Oradasın. Yanında olan her ne varsa donuyor. Yaşlandığının farkındasın. Zaman duruyor. Saate bakıyorsun. Ama dakikalar, saniyeler o an öylece duraksıyor. Akrep ve yelkovan hayata küsmüş gözüküyor. Kendi çeperinde olanlar bir türlü dönmüyor. Her hareket eden hayata küsüyor. Dallarda yapraklar kıpırdamıyor. Bütün bir yaşam var ile yok arasında. Zihin buharlaşıyor. Yürek her kıpırdadığında bir acı batıyor. Bir acı . Her acı kendine has sancı yayıyor. Ve bu acı ise hep çok sancı veriyor.
Aylardan Nisan. Mevsimlerden İlkbahar. Bitkilerin tomurcuklarını patlatacağı bir vakit... İdlib'desin. Suriyeli mazlumların son sığınağında. Bu şehir ki artık anne kucağı yetimler için. Gökyüzüne bakıyor çocuklar. Yetimler, gökyüzüne dalıyor. Gökyüzüne ne zaman baksalar hep aynı şeyler oluyor. Şeylerden bir şey... Bunu bir türlü öğrenemiyorlar. Çocuk işte. Umut işte. Umudu, oyunun bir diğer adı sanıyorlar.
Yağmur bulutlarının yerine, uçakların gölgesi sarıyor yüzlerini. Güneşi örtüyor. Yine de çocuklar gülümsüyor. Umut... Oyun... Belki... İstenen olmuyor. Karanlık basıyor. Çocuklar en çok da bu karanlıktan korkuyor. Bu karanlık her defasında onlara çok sancı veriyor. Çünkü karanlık ölmekten beter ediyor. Hem öldürüyor hem öldürmüyor. İlkin değene elma kokusu gibi geliyor. Akabinde ucu zehirli bir bıçak gibi saplanıyor bedene. Damarlara yayılıyor. Gözleri önce bulanıklaştırıyor. Gözleri sonra buğulandırıyor. Gözleri daha sonra bir çağlayana dönüştürüyor. Ve gözleri kaskatı kesiveriyor. Hele de çocukların o hayat bahşeden; o derelerin çağıldamasına sebep, o kuşların cıvıldamasına neden gözlerini alıp götürüyor. Çocukların gözleri gidince hafsala yerle yeksen oluyor. Düşünceler o an ne dile gelebiliyor ne de kağıda dökülebiliyor.
Yenildiklerini hissettiriyor. Mağlubiyeti tattıklarını zannettiriyor. Ellerine kelepçeler, ayaklarına prangalar takıldığını salık veriyor. Zalim aslında da bunu istiyor. Ne zaman ki Suriye'de haklılar, hakkın yanında olanlar, Allah'ın aslanları, yiğitler, muhalifler, mücahitler; zalimin sarayının duvarlarını kükremeleriyle titretse, biçarelerden öcünü bu şekilde alıyor. Teslim olmalarını... Zilleti, izzette tercih etmelerini bekliyor. Durmalarını, yılmalarını, oturmalarını, konuşmamalarını, koşturmamalarını diliyor.
Bunların hiçbiri ise bir türlü olmuyor. Hatta daha da bir mücadeleyi biliyor. Zalim Esed'i, Rusya'sı, ABD'si, İran'ı, AB'si, Çin'i ve diğerleri de bunu bilmiyor. Öfkeyi karıyor. Öfkeyi artırıyor. Adaletsiz davranmayacak olan o öfkeyi yüreklerde saklıyor. Üzerlerine ölü toprağı serpilmiş vicdanları silkeliyor. Kimsesizlerin kimsesi olabilecekleri doğuruyor. Büyütüyor. İri kılıyor. Diri eyliyor. Bir ve beraber ediyor. Ve ardından, yara almışsak onlarda bir yara almışlardır ayetini böylece hatırlatıyor.
İşte. Uhud'un eteklerinden, İdlib'in zeytin ağaçlarının dallarına bir kez daha o mübarek Peygamberin nidası takılıyor. "Toparlanın aslanlarım! Yeniden düşmanın üstüne yürüyoruz!" İşte. Ebu Dücane kılıcını kınından çıkarıyor. Üzerinde bir yazı. "Korkaklıkta ar, ilerlemekte şeref var." Karanlığı adeta deliyor. Ali'de gözüktü şimdi. İşte Zülfikar arşa yükseliyor. Katil uçakların bağrına saplanıyor. Aslanların kılıç şakırtılarını duyuyor ya çocuklar. . Çocuklar seviniyor. Gözleri mi gülüyor?! Medine'li kadınların yerine, bu sefer de İdlib'li kadınların zılgıtları göğe yükseliyor.
Mekan hareketleniyor. Zaman akmaya başlıyor. Sen gençleşiyorsun. Akrep ve yelkovanı heyecan bürüyor. Saate bakıyorsun. Bu kez istiyorsun. İstiyorsun ki dakikalar, saniyeler hep bu ana ayarlansın. Her şey hayat ile barışıyor. Yapraklar kıpırdıyor. Var içinde varlar ülkesi bütün bir yaşam. Zihin işliyor. Yürek, acısını öfkeye tevdi ediyor. Öfke kök salıyor toprağa. Nisan yağmuru boşanıyor üstüne. Bir çınar büyüyor. Çocukların yüzü gülüyor. Müntakim olan Allah adına... İntikamı alınacak mazlumlar adına yemin ediliyor!