Dikkatler İdlib üzerine yoğunlaşmış durumda. Şam’ın Doğu Guta bölgesi ve güneydeki Dera kentinden sonra Esed rejimi muhaliflerin özgürleştirdiği son bölge olan İdlib’te de askeri tahakkümünü tesis etmek ve Suriye halkının özgürlük ve adalet çığlığını tümüyle bastırmak üzere saldırıya hazırlanıyor.
Türkiye de Hedefte!
Rejimin İdlib’e yönelik operasyon hazırlığı sadece bölgede yaşayan halk ve mücahitler değil, Türkiye tarafından da yakından takip edilmekte. İran ve Rusya ile yaptığı Astana Anlaşması uyarınca çatışmasızlık bölgesi ilan edilen İdlib’e yönelik bir saldırının varılan mutabakata ters düşeceğini dile getiren Türkiye, sınırına çok yakın bir bölgede yaşanacak böylesi bir saldırının aynı zamanda yoğun bir göç dalgasına sebebiyet vereceği kaygısını da her fırsatta vurguluyor. Elbette Türkiye, İdlib’in Esed güçleri tarafından ele geçirilmesi durumunda rejim ve destekçilerinin gündeminin Fırat Kalkanı bölgesi ve Afrin üzerine odaklanacağının da farkında.
Türkiye, kısaca İdlib diye anılan ama aslında İdlib kent merkezini, çevresini, Halep kırsalından Hama’ya uzanan topraklar ile Cisr eş-Şuğur’dan Lazkiye yakınlarına kadar devam eden oldukça geniş bir alanı içeren bu bölgede Astana Anlaşması uyarınca 12 adet gözetleme kulesi inşa etti. Ve söz konusu anlaşmanın garantörü sıfatıyla, Esed rejiminin bu bölgeye yönelik herhangi bir saldırısına izin vermeyeceğini sürekli tekrarlamakta. Türkiye’nin beklentisi elan Suriye’de asıl patron konumunda olan Rusya’nın devreye girerek Esed’i dizginlemesi!
Rusya’nın Hesabı: Düşük Maliyetle Azami Kâr!
İran ile birlikte, Esed rejimini ayakta tutan ve Suriye halkının vahşice katledilmesinde başrolü oynayan Rusya ise ikili oynamakta. Bir yandan Suriye’nin toprak bütünlüğünü sağlamak ve teröristleri bölgeden söküp çıkarmak için Esed rejiminin her türlü operasyona girişme hakkının olduğunu söylerken, öte yandan Türkiye ile ilişkilerini gözeterek zaman zaman gerilimin dozunu düşürmeye yönelik açıklamalar yapmakta ve siyasi çözüm arayışını öncelediğini ihsas ettirmekte.
Rusya’nın bu kurnazca tutumunu en net biçimde muhaliflerin aşırılar-ılımlılar şeklinde ayrıştırılması çabasında görmek mümkün oluyor. Rusya’nın söyleminde bazen gruplardan biri aşırı, diğerleri ılımlı oluyor, bazen hepsi terörist ilan ediliyor ama her durumda bombardıman ve katliam aralıksız sürdürülüyor.
Esed’in Ordusu, Rusya’nın Esed’i
Esed rejiminin İdlib’e yönelik tehdit dozu yüksek açıklamalarını, savaş naralarını, “tutmayın beni gidiyorum” efelenmelerini ise aslında tümüyle Rusya’nın dümen suyunda ortaya konmuş gösteriler olarak yorumlamak yanlış olmaz. Rusya’nın desteği, en azından onayı olmaksızın bitap haldeki Esed ordusunun etkili ve kapsamlı bir saldırı gerçekleştirebilme ihtimali az. Esed güçlerinin Halep’ten Humus’a, Doğu Guta’dan Dera’ya kadar kazanımlarının tamamına Rus ordusunun, özellikle de hava kuvvetlerinin yoğun bombardıman ve katliamlarla gerçekleştirdiği mıntıka temizliği ile eriştiği biliniyor.
İdlib’te de aynı işbirliği gerçekleşir mi? Bu noktada sadece Rusya’nın niyeti değil, Türkiye’nin tutumu ve direnci de belirleyici olacak. Türkiye’nin ısrarlı bir tutum takınması durumunda Rusya saldırıya aktif biçimde dâhil olmaktan kaçınabilir ve Esed, savaşı Rus jetlerinin yoğun desteği olmadan, İranlı kader ortaklarıyla baş başa sürdürmek zorunda kalabilir.
Mücahitlerin Kararlılığı
Esed rejiminin saldırıya geçmesi durumunda İdlib’te, diğer bölgelerle kıyaslanmayacak çapta bir savaş yaşanacağını tahmin etmek zor değil. Kuşatılmış diğer bölgelere nazaran bölgenin dışarıdan destek almaya müsait oluşu savaşın seyrini etkileyebilecek önemli bir faktör. Ayrıca diğer bölgelere nazaran buradaki mücahitlerin sayısının fazlalığı ve ayrıca en savaşkan, en kararlı mücahitlerin burada toplandığı da biliniyor.
En önemlisi de bu bölgede bir araya gelen mücahitler açısından gidilebilecek bir başka yer de, rejimle herhangi bir biçimde uzlaşma zemini de yok! Dolayısıyla mücrim rejim karşısında tek seçeneklerinin savaşmak olduğunu görüyor ve zafer ya da şehadet dışında bir başka yolun bugüne kadar sürdürdükleri mücadelenin izzetiyle bağdaşmayacağını iyi biliyorlar.
İlaveten, Heyet’ut Tahrir’uş Şam’ın (HTŞ) bu bölgedeki etkinliği de savaşın rejim güçlerinin arzu ettikleri ya da zannettikleri kadar kolay olmayacağına işaret etmekte. Nitekim lideri Ebu Muhammed el-Cevlani’nin son açıklaması da HTŞ’nin hasbi ve kararlı duruşunu açık biçimde gözler önüne sermekte.
Kritik Süreçte Adımlar Dikkatli Atılmalı!
Süreç nasıl şekillenir ve biz önümüzdeki süreci nasıl okumalıyız?
Öncelikle, Türkiye’nin bölge halkına ve mücahitlere desteği hem siyasi, hem askeri zaviyeden çok belirleyicidir. Bunun sürmesi, kaybedilmemesi gerekir. Bu perspektifle Suriye halkının dostları, kardeşleri olan bizler bugüne kadar Suriye meselesiyle ilgili olarak haktan, adaletten yana tavrını devam ettirmesi, birtakım sathi hesaplarla bulandırmaması için iktidara yönelik çağrımızı, talebimizi diri tutmalıyız.
Aynı şekilde Suriyeli mücahitler de Türkiye ile koordinasyon içinde hareket etmeli, taktik farklılaşmaların stratejik ayrışmalara dönüşmemesi için dikkatli davranmalıdırlar. İkincil tartışmaların öncelikli hedefin önüne geçmesine izin verilmemeli, ittifak zemini en geniş çerçevede tesis edilmeye çalışılmalıdır. En önemlisi de eğer Esed zalimi kazanırsa herkesin kaybedeceği, hep birlikte kaybedeceğimiz gerçeğini herkes göz önünde bulundurmalıdır!
Mamafih şu ihtimal de göz önünde bulundurulmalıdır: Türkiye Rusya’nın bastırması neticesinde fazla direnemeyebilir ve gerek güvenlik endişesiyle, gerekse de Suriye sahasında elde ettiği kimi kazanımları korumak adına tavizkar bir tutum geliştirebilir. Son dönemlerde ABD ile yaşanan gerginliğin de Türkiye’nin Rusya karşısında elini zayıflattığı rahatlıkla görülebiliyor.
Böylesi bir durum yaşandığında ise bütün umutlarını adeta Türkiye’nin kendilerine arka çıkmasına bağlamış görünen Suriyeli kimi yapıların çok ağır darbe alacakları ve savaşma iradesi gösteremeyeceklerini tahmin etmek hiç de zor olmasa gerek. Bu noktada kabul edilmesi gereken gerçek şudur ki, kimi çevrelerin sanki bir yük, bir kambur gibi algıladıkları, sürekli bir risk faktörü şeklinde dillendirdikleri HTŞ’nin varlığı başlı başına bir teminattır!
Mızrağı Doğru Hedefe Yöneltmek
Tam da burada şu hususun altının net biçimde çizilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Düşman saldırısı söz konusu olduğunda en tehlikeli eğilim safları bölen, ayrıştıran, mızrağın sivri ucunu düşmana çevirmek yerine içe doğrultan yaklaşım tarzıdır. Nitekim bugüne kadar Suriye halkının direnişini desteklemiş kimi çevreler arasında dahi zaman zaman İdlib meselesi ile ilgili olarak gereksiz bir tartışmanın gündeme taşındığına şahitlik etmekteyiz. Esed zulmünü, İran işgalini, Rus barbarlığını, Amerikan vahşetini ikincil plana atıp; yüz yüze olduğumuz sorunu ‘aşırılık’, ‘radikallik’ ekseninde tanımlamak ve bu bağlamda HTŞ’yi hedefe koyan sözler sarf etmek kaçınılması gereken bariz bir yanlış tutumdur.
Kuşkusuz her düşüncesine, her eylemine katılmanız gerekmiyor; HTŞ’nin fikri/siyasi tutumuna dair kaygılarınız bulunabilir; HTŞ’nin diğer direniş örgütleriyle arasındaki münasebetlere dair eleştiriler serdedilebilirsiniz; HTŞ’nin küresel güçler nezdinde asla makbul sayılmayan ve dolayısıyla ateşten gömlek şeklinde bir pozisyona oturtulmuş olduğundan hareketle tedirginlik de duyabilirsiniz.
Mamafih tüm bu çekinceler, endişeler saha gerçeğini, sahanın asıl dinamik gücünü görmezden gelmek gibi bir hatayı haklı çıkartmaz. Bugün yüz yüze olunan durum ne HTŞ’nin ne de diğer direniş örgütlerinin hedef alınmasına, dışlanmasına cevaz verecek bir durum değildir. Düşmanın topyekün saldırıya geçme hazırlıkları yaptığı bir esnada İdlib’te HTŞ’nin varlığını sorun olarak tanımlamak ya da HTŞ’siz çözüm arayışlarına yönelmek tuzağa düşmektir!
İster Türkiye’nin politikası, isterse de muhaliflerin birbirleriyle münasebetleri açısından “HTŞ olmasa Rusya ile daha kolay anlaşabilirdik” ya da “ABD ve Avrupa’nın bu kadar tepkisini çekmezdik” vb. şeyler düşünenler Allah rızası için Halep’te, Humus’ta, Doğu Guta’da, Dera’da neler yaşandığına bir baksınlar! Buralarda HTŞ mi vardı? Sonuçta her defasında aynı vahşet manzaraları tekrarlanmadı mı? İşgalci zalimler “teröristlerle savaşıyoruz” yalanıyla sivil halkı acımasızca katledip her gruptan mücahidi bulundukları mevzilerden çekilmek zorunda bırakmadılar mı?
Saflarımızı Ayrıştıracak Tavırlardan Kaçınalım!
Birileri Suriye’de sorunun şu veya bu örgütten kaynaklandığına dair propagandalardan, HTŞ’nin aşırı, uzlaşmaz, müfrit bir anlayışa sahip olduğuna ve çözüme engel teşkil ettiğine yönelik yaygınlaştırılan söylemlerden etkilenmiş olabilir. HTŞ olmasa daha sancısız, barışçıl, avantajlı bir çözüm bulunabileceğine kendisini inandırmış da olabilir. Oysa bu hiç de yeni ve farklı bir söylem değildir. En temelde bu söylemin “Hamas olmasaydı Gazze bu kadar zorlu bir süreç yaşamazdı”; “İhvan yanlış yapmasaydı Mısır’da darbe bu ölçüde ağır sonuçlar doğurmazdı” türünden söylemlerden, bahanelerden, son kertede zalimlerin zulmünü örtmeye ayarlı yalanlardan bir farkı yoktur.
Önümüzdeki sürecin zorlu geçeceğini biliyoruz. Bu süreci en güzel biçimde değerlendirmek için çabalarımızı artırmalıyız. Emperyalistlerin propagandalarına; sahte ilahların yüreklere salmaya çalıştıkları korkulara; ‘ülke menfaati, reel politik, küresel gerçekler, uzlaşma zorunluluğu’ vb. zihni ve kalbi kirletme potansiyeli büyük putlara prim vererek izzetten uzaklaştıracak tavırlara düşmekten kaçınmalıyız.
Zalimlerin ağız birliğiyle mücahitleri hedef aldığı, zulmün dizginlerinden boşaldığı ve mazlumların üzerine çullanma hazırlıklarının ivme kazandığı bir ortamda hak ve adalet bilincine sahip herkesin net ve samimi bir tutum geliştirmesi hayati önemdedir. Unutmayalım ki, sistematik bir barbarlık karşısında tam sekiz yıldır yalnızca Rablerinin rızası için izzetle direnmiş ve zulme boyun eğmeye asla razı olmayacaklarını haykıran kardeşlerimizin varlığı bizler ve tüm Ümmet için şereftir, umuttur!
“Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, “İnsanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun” dediklerinde, bu söz onların imanını artırdı ve “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!” dediler.” (Ali İmran, 173)