SMDK eski Başkanı Halid Hoca’nın Perspektif.online’de yayınlanan yazısı:
Astana süreci Rusya ve Suriye rejimine hem zaman kazandırdı hem de savaşı daha kolay kazanmalarını sağladı. Bu süre zarfında, rejim ve Ruslar muhalefetin denetimindeki yerleri tabiri caizse Grozni tarzı bir stratejiyle teker teker aldılar. İdlib özelinde bu antlaşmanın tamamıyla işlevsiz kalması ve rejim ve Rusların ilerleme ve toprak kazanma stratejisinde diretmesi, beraberinde devasa ölçekte bir mülteci krizi ve dramını da kapımıza getirdi. Aslında Suriye’nin kriz öncesi ve kriz dönemi rakamlarına baktığımızda, ülkedeki demografik değişim ve dönüşümü daha berrak bir şekilde anlayabiliriz.
Suriye’de 9 yıllık savaşın bilançosu
9 yıldır savaşın sürdüğü Suriye'de, kabaca 21 milyonluk nüfusun %28’i ülkeyi terk etti, %33’ü ülke içinde yer değiştirdi. Son bir ayda tanık olduğumuz İdlib savaşı nedeniyle, Türkiye sınırına doğru yaşanan göçle birlikte, ülke içinde yer değiştirenlerin sayısı 8 milyona yaklaşmış durumda. Sadece 2017 yılında Türkiye, İran ve Rusya arasında imzalanan ve Putin'e Humus, Hama, Guta, Dera ve İdlib gibi muhalefetin kontrolündeki şehirlerde alan açan Astana Mutabakatı sebebiyle, bu bölgelerden Fırat'ın kuzeybatısı ve İdlib'in batısına doğru yaklaşık 1.6 milyonluk bir nüfus defalarca yer değiştirerek göç etmiş durumda. Göçmenlerin çoğunun Sünni ve Arap kökenli olması ise ülke içindeki demografik ve mezhebi dengenin ciddi bir şekilde etkilenmesine neden oldu.
2011 yılının ortasından itibaren paramiliter faaliyetler yürütmenin yanı sıra mezhep misyonerliğini sürdürerek Şam'ın merkezinde ve Fırat’ın doğusundaki Arap aşiretleri arasında Hizbullah'ın Suriye kanadını oluşturmayı başaran İran, Arap ülkelerinden getirdiği çok sayıda Şii aileye Suriye vatandaşlığı verdirmeyi de sağlayarak, bölgesel bir aktör olarak Suriye’deki nüfuzunu uzun süreliğine garantilemiş durumda. Büyük şehirlerde demografik denge azınlıklar lehine değişirken, Afrin gibi Kürtlerin çoğunlukta olduğu yerleşim yerlerinde ise bunun tersi yaşanıyor.
Suriye'nin kuzeybatısındaki İdlib, Afrin, Cerablus ve El-Bab gibi kırsal alanlardaki yerleşim yerlerinin; Şam, Halep, Humus, Hama ve Deraa gibi sosyal ve kültürel açıdan daha gelişmiş şehirlerden gelen yaklaşık 5 milyonluk göçmene ev sahipliği yapması, sosyal dokunun geriye dönüşü zor bir şekilde bozulmasına da yol açtı. Örneğin; İdlib nüfusu savaş öncesinde 165.000 iken, Halep, Şam, Humus, Hama ve Deraa şehirlerinden gelen göçle birlikte 3.5 milyona ulaştı. Son iki ayda artan Rusya destekli rejim saldırıları sonucu İdlib'in batı kırsalında yaşanan kaos sebebiyle, bölgedeki yaklaşık 1 milyon insanın Zeytin Dalı ve Fırat Kalkanı harekatlarının yapıldığı Afrin gibi nüfusu 2 katına ulaşan bölgelere göç etmesine yol açtı.
Nispeten altyapısı müsait olan İdlib ile birlikte altyapıdan yoksun ve güvenliği tam olarak sağlanamayan, Türkiye’nin operasyon düzenlediği bölgelerde yaşayan yaklaşık 5 milyonluk nüfusun rejimle anlaşma yapmamak adına göç etmeyi göze alarak kendi şehirlerini terk eden muhalifler olduğunu göz önünde bulundurursak; Rusya destekli rejim saldırılarının bu yerleşim yerlerine doğru devam etmesi durumunda, Türkiye sınırına doğru yaklaşık 3 milyonluk yeni ve dev bir mülteci dalgasının yönelmesi beklenmektedir.
Çözüm mü, Kaos mu?
Bu minvalde, Türkiye ile Rusya arasında yaşanan ve doğrudan Türk askerlerinin hedef alınıp şehit edildiği son bir haftalık gerginlikte, Türkiye’nin hâlâ Astana anlaşmasını kurtarıp mutabakat sağlanan normlara dönülmesini amaçladığı görülmektedir. Rusya'nın bu yaklaşıma karşı izleyeceği yol ise hem Suriye'nin hem de bölge ülkelerinden başlayıp Avrupa'ya doğru uzanan geniş bir alanın sosyopolitiğini yeniden belirleyebilir.
Rusya, İdlib’i kontrol altına almanın uluslararası platformda tıkanan siyasi süreçlere gereksinim duymaksızın, de facto olarak rejimin zafer ilanı anlamına geleceğini düşünüyor. Bu nedenle Rusya’nın takip ettiği stratejide köklü değişiklikler yapması beklenmiyor. Bununla birlikte, Rusya’nın İdlib’i kontrol altına alma senaryosuna karşı Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) dahil değişik gruplardan yaklaşık 15.000 kişilik silahlı muhalifin İdlib içinde direnişi sürdüreceğini var sayarak, sınıra doğru yönelen sivil sayısının giderek artacağı hesap edilmelidir. İdlib’de yaşayan toplam 2.5 milyon insanın 750 bini hâlihazırda yüzünü Türkiye’ye dönmüş durumda sınırda beklemektedir. İdlib’in merkezine 9 km kadar yaklaşan Rusya destekli rejim birlikleri şehre doğru ilerlemeye devam ettikleri takdirde, bu sayının iki katına çıkması muhtemeldir. Ayrıca bu ilerlemenin gerçekleşmesi durumunda; Zeytin Dalı, Fırat Kalkanı ve Barış Pınarı bölgelerinde domino etkisi yaratarak, o bölgelerde yaşayan kitlelerin de Türkiye sınırına doğru harekete geçmesine yol açabilecektir. Türkiye'nin, Suriye’de kontrol ettiği ve toplamda Suriye nüfusunun %33’ünün yaşadığı alanda bu tür bir kaosun yaşanması ve bu nüfusun en az yarısının Türkiye sınırını zorlaması ihtimali karşısında 3 seçeneği vardır:
1- Türkiye’nin sahadaki askeri varlığını pekiştirmeye devam ederek, bir yandan Rus destekli rejim birliklerinin M5 otoyolunun batısına doğru çekilmesini, diğer yandan Rusya’nın Astana mutabakatına dönmesini sağlamaktır. Ki bunun için hem sürdürülebilir ciddi bir finansal destek hem de ABD’nin Rusya ile yaptığı çatışmasızlık anlaşması gereğince Suriye hava sahasını Türk hava kuvvetlerine açması gerekmektedir. Nitekim, ABD’nin ‘fırsatçı durağanlığı’ gölgesinde, İdlib’de yaşanan kriz dahil, genel olarak Suriye’de hiçbir aktörün tek başına oyun değiştirici olamayacağı net bir şekilde görülmüştür.
2- Türkiye’nin AB ile 2015'te uzlaşmaya vardığı mülteci anlaşmasını zorlayacak adımlar atıp, Suriye'den yönelecek dev mülteci akınına karşı sınır kapılarını açmasıdır. Ki bu adımın sosyal ve siyasal birçok komplikasyonu vardır. Fakat bunlardan en önemlisi; terör örgütlerinin önceden olduğu gibi fırsattan yararlanıp Türkiye ve AB'ye sızarak, güvenlik tehdidi oluşturmasına yol açması ihtimalidir. Türkiye’nin zaman zaman 2015'te varılan anlaşmaya vurguda bulunup, AB'nin bu anlaşmadan mütevellit yükümlülüklerini yerine getirmediğini hatırlatarak, sınır kapılarını tekrar açabileceği imasında bulunduğu da unutulmamalıdır.
3- AB ile varılan sınır anlaşmasının aynen korunması, acil durumlar dışında hiçbir surette sınır kapılarının açılmaması ve farklı bir göç güzergâhı olarak güvenli bölge sayılan ve çoğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG)’nin hâkimiyetinde bulunan Fırat’ın batısına doğru bir yolun açılmasıdır. Ancak bu, her ne kadar Türkiye ve Avrupa için kabul edilebilir bir senaryo olsa da, ABD'nin ve yerel vekili olan SDG'nin yaklaşımına bağlıdır. Ancak bu seçeneğin, Türkiye’nin güney sınırını zorlamaya devam edecek kaotik durumun derinleşerek sürmesine yol açması ihtimali tartışılır.
Son iki senaryoda Türkiye’nin güvenli bölge projesinden bahsetmek mümkün olmayacaktır. Rus saldırılarının İdlib’de durdurulamaması durumunda, gerek Rusya ile yaptıkları anlaşmalar çerçevesinde güneyi terk edip kuzeye yerleşen Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) grupları gerekse de HTŞ’nin özellikle İdlib’de çetin bir mücadele verecekleri düşünülmelidir. Fırsat olursa İdlib’i terk etmek isteyen insan sayısı yaklaşık 2 milyondur. Ve bunların kahir ekseriyeti altyapı ve güvenlik sorunu olan Halep kırsalı yerine Türkiye ve Avrupa’ya geçmek istemektedirler. Ayrıca Humus ve Guta gibi bölgelerde Rusya’nın garantörlüğünde anlaşma yapıp evlerinde kalmayı tercih eden muhalif sivillerin daha sonra rejim tarafından ya tutuklandığını ya da idam edildiğini gören İdlib’lilerin en az üçte ikisi de şehri boşaltacaktır.
Göçün Siyasi Sürece Etkileri ve Demografik Baskı
Gerek Cenevre gerekse Astana'da başlayan ve birçok kez tıkanan siyasi süreçlerde tutuklu ve kayıp kişi dosyalarından sonra en bariz sorun olarak mülteci krizi karşımıza çıkmaktadır. Şu veya bu şekilde nihai siyasi çözüme varıldığı ve BMGK’nin 2154 sayılı kararı gereğince geçiş dönemi için seçime gidildiği takdirde; savaş öncesi 21 milyon nüfusa sahip ülkede savaş sırasında 1 milyon civarında can kaybının yaşandığı, 200 bin kayıp/tutuklu dışında ülkeyi 6 milyon (toplam ülke nüfusunun %28’i) insanın terk ettiği ve İdlib boşaldığı takdirde yer değiştiren nüfusun 8 milyona ( mevcut ülke nüfusunun %53’ü) ulaşacağı hesap edilirse, ülkede oy kullanmak için nasıl bir mekanizmanın işleyeceğine yönelik bir netlik de bulunmamaktadır.
İnsan kaçakçılığı minimal miktarlarda da olsa günlük bazda çok yönlü olarak sürdüğü için, civar ülkelerdeki mülteci sayısı tam belirlenememekle birlikte, 3.6 milyonu Türkiye’de, 1 milyonu Avrupa’da olmak üzere yaklaşık 6 milyon kayıtlı Suriyeli mültecinin oluşturduğu demografik baskı en çok Lübnan'da (toplam nüfusun %25'ini oluşturuyor), en az Avrupa'da hissedilmektedir. Türkiye'de ise mülteci sayısı nüfusun %4.2'sini oluşturmasına rağmen, ülkenin ekonomik darboğaza girmesiyle birlikte işsizlik sayısındaki artışın gölgesinde yaklaşık 1.2 milyon genç Suriyeli kaçak yollarla ve düşük ücretle çalışmakta ve bu durum toplumda Suriyelilerin varlığının bir sorun olarak algılanmasını pekiştirmektedir. Lübnan ve Ürdün gibi ülkelerde yaşanan ekonomik gerilemenin nedeni olarak resmî ağızlar tarafından dolaylı veya doğrudan mültecilere işaret edilmesi, bu ülke halklarının mültecilere karşı duyduğu tepkiyi daha da büyütmektedir. Hâlbuki teamül gereği BM ve AB'den gelen yardımlar, yardımı teslim alan ülkelerdeki kurumlar arasında el değiştikçe mükerrer kayda geçtiği için ve resmî makamlar tarafından açıklanan rakamların tüm kurumların yaptığı toplam yardım hacmini kapsaması nedeniyle katlanarak yansıtılmaktadır.
Mevcut şartlarda ülkeler arasındaki mülteci sorunu müzakereleri her ne kadar finansal boyutta kitleniyor olsa da, olası bir İdlib felâketinin Suriye’nin kuzeyindeki bölgelerden başlayıp Avrupa’ya kadar uzanabilecek çok boyutlu (sosyal, siyasal ve güvenlik dengeleri yeniden belirleyebilen) bir domino etkisi yaratabileceğini göz ardı etmemek gerekir.