İdlib Bahsinde Bile Sözü “Erdoğan’ın Otoriterliği”ne Getirmek Liberalliğin Maharetlerinden Olsa Gerek!

Sırf İslami karakterli oluşundan ötürü Suriye direnişinin Türkiye’deki Kemalist Sol ve Ulusalcıların kahir ekseriyeti nezdinde bir “öcü” olarak görüldüğü ve kendilerini Esed, İran, Rusya gibi katillerle safları sıklaştırmaya götürdüğü biliniyor.

HAKSÖZ-HABER

Kemalist Sol ve Ulusalcıların iflah olmaz bu yapısı bilinmesine biliniyor da bir kısım Liberal kişi-kesimin de Liberal paradigmaya mündemiç iddialara adeta ihanet edercesine halkın özgürlük ve adalet talebini kanla bastıran, milyonlarca insanı yurtlarından göçerten ve onbinlercesini en hunhar yöntemlerle katletmekten geri durmayan bir despota ve işbirlikçilerine söz söylememesi, söz konusu Suriye olunca sorunun adını net şekilde koymaktan son derece itinayla sakınması düşündürücü.

Liberal cenah içerisinde etkili konumda olanlardan bazılarının Türkiye’deki iç siyasete, toplumsal ve ekonomik sorunlara ilişkin eleştirilerinin önemli bir kısmında haklılık payı olduğu doğru. Ancak aynı kişi-kesimlerin düşünce yapısı ve gelecek ufuklarını buna indirgemek son derece zaaflı bir yaklaşım olacaktır. Mesela bunların yazıları, kamuoyuna açık beyanatları gözden geçirildiğinde çoğu zaman dış politika ufuklarının “demokrasi cenneti” olarak algılanan batıya ayarlı olduğu, Türkiye’nin dış politikada özellikle de Ortadoğu’ya ilişkin izlediği İslami hareketler ve müslüman halkların özgürlük taleplerine dönük yüzünün sorun olarak nitelendirildiği anlaşılmaktadır. Önerilen şey ise batıyla Avrupa’yla her ne pahasına olursa olsun gerilimden uzak mutlak uyumlu bir ilişki. Mesela Türkiye’nin Tunus, Mısır, Libya, Suriye vb. ülkelerde izlediği siyasetten tutun da Akdeniz’deki hamlelerinden ötürü birçok Avrupa ülkesiyle girdiği gerilime, ABD ile yaşadığı krize kadar hemen her gelişme “ekonomi”ye etki oranıyla ölçülmekte ve Hükümetten otomatikman ekonomiyi geriletecek bu tarz gerilimlerden uzak durması çağrısı yapılmakta.

Bu Liberallerin eleştirilerinde R. Tayyip Erdoğan’ın şahsına yönelik “otoriterlik” vurgusunun merkezi bir yer kapladığı da malum. Buna o derece şartlanmışlar ki; İdlib’deki gelişmelere yaklaşımda bile Erdoğan’ın sözüm ona “otoriterliği”nden dem vurabiliyorlar! Neymiş efendim, meğer İdlib’deki ısrar da Erdoğan’ın “otoriter” siyaset tarzının ürünüymüş!

Sadece bu kadar da değil; mesela bu Liberallerimizden biri olan Ali Bayramoğlu’na göre Türkiye’nin mültecileri bir şantaj aracı olarak kullanması ve Avrupa’ya doğru itmesi (sanki zorlayan var!) de; Suriye politikasındaki bu ısrar da; İdlib konusundaki “tehlikeli meydan okuma” da; mültecileri bir silahmış gibi bir tehdit unsuru olarak sınıra “sürme” de Erdoğan’ın artık katlanılamaz hale gelen ve kendisini halkla, devletle özdeşleştiren şahsi hırslarının ve otoriterlik eğiliminin göstergesidir!

“Otoriterlik” denilince aklına sadece R. Tayyip Erdoğan ismi gelen, “Neden Suriye’deyiz?” başlıklı yazı yazıp bunun tamamına yakınını başlıkla alakasız şekilde “Erdoğan’ın otoriterliği” vurgularıyla dolduran yazarımızın bir iki kelimeyle de olsa İdlib’deki insanlık dramından bahsetmemesi, bunun baş müsebbibi Esed despotu, işgalci mezhepçi İran ve emperyalist Rusya’dan söz etmemesi Liberallerde de vicdan ve hakkaniyet aramanın beyhudeliğini göstermektedir. Başlığı “Suriye” olan bir yazıya bile “Erdoğan’ın otoriterliği” eleştirisi ile başlamak ve  “Hayır, Erdoğan’ın mantığına katılmak mümkün değildir. Sadece yöntem ve tarz değil, tercihler ve istikamet de tümüyle yanlıştır.” vurgusuyla tamamlamak da herhalde Liberalliğin maharetlerinden olsa gerek!

*

Ali Bayramoğlu’nun bahse konu yazısı:

Neden Suriye'deyiz? / Karar Gazetesi (05.03.2020)

İktidarda otoriterlik karışık şahsileşme, hemen her tarihte, hemen her ülkede, liderin yalnızlaşması, yalnızlaştığı oranda kurumsal ve siyasal rasyonaliteden uzaklaşmasını beraberinde getirir.

Sadakat ve itaat arayışını her şeyin üzere koyan, gücü temsil eden kişinin iç dünyasına göndermeler yapan psikolojik politik durumlar üretir.

Türkiye’nin son dönemdeki hali de bir yönüyle böyle.

Görünen o ki, Gezi olaylarından itibaren, özellikle çözüm sürecinin bitmesiyle birlikte, siyasi iktidar, endişe, korku, tehdit ve meydan okumaya dayalı siyaset tarzına esir düştü. 15 Temmuz darbe girişimi, devlet mekanizmasının iflası da bu tarzı, bu psikolojik-politik tabloyu doğal olarak derinleştirdi.

Gezi olaylarının, devlet-toplum ilişkilerinde, AK Parti’nin hükümet etme tarzında kritik bir kopuş anı oluşturduğu muhakkak. AK Parti içinde farklı seslerin elenmesi, tasfiyesi, siyasi kararların şahsileşmesi, güç tekelleşmesi, keyfileşme de o günlerde başladı.

Erdoğan’ın, Gezi olayları sırasında, kendisine ‘ipleri biraz gevşetmesini ve daha kucaklayıcı olmasını’ söyleyen bir gruba ‘ne anlatıyorsunuz siz, ipleri gevşetirsek düşeriz, tersine germek lazım’ dediği söylenir.

Erdoğan’ın bu çatışmacı ve kutuplaşmacı, o oranda da güvensizlik ve endişe algısına dayalı siyaset tarzının, bunu özetleyen ‘ipi gevşetirsek, kaybederiz’ düsturunun dünden bugüne sistematikleştiğini, devlete, hatta sivil alana sirayet ettiğini görüyoruz.

Güç yoğunlaşmasına dayanan siyasi bir mekanizmada, yalnızlaşan bir siyasi liderin millet ve toplumla, kendisinden hareketle özdeşlik kurması, siyasi varlığı ve statüsü gereği, devleti ve toplumu ikame ettiğini inanıyor olması, buna karşı çıkanları toplum dışı sayması, söz konusu psikolojik-politik durumun bir göstergesidir. Erdoğan dün, Suriye’deki Türk varlığı hakkında, bu tespiti doğrulayan sözler ediyordu:

“Böyle dönemler gerçek dostların ve sinsi düşmanları görüldüğü dönemlerdir. Bu mücadele bizim şahsi tercihimizle değil, milletimizin topyekun iradesiyle gerçekleşmiştir.”

Bu mantığa göre, seçimleri kazanan kişi, bir sonraki seçimlere kadar milletin her anlamda kendisi oluyor. Şöyle de denebilir: Bu anlayışa göre Erdoğan’ın ruh hali, milletin ruh halini ikame ediyor ve her kesimi ve her yönüyle tam temsil ediyor, aracı kurum, katman, karar mekanizmaları, denge ve denetim sistemleri böylece devre dışı kalıyor.

Tarihte bu tablonun pek çok örneği vardır. Ancak kabul etmek gerekir ki, bu duyguyu, bu duygunun beslediği anlayışı topluma yaymak bir beceri ister. Erdoğan siyasi, ideolojik, kanuni denetim araçlarıyla, kendisine yakın basını ve milliyetçi duyguları bir araç olarak kullanarak bunu başarıyor. Sıcak çatışmalar, Batı-Türkiye gerilimi, gelen şehit haberleri de ona yakın bir duyarlılığı besliyor.

Ne var ki, onun artı hanesine yazılan bu durum, ülkenin eksi hanesine yazılıyor.

Rasyonaliteden uzaklaşıyor, yalnızlaşıyor, iktidarın koyduğu hedeflerden bile kopuyoruz. Ülkede siyaset, diyalog fikrinin yerini iyiden iyiye çatışma, meydan okuma duygusu alıyor. Otoriterlik, faydacılık iyice tabiileşiyor.

Şimdi soru şu: Suriye politikasındaki bu ısrarda, İdlib konusundaki tehlikeli meydan okumada, mültecileri, insanlar bir silahmış gibi bir tehdit unsuru olarak sınıra sürmede yukarıda altı çizilen algı ve tarzın, endişe ve şahsiliğin payı var mıdır?

Kuşkusuz evet...

Erdoğan’ın “Suriye’de ne işimiz var?” sorusuna verdiği yanıtı şuydu:

“Tarih boyunca hep işgallere, zulümlere maruz kalmış bu coğrafyada, mücadeleden bir an geri kaçarsak, bir an birliğimize beraberliğimize sahip çıkmazsak çok daha büyük bedeller ödeyeceğimizin bilinciyle hareket ediyoruz” (...)

“15 Temmuz’da Türkiye neden dışarı çıkmışsa, bugün de aynı sebeple Suriye’dedir.”

Bu mantıkla Gezi olayları karşısında aldığı tutumun mantığı arasında büyük benzerlikler var.

Gerilen ipler, kuşku, daimi direnç ve savaş, tehdit ve tehlike mantığı, farklı tersinin düşüneni, beşinci kol hain ilan eden siyaset karşıtı bir dil...

Hayır, Erdoğan’ın mantığına katılmak mümkün değildir.

Sadece yöntem ve tarz değil, tercihler ve istikamet de tümüyle yanlıştır.

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!