Türkiye’de siyasal düşüncenin din ile irtibatı üç olumsuz tavrı içinde barındırır. Bunlardan ikisi bizim mahallenin, siyasete din penceresinden bakan algı problemleriyken diğeri, karşı mahallenin, dine siyaset pencerisinden bakan dindışı yaklaşımlarıdır.
İnsanımızın büyük bir bölümü İslam’i değerlere karşı hassas olmakla birlikte, maalesef bu konudaki anlayışları arı, duru, saf bir düşünceden neşet etmiş değil! Dini anlama konusunda zihinlere milliyetçilik ve ırk temelli anlayışlar nüfuz etmiş vaziyette. Bunun gerekçesi; dünya egemen siyasetinin ulus mantığı ile toplumları ayrıştırma ve dini esasları seküler bir mantıkla devredışı bırakma çabalarıdır.
Ancak hamurunu İslam’dan alan bu coğrafyada, dinin tam anlamıyla devredışı bırakılmasının imkansızlığı, İslam’ı ekletik bir yapıya dönüştürme siyaseti ile değersizleştirme, aslından uzaklaştırma çabasına dönüşür.
Karşı mahallenin dindışı bir siyaset hatta yaşam tarzı dayatması ve bunun için her türlü yolu denemesi, yıllardır biriken bir toplumsal muhalefeti beraberinde getirir. Bizim mahalle olarak adlandırdığımız bu muhalefet düşe kalka, emekleyerek, bazen darbelerle sindirilerek ancak öyle ya da böyle ayakta kalarak bu günlere gelir. Yolculuğunda en büyük rehberi birebir yaşanmış pratikleridir. Bu süreçte yaşanan kırılma anları bizim mahallenin içerisinde iki olumsuz tavrı beraberinde getirir; muhafazakarlaşma ve eklemlenme!
İlki, zor zamanların içtihadı ile Rabbani metod-Nebevi usül gibi kavramları üretip, mücadele zeminini bu istikamette belirleyen ancak yaşanan hadiselere karşı takıntılı ve donuk kalarak muhafazakarlaşanlardır. Zamanı, mekanı, kompleks durumu dikkate almayarak gerçekçi bir tavır almayan, dönemin içtihadlarını dinde teşrii haline getirip kutsallaştıran, bu kutsallarının dışına çıkıldığı zaman ise saldırganlaşarak ötekileştirme yanlışına düşen, idealist iddiasında olup aslında sorumluluktan kaçan ve indirgemeci bir anlayışla İslam’ı belirli zamanlara hapsedenlerdir!
Diğer tavırsa, Batı’nın siyasal kavramlarını, kurumlarını, idare biçimlerini kabulde hoyratça davranıp, İslam’ın temel esaslarına taban tabana zıt birçok olguyu benimseyerek, bu değerleri geçerli ve mantıklı tek sistem olarak görenler olur. İslam’ın şura, istişare gibi temel esasları ile Batı’lı değerleri bağdaştırma çabasına giren, mevcut siyasal sisteme İslam’i bir renk katarak, sorunun çözülebileceği kolaycılığına düşen, anayasada ‘devletin dini’ ibaresi ile halkın ezici çoğunluğunun duygularını okşayarak bunun yeterli olacağını zanneden anlayıştır.
Halbuki İslam, bugünün toplumunu olduğu gibi kabul ederek ‘gerçekçi’, aynı toplumdan ideal bir ümmet oluşturma konusunda ise ‘gayeci’ bir dindir. İhtiyaç duyulan, zamanımızın pratik gereksinimlerini de göz önünde bulundurarak, İslam’ın toplumsal düzeninin, her çağın ve insan gelişiminin her aşamasının sorunlarına, geçerli çözümler ürettiğine dair inancımızı diri tutmaktır.
‘Allah’ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana Kitab’ı hak ile indirdik; hainlerden taraf olma!’ (Nisa 4/105)
Hedef ortadayken, İdeal İslam toplumuna ulaşarak, İslam’ın aydınlık yüzünü, tüm insanlığın kurtuluşu için ikame etme konusunda handikaplarımız var!
İslam’ın muhkem olmayan, üzerinde ittifak edilmemiş, anlamı kapalı, zamana ve şartlara göre değişebilen, bir dönemin içtihadı ile kural haline gelmiş literatürü, itikat esasları olarak dayatılır. Bunlar, ‘mutlak doğru’ kabul edilerek, insan düşüncesinin zaman ve mekana göre subjektif olduğu atlanarak muhafazakarlaşılır!
Eklemlenenler için konuşulan konular teorik bir söylemden öteye geçmez! Zamanımızın güç sahiplerine kompleksli bir tutum sergilenir. Güçlü teknoloji ve bilimsel gelişmeye karşı gereksiz hayranlık, dinin asıllarını da sorgulanır hale getirir. Ve dinin siyasetle kopmaz bir bağı olduğu gerçeğinin üzerinin örtülmesine sebep olur!..
Sonuçta asli ile tali olanın birbirine karışması, asli olandan vazgeçilip tali olanın tercih edilmesi ya da asli olanla birlikte tali olanın da değişmez sabiteler haline getirilmesi bizim handikaplarımız olur!...
Şeriata yüklenen ‘her türlü detayı barındırır’ yanlışı ise başka bir handikaptır! Oysa Şeriat hayatın bütün detaylarını geniş açıklamalarla çözüme bağlamaz. Allah’ın belirlediği hükümler ümmetin meşru sınırlarını çizer. Bunun dışında doğabilecek sorunları, zamanın ve şartların gereklerine göre, çözmeleri konusunda insanları sorumlu tutar. Buradaki imtihan Allah’ın hududullahına ne kadar dikkat edileceğidir.
Bunun yanında Şeriat, herhangi bir fakih ya da alimin subjektif içtihadına da dayanmaz! Asli olan nasslar, çatışan yorumlara sebep olmaz. Bu nasslar ‘mutlak anlamda’yoruma ihtiyaç duymaz. Kapalılığı olmayan, gayet açık lafızlardır. İçtihadi hükümlerin çoğu ise, zaman ve toplumsal gerçekliğin yansımasıdır. Zaman ve şartlar değiştiği vakit hüküm de değişebilir. Ebedi olarak değişmeyecek Şeriat’ın açık nass ve temelleri üzerinde yükselen içtihadımız, çağımızla ilgili ve değiştirilebilen bir malzeme olmaktan öteye gidemez.
Bu yüzden Kur’an genel ilkeler koyar. Zamanın getireceği değişimlere dokunmaz. İnsanlığın tüm zamanlarına hitap edecek konularda hüküm koyar. Bunun dışındaki alan ise, insanların tasarrufundadır.
Hızla değişen dünyada, karşı durulamayan değişime bizzat toplumumuz da maruz kalmakta. Değişim ve hareket kavramlarını birlikte anlamaya çalışırsak, hareketi yapacağımız yönü seçmemiz gerekiyor.Ya İslam’ın hareket alanında değişime rengimizi vereceğiz, ya da değişimin yıkıcı ve yıpratıcı girdabına kendimizi kaptıracağız. Başka bir yol iddiasında olan kardeşler varsa da onlar muhafaza ettikleri iddialarında samimi olmalılar!
Bu muhafazakar kardeşler; ‘Kur’an anayasamızın temel kaynağı olsun mu?’ sorusu sandığa götürülse, buna evet veya hayır diyenlere şirk yaftasını yapıştıracak kadar, sorumluluktan kaçan bir konuma evrildiler! Dayatan sorunlar karşısında çıkış yolu arayan ve içtihad ederek bunu deklare edenleri, küfürle itham etmekten başka bir sorumluluk da taşımıyorlar!
İşte değişken bir kuralı asıl hale getirme örneği; İslam’da asıl olan; ‘Müminlere, yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılar, zekatı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler.’ken (Hac 22/41) Bu iktidarın nasıl belirleneceği tali konusu, müslümanlar arasındaki nifak tohumlarının gerekçesi olmakta!
Hz.Muaz b.Cebel’in, Kur’an ve Sünnete göre hükmedeceğini gören kardeşler, sonrasındaki, ‘kendi içtihadımla’ cevabını nasıl anlıyorlar acaba? Yoksa Muaz kendi içtihadına göre hükmedince; ‘Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler...’ tehtidine maruz mu kalmaktaydı?
Yanılabilir, hata yapabiliriz ancak Allah biz kullarından iradelerimizle hareket etmemizi bekler. Bu irade, hem itaat hem de sorumluluk için harekete geçmelidir. Nasıl Muaz b Cebel yaptığı içtihad ile tüm çağlara değil, zamanının ve mekanının sorunlarına çözüm üretmişse, bizlerde zamanımızın sorunlarına çözüm üretmeliyiz. Bu örnekte asıl olan içtihad etmektir, tali olan ise yapılan içtihad! Dünün içtihadını teşrii konumuna getirenler, hem dündekilere hem de bugünün toplumuna haksızlık yapmaktalar ve ümmetin önünü tıkamaktan başka bir işe yaramamaktalar!
Bu yüzden;‘Allah, mutlaka emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmederken adaletle hükmetmenizi emreder.’ (Nisa 4/58) hükmü gereğince emanetlerimize sahip çıkacak ve ideal toplum hedefimiz için çabalarımızı sıklaştıracağız. Rabbim bu yolda; ‘ayaklarımızı sabit kılsın ve bizi sırat-i müstakim’den ayırmasın.’