâtı ile kıyaslamak oldukça yanıltıcı olacaktır. Bu konudaki analiz ve yorumlarda papatya fallarından ziyade vaka geçmişinin geniş şekilde tahlil edilmesi daha sağlıklı olacaktır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Şubat sonuna kadar verdiği süre, bölgedeki yerel güçler açısından Rusya ve Esed rejiminin ilerleyişini sürdürmesi nedeniyle Türkiye’nin tavrı konusunda bir çekinceye neden oldu. Rusya ve Esed rejiminin Batı Halep’te ilerleyerek Etarib kasabasının eteklerine gelmesi ve Türkiye sınırına doğru ilerleme girişimi bu endişenin en temel nedeni. Bu nedenle Şubat sonunun geç bir tarih olduğu yönündeki ifadeler Suriyeli muhalifler ve siviller arasında sıkça dile getiriliyor.

Şubat’ın sonuna düğümlenmiş takvimden muhalifler ve sivillerin endişe duyması, Suriye Devrimi’nin Rusya ve Esed rejimine karşı direncini kaybettiğinin itirafı olarak ele alınmalı. Filhakika, sahada bu tarihi geç bulanların ana endişesi Şubat’ın sonuna kadar Rusya destekli Esed ve İran güçlerinin, İdlib kent merkezine girmesi veya Halep ile İdlib arasındaki hattı ele geçirerek İdlib hattını kuşatmaya alması korkusuna dayanıyor.

Tüm geçmişi ve görünenlerden fazlası ile bugün İdlib meselesinin taraflara ne getireceğini, sahada neler olacağını kestirmek oldukça güç.

SORUŞTURMANIN TAMAMINI KENDİ KAYNAĞINDAN OKUYUN >>>

________________________________________________________________________________________________________________________

[1] https://jamestown.org/program/russias-financial-tactics-middle-east/, Bkz: Russia İn The Middle East, Theodore Karasik and Stephen Blank, Editors, 2018, The Jamestown Foundation

[2] Suriye’de Humus, Deyr Zor gibi vilayetlerde yerleşik fosfat yatakları ve yakınlarındaki tuz yatakları Suriye’nin savaş öncesi önemli ticari kalemlerinden biri idi. Bu alanlardaki üretim ve Suriye’nin ihracatı savaşın başlaması ile 2016 yılına kadar sıfırlanmış durumda idi. Ancak Rusya’nın savaşa girmesi ve ülkenin doğusundaki alanları ele geçirmesi ile fosfat üretimi ve ihracatı başladı. 2018'de 328 bin, 2019’da 460 bin tona yükseldi. Yüklemeleri Lübnan’ın Trablus limanından yapılan bu zenginliklerin kuzey limanlara taşındığına dair açık kaynaklarda çok miktarda veri bulunuyor. Ayrıca bkz: Moscow collects its spoils of war in Assad’s SyriaList of Russian Companies Involved in the Syrian MarketRussian Ambitions for Syrian Phosphates

 

Röportaj Haberleri

“Suriye’ye geri dönüş tartışması, empati yoksunu ve yersiz”
Türkiyeli bir mücahid ile Suriye devrimi üzerine…
"Solun bir kısmı mezhepçilikten bir kısmı da İslam düşmanlığından Esed'i destekliyor"
Suriye'nin korku hapishaneleri: Sednaya, Tedmur ve Suriye’nin yeni hafızası
"Suriye devrimi Türkiye'nin de zaferidir!"