İdeolojilere, milliyetçilik ve feminizme nasıl bakmalıyız?

“Bir Müslüman nasıl bakmalı?” kitap serisi güncel konular etrafında önemli sorulara cevap üretmeye çalışıyor!

HAKSÖZ HABER

Beyan Yayınları tarafından neşredilen “Bir Müslüman nasıl bakmalı?” kitap serisinin editörlüğü Yasin Aktay ve Mahmut Hakkı Akın tarafından gerçekleştirildi. 20 konunun incelendiği kitap serisi kimisi güncel kimisi belirli bir tartışma geçmişine sahip konulara odaklanıyor.

Seri şu kitaplardan oluşuyor:

Bir Müslüman Demokrasi’ye Nasıl Bakmalı? Yasin Aktay
Bir Müslüman Irkçılık ve Milliyetçilik’e Nasıl Bakmalı? Bekir Biçer
Bir Müslüman Gelenek ve Muhafazakarlık’a Nasıl Bakmalı? Yasin Aktay - Mahmut Hakkı Akın
Bir Müslüman Batı Medeniyeti’ne Nasıl Bakmalı? Mahmut Hakkı Akın
Bir Müslüman Evrim ve Sosyal Darwinizm’e Nasıl Bakmalı? Atila Doğan
Bir Müslüman Kader ve İnsanın Özgürlüğü’ne Nasıl Bakmalı? Cemalettin Erdemci
Bir Müslüman Ekonomi ve Faiz’e Nasıl Bakmalı? Necmeddin Güney
Bir Müslüman Kur’an ve Tarihsellik’e Nasıl Bakmalı? Şevket Kotan
Bir Müslüman Kur’an ve Sünnet’e Nasıl Bakmalı? Mevlüde Aktay
Bir Müslüman Mezhepler, Tarikatler ve Cemaatler’e Nasıl Bakmalı? Kadir Gömbeyaz
Bir Müslüman İslam Tarihi’nin Sorunlu Konuları’na Nasıl Bakmalı? Yasin Aktay - M.Mahfuz Söylemez
Bir Müslüman İslam’da Yönetim Biçimi ve Halifelik’e Nasıl Bakmalı? Abdulkadir Macit
Bir Müslüman Felsefe’ye Nasıl Bakmalı? Sedat Doğan
Bir Müslüman Sosyal Medya’ya Nasıl Bakmalı? Mustafa Derviş Dereli
Bir Müslüman Cinsellik ve Aşk’a Nasıl Bakmalı? Kadir Canatan
Bir Müslüman Kadın Sorunu ve Feminizm’e Nasıl Bakmalı? Ayşe Güç
Bir Müslüman Deizm ve Ateizm’e Nasıl Bakmalı? Ömer Faruk Erdem
Bir Müslüman İslamcılık, İslam Birliği ve Ümmet’e Nasıl Bakmalı? Alev Erkilet
Bir Müslüman Modernleşme ve Modernizm’e Nasıl Bakmalı? Faruk Karaarslan
Bir Müslüman Çağdaş İdeolojiler’e Nasıl Bakmalı? Yunus Şahbaz

Geçtiğimiz gün sosyal medya, deizm ve modernizm konulu kitapların incelendiği üç yazıyı sizlerle buluşturmuştuk. 

Macide Özlem Alpay, Merve Sahra Taşkaya ve Esranur Aktaş ise serinin çağdaş ideolojiler, milliyetçilik ve feminizm konuları hakkındaki eserlerini Haksöz Haber okurları için değerlendirdi. 


Bir Müslüman Çağdaş İdeolojilere Nasıl Bakmalı?

Macide Özlem Alpay

Yunus Şahbaz’ın kaleme aldığı “Bir Müslüman Çağdaş İdeolojilere Nasıl Bakmalı?” kitabında İslam’ın ideoloji ve ideolojik doktrinlerle ilişkisi ve nasıl bir münasebetinin olabileceği ele alınmıştır.

İdeolojiler insan hayatındaki dinin yerine geçmek amacındaki doktrinlerdir. Her din gibi İslam da ideolojilerin meydan okumalarına karşı durmuştur.

İdeolojiler insana ve siyasal nizama dair birtakım iddia ve tezlere sahip olsa da bunlar bilimsel anlamda ispat edilebilirlikten yoksundur. Bilim daha çok deney ve gözlem gibi metotları kullanır ve bilimsel çıktılar ispatlanana kadar ilmî bir hakikat değeri taşır. Oysa ideolojiler birtakım yorum ve spekülasyonlara dayanır. İnsan doğasının ne olduğu ve bu doğaya uygun olarak en iyi siyasal ve toplumsal düzenin nasıl olması gerektiğine dair birtakım görüşleri ihtiva eder. Çoğunlukla da geçmişten çok şimdiki ve gelecek zamana dair değerlendirmeleri, iddiaları ve öngörüleri vardır. Bu öngörüler yanlışlansa da kendi içinde bütünlüklü bir fikir demeti oluştururlar.

Kitapta öncelikle bir kavram olarak ideoloji kavramının ilk kez Fransız Devrimi’nden sonra, 1797 yılında devrim sonrasının Aydınlanma misyonuna bağlı düşünürlerinden biri olan Antonie Destutt de Tracy tarafından kullanıldığı belirtiliyor. Tracy'nin bu kavramı ortaya atma amacının "ideo-loji" yani bir “düşünce bilimi” kurmak olduğu söyleniyor.

Tracy, Fransız Devrimi sonrasında Aydınlanma düşüncelerine dayanan bir eğitim ve fikrî gelenek yaratmak amacıyla kurulan Institut Nationele'e seçilmiştir. Bu grubu, amacı toplumu rasyonel ilkeler temelinde yeniden dizayn etmek olan "Fransa'nın toplumsal yeniden yapılanmasının kurumsal kanadını oluşturan bilim adamı ve felsefecilerden oluşan bir elit grup" olarak tasvir edebiliriz.

200 yıllık bir geçmişi olan ideoloji kavramını yazarımız, “siyasal ideolojiler” olarak tartışılmaya başlanması ve çağdaş ideolojiler tanımlamasıyla tartışmaların merkezine oturarak birçok rejime esin kaynağı olduğunu belirtiyor. Dönem dönem bittiği iddia edilse de her zaman siyasalın merkezinde bulunan ideoloji kavramı zaman içerisinde; kimi zaman övülüp sahiplenilse de kimi zaman da hep başkalarında olan, Eagleton'ın veciz ifadesi ile "pis kokan nefes gibi, yalnızca başkalarında bulunan" bir şey olarak düşünüldüğü aktarılıyor.

İdeolojik söylemin en baskın özelliği tekelci hakikat iddiasıdır. Bu iddiasını sosyal medya ve dijitalleşmenin arttığı günümüzde hala insanların fikirlerini şekillendirdiği ve siyasal süreçlerde etkili olup olmadığı bir tartışma konusu olarak karşımızda durmaktadır. İdeolojilerin birçoğu insan, siyaset ve toplumla ilişkiler sahasına dair bir takım söylemlere sahiptir ve hemen hepsi bu konuda tek gerçekliğin kendi çerçeveleri olduğunu savunur. Çağımızda bu söylem geçerli midir yoksa 19 ve 20. Yüzyılların bir efsanesi midir diye tartışan yazar günümüz siyasal ve toplumsal süreçlerini anlamlandırma ve bunlara bir çözüm bulma noktasında ideolojilerin hala etkisini sürdürdüğü savunur.

İlk bölümde “İdeoloji: Bir Kavramın Serüveni” olarak aktarılırken, ikinci bölümde ise çağdaş ideolojilerden sosyalizm, liberalizm, muhafazakarlık ve diğer melez ideolojilerin önemli düşünürleri merkezi kavramları genel özellikleriyle bizlere tanıtılmıştır. İdeal tip olarak adlandırılan ideolojilerin tarihsel süreçte birçok değişim ve dönüşüme uğradığı belirtilmiştir. Ana ideolojilere ek olarak faşizm, sosyal demokrasi, milliyetçilik üzerinde durulmuştur.

Üçüncü bölümde ise 1950’lerde başlayan ve dönem dönem popülerleşen kendisi de ideolojik bir ele alma yöntemi olan “ideolojinin sonu” tartışmaları irdelenmiştir. 90’lı yıllarda Oliver Roy, Siyasal İslamın bittiğini iddia ettiği gibi zaman zaman ideolojilerin öldüğünün gündeme getirilmesi aslında hep bir yandan diri kaldıklarına işaret olarak görülmektedir. Yazar ideolojilerin değişimi, dönüşümü, neo’su, post’undan söz edilmesinin onun tekrar diriltilmesi ihtimalini canlı tuttuğundan bahseder.

Sonuç bölümünde modern paradigmanın ve dolayısıyla ideolojilerin siyasal merkezli bir insan ve dünya tasavvuru olduğu belirtilir. Modern Batı düşüncesi ve ideolojilerin dünyayı politik bir okumaya tabi tuttuğu vurgulanır. Politik bir hareket olarak gördüğü İslamcı düşüncenin beka kaygısıyla devleti ve ümmeti kurtarmak amacıyla siyasete ve devlete öncelik verdiğinden bahseder yazar. Dinlerin ve özelde de İslam’ın kendisine meydan okuyan ideolojilere karşı kendi söylemini kurmaları gerektiğini ifade eder.

“Müslüman olarak çağdaş ideolojilere nasıl bakmalı?” başlıklı olan bölümünde ideolojilerin insanlık ve siyaset üzerine düşünmenin modern dönemdeki en önemli araçlarından olduğu vurgulanıyor. İdeolojilerin sadece felsefi anlamda düşünsel bir perspektif sunma rolünde değil, insanlık ve siyaset üzerine düşünmenin modern dönemdeki en önemli araçlarından olduğu vurgulanıyor.

İdeolojilerin dinle mukayese edilmek istendiği tespiti yapılıyor. İdeolojilerin dinin siyasal ve toplumsal ilişkilerden el çektirildiği modern vasatta dinin yerine geçebilecek en önemli olgular olduğu ve 19. yüzyıla pozitivizm ve bilim gibi yeni insanlık dini olma iddiasındaki oluşumlara yol açtığı vurgulanıyor.

İdeolojiler ideal tip tanımlamalar yapmalarından dolayı ideolojilerin bitmesinden söz etmenin mümkün olmadığına dikkat çekilen bölümde, her bir ideolojinin bu dünyada bir dünya cenneti kurmayı vadettiği ve bunu çoğunlukla siyasal süreçlerle başarmak peşinde olduğu iddia ediliyor. Fakat dinlerin, özelde de İslam’ın böyle bir iddiasının olmadığı, dinler için esas hesap günü, gerçek cennet ya da insanın istek ve arzularına en uygun dünya, başka bir âlemde zuhur edeceği inancı aktarılıyor. Birçok dinî yapının bu dünyayı boş vermiş ya da ihmal etmiş olmadığı, dinlerin ve özellikle de İslam’ın, bu dünyaya dair de çokça hüküm koymuş; bu dünyalarını da düzenlemeleri doğrultusunda son derece kapsamlı düzenlemeler vaaz ettiği beyan ediliyor. Modern paradigma akıl ve aydınlanma idealine dayanan yeni bir din gibi ortaya çıkarken en büyük direncin İslam dininden geldiği teslim ediliyor.

Genelde din özelde İslam, insanların dünyayı anlaması ve kendini o dünyada bir yere yerleştirmesi ve hayatının diğer faaliyetlerini de bu inançları doğrultusunda dizayn etmesi için bir rehber sunar. Bu yüzden dinsel yapıların siyasal ve toplumsal ilişkilere yörünge çizen ideolojik fraksiyonlarla ilişkisi hep problemli olmuştur. Hem din hem ideolojiler insani ve toplumsal ilişkilerde hangi ilkelerine göre hareket edilmesi gerektiği konusunda çelişirler diyen yazarımız özellikle Cumhuriyete geçişle İslam’ın sosyo kültürel dünyası ile büyük oranda pozitivist düşünce mirasınca şekillenen askeri ve siyasi elitlerin kurduğu Cumhuriyet ideolojisi ile yani bir diğer ifadesiyle Kemalizm ile arasında bugün de devam eden sancılı bir sürece dikkat çeker. Bu süreci Osmanlının son dönemlerindeki laik pozitivist ilerlemeci batıcı yönelimin bir devamı olarak görür.

Kitabın en can alıcı sorusu belki de şu sorudur: Modern dünyanın ve Cumhuriyet Türkiye’sinin siyasi ve iktisadi nizamında bu denli belirleyici olan ideolojilerle İslami bir perspektiften nasıl bir iltisak kurulabilir? Bu soruya cevaben yazarımız İslamcılığın bizzat İslam’dan kalkarak modern dünyanın soru ve sorunlarına cevap verme uğraşısı olarak görmektedir. Siyasal alana ilişkin sorunlar başta olmak üzere terakki/ilerleme, kimlik tanınma adil bölüşüm liyakat gibi konularda İslami prensiplerin yol göstericiliğine başvurulmasını önermektedir.

Adı İslamcılık olsun olmasın ideolojilerin Müslümanların toplumsal ve siyasal yaşamlarını etkilediğini bu etkilenmeye modern dünyanın kendi dili ve yöntemiyle cevap verme şeklinin resmi ifadesinin İslamcılık olarak görüleceğini ifade eder.

İslam’ın ideolojik olmadığını ideolojinin batıda geliştiği için İslam bünyesine uymadığını iddia ede yazar ideolojilerle hesaplaşmanın kaçınılmaz olacağını vurgular.

Yunus Şahbaz, siyaseti, nevi şahsına münhasır icapları ve zorunlulukları olan bir alan olarak görürken siyaseti dışlayan bir dinî düşünce olamayacağı gibi tamamen siyasetin sınırları ve çerçevesinde kendini sınırlayan Müslümanca bir idrak da olamayacağını vurgular. Bu yüzden de İslam'ın nass'ları sabit olmakla beraber Müslümanlar mevcut şartlar doğrultusunda ideoloji ve bilim dünyasındaki gelişmeleri de dikkate alarak, bunlardan beslenerek, ufuklarını zenginleştirerek fakat bunları da kendi içinde amaçlaştırmayarak, kendi düşünce evrenlerini kurmak zorunda olduklarının altını çizer.


Bir Müslüman kadın sorunu ve feminizme nasıl bakmalı?

Merve Sahra Taşkaya

“Mümin olarak, erkek veya kadın, her kim salih ameller işlerse, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar” (Nisâ, 4/ 124)

“Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır” (Hucurât,49/13)

Şüphesiz en doğru ve güzel olan söz Hak Teâlâ'ya aittir. Müslüman nasıl bakmalı şeklinde başlık edinip kaleme alınan bu kıymetli seri için en açıklayıcı ifadelerin Kitab-ı Kerim'den geleceğini belirtmekte fayda olduğunu düşünüyorum. Konu farketmeksizin merkezine ayet-i kerimeleri ve buna binaen Hazreti Peygamber'in kıymetli ifadelerini eklediğimiz takdirde sorunun çözümüne büyük bir çoğunlukta ulaşmış oluyoruz hamdolsun. Peki, söz gelimi kadın sorununa ve feminizm olgusuna Müslüman kimliğimiz ışığında nasıl bakmalıyız?

Kadın sorunu, feminizm, toplumsal cinsiyet, toplumsal eşitlik, kadın hakları, özgür kadın özgür toplum vs. vs. son dönemlerde ziyadesiyle popülerlik kazanmış kavramlardandır peki bu ifadeler ışığında kadın nedir, kadın kimdir? Gerçek manada aşılması mümkün olmayan bir kadın sorunundan bahsetmek mümkün mü? Yahut kadın sorunu dendiği zaman algılamamız gereken olgu tam olarak neyi kapsamaktadır?

Yazar Ayşe Güç, başlangıç itibariyle kadınların maruz kaldığı ayrımcılık, şiddet ve mağduriyetlerin tartışılırken kadın kategorisine yapılan aşırı vurgu nedeniyle çok farklı sorunların inşa edildiğine değinmiştir. Buradan yola çıkarak esas sorunun kadın konusunun yerli yersiz birçok alanda öne sürülmesinden ötürü oluşan yanlış algı olduğunu söyleyebiliriz. Kadının fıtri yapısının göz ardı edilmesinin yanı sıra canlı bir varlık olduğu unutularak tamamen nesneleştirildiği gerçeği ile yüz yüze geliyoruz. Daha başlangıcın eşiğindeyken sözüm ona kadın hakları savunuculuğu için kullanılan kavramların kadınların statü olarak kendi içlerinde dahi kategorize edilerek sınıflara ayrılmaya çalışıldığı hakikati karşılıyor bizi. “Kadın kimdir değil, kadın nedir?” ibaresi ile yapılan yanlışı vurgulayan yazar, kadın biyolojik açıdan erkek olmayandır denildiği zaman esas kastedilenin kadın erkek olamayandır olduğunu ifade etmiştir. Bu söylemin beraberinde toplumsal, kültürel, siyasal pek çok tartışmayı getirdiği aşikâr. Velhasıl kelam, kadın konusuna yaklaşım açık hatlarıyla birlikte kültüreldir denebilir. Bilhassa kadınla ilgili meselelerde başlangıçta yerinde olan tutumların da zaman ilerledikçe bazı açmazları inşa ettiğini görmekteyiz.

FEMİNİZM NEDİR?

Fransızca femme(kadın) kelimesinden türetilen feminisme kadın konusu ile ilgilenmek manasına gelen bir kullanımdır. Belirli bir dönemde her ne kadar İngilizler feminizm kelimesinin yerine (womanism) kelimesinin kullanılması için uğraşmış olsalar da ilk tartışmalardan itibaren Fransız entelektüel hayatının eleştirel kadın bilinçliliğinin gelişiminde yol gösterici olduğu savunulması minvalinde İngilizlerin bu talebi kabul ve destek görmemiştir. Feminizm kavramı Batı kadının durumunu iyileştirmeye çalışırken doğulu kadınını kurtarma misyonunun bir anlatımı haline gelmiştir. (Doğulu yani Müslüman kadının Batı tarafından kurtarılmaya ihtiyacı var mıydı? İlerleyen kısımlarda bu önemli noktaya değineceğiz.) Paradoksal boyutta feminizmi basit bir tabirle ‘erkek düşmanlığı’ olarak nitelendirmenin tarihi sürecinin geniş bir döneme yayılmış olduğunu söylemek pek tabii. Kadın/erkek ilişkilerinin birbirini tamamlayan iki unsur olarak ele alınması durumunda sorun teşkil eden tablonun büyük bir kısmının vuslata kavuşması yadsınamayacaktır.   Feminist söylemin dört ana dalgasından kısaca bahsedelim:

  1. Aydınlanma felsefesinin ışığında kadının geri kalmışlığının sorgulandığı dönem. Bir nevi bu konu için her şeyin başlangıcı olduğu söylenebilir.
  2. İkinci dünya savaşı sonrası yaşananlardan ötürü devletin kadına araçsal gözle baktığının farkına varıldığı ve buna yönelik çalışmaların ifa edildiği dönem.
  3. 1ve 2. inci dalgadan farklı olarak feminist söylemin daha ziyade bir kültür eleştirisinin yapıldığı dönem.
  4. Üçüncü dalga ile iç içe geçen dördüncü dalga teoriden yoksun tepkisel bir hareket şeklinde gelişen dönemdir.

Dört ana dalganın daha teorik odaklı olduğunu görmekteyiz bugün yaşanan feminizm tartışmalarının bu süreçlerin çok ötesinde bir boyut olduğunu şahit olmaktayız.

‘KADIN DOĞULMAZ KADIN OLUNUR’

Bu çelişkili ifadeyle kadınlık kimliğinin toplum tarafından kazandırıldığını ifade eden Beauvoir, insan topluluğunda hiçbir şeyin doğal olamayacağına dikkat çekmiştir. Bu sözden ve bakış açısından yola çıkarak varoluşçu feminizmin perspektifi ile karşılaşıyoruz. Feminizm liberal, marksist, kültürel, radikal, postmodern ve varoluşçu feminizm olmak üzere pek çok teorik başlık altında ele alınmıştır.

MÜSLÜMAN KADIN MESELESİ

Müslüman kadın kimdir? Kadınların tamamına özgür bir yaşam sunma vaadi ile ön plana çıkan feminizm bakışı neden Müslüman olan kadını ayrıca ele alma gereği duymuş olabilir? Yazar bu sorulara cevap niteliğinde, bir kategori olarak ele alındığında Müslüman kadının görünmez olduğunu vurgulamıştır. Zira hangi kadından bahsettiğimiz belirsizdir.

Bizim yani Müslüman kadının özgür olabileceğine inanmıyorlar! Batılı devletler cahiliye anlayışını İslam olarak benimseyip keza bu şekilde benimsetmeye çalıştığı için Müslüman yani örtülü kadının hiçbir şekilde özgür bir birey olma ihtimalini göz önünde bulundurmamışlardır. Müslüman kadının toplumsal durumu ve haklarının sorunsallaştırılması ilk olarak sömürgeci ve oryantalist erkeklerin tartışmalarında başlamıştır. ​​​​​​​Günümüze kadar gelen Müslüman özgür kadın tipoloji tartışmasını ülkelerin kendi içlerinde aydınlanmanın tezahürü olarak göstermeye çalışıldığını görmekteyiz. Batı oluşturduğu özgür kadın tipolojisine tesettürü yakıştırmamıştır. Buna istinaden “Başörtünü, peçeni at! Özgürleş!” tarzında bir propaganda yaptığı âşikar. Müslüman kadın en temelde dış görünüşü ile ilgili bitmeyen bir mücadele vermek zorunda bırakılmıştır. Bu handikaptan hâlâ tam olarak sıyrıldığımızı ne yazık ki söyleyemiyoruz. Konunun bütünlüğünün sağlanması açısından yazar, Cezayir örneğini vermiştir. Cezayir örneğinde sömürgeci erkekler, Fanon’un türban savaşı olarak tanımladığı bir girişimi teşvik etmişlerdir. Fanon, Cezayir’de düzenlenen peçe açma törenlerinden bahsederken Cezayir’li kadınların peçesini açan Batılı beyaz kadınlara işaret etmekte olduğunu vurgulamıştır. Bu örnek üzerinden yola çıkarak aradan geçen zamanın Fanon bakışını yok etmek konusunda başarılı olduğunu maalesef söyleyemiyoruz.

MÜSLÜMAN KADIN HAKLARI

Müslüman düşünürlerin kadın konusunda ilk verdikleri tepkiler ziyadesiyle savunmacıdır ve etkileri günümüze kadar gelmiştir. Müslüman kadın haklarını savunma konusunda iki bariz görüş ön plana çıkmıştır. İlki milliyetçi düşünürleri kapsamaktadır. Kadın yaşamı ve hakları ile ilgili eleştirileri yeni toplum inşası bağlamında kabul etmiştir. Diğer yaklaşıma göre İslam dini kadına haklarını vermiştir ve o da batı kadını gibi sıkıntı yaşamamıştır. Yazar Müslüman kadının hakları ile ilgili üç önemli nokta olduğunu belirtmiştir:

  1. Kadının kendilik algısı
  2. Kadının temsili (kendilik sunumu)
  3. Kadının toplumda görünür olması

Bu önemli noktalar ışığında şunu ifade etmeliyiz ki; biz onlar gibi değiliz ya da biz onlardan farklıyız kapılarında ki her idea batının öteki algısını destekler niteliktedir.

İSLAMCI FEMİNİST SÖYLEM

İslamcı feminizm söyleminin kullanım itibarıyla riskli bir ifade olduğunu söylemek mümkün. İslamcı feminizmin bir kimlik olarak sahiplenilmesi konusunda sorunlar daha da artmaktadır. İslamcı feminizm terimi bir kimlikten ziyade  sosyal bilimciler tarafından kullanılan analitik bir kategori olduğu için İslamcı kavramının ayrıca değerlendirilmesi gerekmektedir.  İslamcı feminist söylem Müslüman toplumlarda kadının durumu ve İslam’da kadın hakları ile ilgili tartışmalarla bağlantılı olarak ortaya çıkmıştır. İslamcı feminizm kavramının kullanımının yaygınlaşmasında Margot Badran’ın önemli katkısı olmuştur. Ona göre İslamcı feminizm olsun ya da olmasın Müslüman kadınlar İslamcı feminist söylemin üretimine farklı İslam anlayışları ile katılmaktadır. Son olarak İslamcı feminizm başlığı altında yapılan teorik tartışmaların dikkate alındığında söylemin ulus-aşırı bir olguya dönüştüğünü belirtmemiz gerekir.

SON SÖZ

Söze başlarken ifade etmiş olduğumuz gibi en güzel ve en doğru söz Hak Teâlâ’ya aittir. Kur’an-ı Kerim’in indirildiği İslam dininin farz kılınmaya başlandığı an itibariyle kadına verilen nice güzel, kıymetli haklara şahit oluyoruz. Bu hakları inkar etmeden elbette ki hayatımızı iyi bir şekilde sürdürebilmek adına kendi haklarımızın korunması konusunda önemli adımlar atmalıyız. Fakat bunu yaparken kadın-erkek ilişkileri arasına bir düşmanlık perdesi çekmenin yahut mevcut düzenin tamamen reddine gitmenin vasat bir tartışma hatta tabiri caizse laf kavgasını oluşturacağını unutmamalıyız. Müslümanlar olarak hayatımızın merkezine İslam anlayışını yerleştirerek en basit bir konuya dahi o pencereden bakmaya gayret etmeliyiz. Müslüman; kadın ve feminizm konusuna herhangi bir düşmanlık, ötekileştirme atfetmeden ve aynı zamanda dış görünüş itibari ile de herhangi bir tipoloji çizmeden bakmayı öncelemelidir.


Bir Müslüman ırkçılık ve milliyetçiliğe nasıl bakmalı?

Esranur Aktaş

Beyan yayınlarının çıkardığı  “Bir Müslüman Nasıl Bakmalı” serisindeki asıl amaç günümüzde yaşayan Müslüman kesimin güncel meseleler karşısında olaylara İslami bir kimlikle nasıl bakması gerektiğinin yol haritasını çizmesine yardımcı olmaktır. Serinin amaçlarından bir diğeri ise hedef kitlesi olan gençlerin bulundukları dönemde hayatı ve varoluşu sorgularken ve kimlik inşalarını yaparken tatmin edici cevaplar bulabilmesidir. Bekir Biçer’in yazdığı bölümde ise Müslümanların ırkçılık ve milliyetçilik dolayısıyla yaşanan gelişmelerden etkilenmesiyle meselelere Müslüman olarak nasıl bakmasına dair bir perspektif sunulmakta.

MİLLİYETÇİLİK VE IRKÇILIĞIN TARİHSEL SÜRECİ

Yazar kitapta milliyetçilik ve ırkçılığın tarihsel sürecini daha iyi anlayabilmek için tarım döneminden başlayarak konuyu ele almakta. Daha sonra milliyetçiliğin hangi şartlarda doğup ve geliştiğinin anlaşılabilmesi için Sanayi Devrimine geçmiş ve burada Milliyetçilik konusunun Türkiye’de sadece Fransız ihtilali sonucu olduğunu söylendiğinin fakat aslında Fransız İhtilalinin de Sanayi Devriminin bir sonucu olduğunu söylemektedir. Fransız İhtilali ile “Fransa Fransızlara aittir ve Fransızlar tarafından yönetilir” anlayışı benimsenmiş olmuş dolayısıyla Milliyetçilik fikri ​​​​​​​ortaya çıkmakta. .Milliyetçilik fikrinin ortaya çıkmasının Avusturya, Prusya, İngiltere ve İspanya gibi krallıkları rahatsız ettiğini belirten yazar Fransa’nın devrim fikrini ve idealini kendi emperyalist emelleri için kullandığını ifade ediyor. “Milliyetçilik nedir?” sorusuyla beraber milliyetçilik kavramını da açıklayan yazar bunun ne zaman ve nerede ilk çıktığını genişçe açıklamakta. Zamanla milliyetçiliğin dinin yerini aldığını söylemiştir. Milliyetçilik düşüncesinin Osmanlı İmparatorluğu ve İslam Dünyasına Tesirleri başlığında yazar milliyetçiliğin Osmanlı’da nerede, nasıl ve ne zaman çıktığını anlatırken Osmanlı Devletinin 19.yüzyılda yaşamış olduğu olumsuzluklardan dolayı kalkınmak için devletin Avrupa’ya öğrenci gönderdiğini belirtiyor. Bu öğrenciler aydın sınıfını oluşturup Yeni Osmanlılar adıyla örgütleniyorlar. Devlet içten milliyetçi akımların saldırısına maruz kalmış olmakla beraber dıştan ise emperyalistlerin tecavüzlerine uğramıştır. Tüm bu olan olumsuzlukları önlemek amacıyla Osmanlıcılık fikrinin öne atılmış olduğunu söyleyerek yazar bu fikri akımı da açıklamakta. Osmanlıcılık fikrinin imparatorluğun bütünlüğünü koruyamayacağı anlaşılınca Osmanlı aydınları imparatorluğun bütünlüğünü koruyabilmek için yeni fikirler üretmeye çalışmışlar. Balkanların elden çıkmasıyla Hristiyan nüfus azalmış ve Müslümanların sayısı artmıştır. Tabi tüm bunlarla beraber devletin dağılması hızlanmıştır. Osmanlı aydınları daha sonra tüm Müslümanlara dayalı bir Osmanlı Devleti kurmak düşüncesiyle İslamcılık fikir akımını geliştirmişlerdir diyerek yazar İslamcılık fikrinin nasıl şekillendiğini, nelere mani olduğunu vs. genişçe açıklamıştır. Yazar daha sonra ümmetçilikten milliyetçiliğe geçiş diyerek tüm bu serüvenleri daha alt başlıklarda ve daha derinlemesine bir şekilde Türkiye Cumhuriyeti ve Türkçülüğe kadar anlatmıştır.

MÜSLÜMAN’IN BAKIŞI

Yazar Milliyetçilik ve Irkçılığın neler olduğunu, zamanla milliyetçiliğin içine ırkçılığın girmiş olduğunu ırkçılığa dayanarak geliştirilen bir milliyetçiliğin kendini diğer ırklardan ve milliyetlerden üstün tutma gibi bir anlayışa hizmet edeceği ve yeni düşmanlıklara sebep olacağını söylemiş ve tarihsel serüvenini sonuç kısmına kadar güzel bir şekilde açıklamakta, okuyucunun kafasında akımlarla ilgili bir taslak oluşmasını sağlamakta. Kitapta yazarın vurgulamak istediği milliyetçilik; Müslüman toplulukları kendi aralarında bölmüş, bir bütün sağlayamamış ve daha da güçsüzleştirmiştir. Bunların sebeplerinin arkasında genelde ise emperyalist dış güçler olmakla beraber İttihat ve Terakki’nin zamanla izlemiş olduğu yanlış yöntemler olduğunu bildirmekte. Bütün milliyetçilikler “ötekine” karşı olmuş ve sadece kendi haklılığı üzerinden kurulmuştur diyerek İslam’ın bu meselelere karşı görüşünü açıklamaya başlamakta. “Şüphesiz Allah katında şerefli ve itibarlı olanınız; yaşantısını, yolunu, yordamını, Allah’ın kitabıyla bulmaya çalışanınızdır.” (Hucurat, 49/13) diye buyurulmuştur. Bu da insanlar arasında olan üstünlüklerin Allah katında soy, sop, nesep kavim ve millet gibi doğuştan gelen özelliklerle değil, bizim Allah’ın koymuş olduğu kurallar çerçevesinde dini ve dünyevi hayatımızı yaşamamızla olacağını belirten yazar bunu çeşitli ayet ve hadislerle desteklemiştir. İslam dini; insanları kamplara bölen, kabile, kavimler veya topluluklar arasında ırk temelli savaşlara neden olan milliyetçilik duygusunu “cahiliye asabiyeti” olarak isimlendirmiştir. Kan bağını, ırkçılığı esas alan, seküler ve laik söylemlerden ve ırkçılıktan beslenen milliyetçiliğin İslamiyet’le bir alakası olamaz. Müslümanlar bir siyasal güç olmasalar ve ümmet adı verilen bir birlik oluşturmasalar dahi İslam’a inanmak ve Müslümanca düşünmek ve yaşamakla mükellef olduğu uyarısı ile kitabı bitiren yazar konuyla ilgili güzel bir çalışma ortaya koymakta.

Kitap Haberleri

Norman Finkelstein’ın kaleminden Gazze direnişi
Ellinci yılında Filistin Şiiri antolojisi
Ümmetin gündemine katkı: Zeydîlikten Husîliğe Yemen
Filistin için kelimelerden bir anıt: Diken ve Karanfil
Orhan Alimoğlu’nun Gazze anıları