“Bir eylem başka bir birey ya da topluma zarar verme durumunda özgürlük alanından çıkar, yasanın alanına girer” diyor Mill. Bu söylem doğru olsa da eksiktir. Çünkü insanın bireysel anlamda kendi irade bütünlüğüne zarar vermesi de, özgürlük adına kabul edilebilir bir durum değildir. Yasa, toplum sağlığı kadar bireylerin sağlığından da sorumludur.
Birçokları devletin, sadece insanların mutluluğu ve refahı için var olduğunu düşünüyor. Oysa devletin öncelikli amacı iyi yaşamdır. Birlikte yaşamanın imkânlarını sağlamaktır. Mutluluk ve refah olsa olsa bu amaçların sonuçları olabilir. Dolayısıyla birlikte yaşamanın asgari gereklerini yerine getiremeyen toplumların mutluluğu bir yanılgıdan öteye gitmeyecektir.
Tabi ki, acıyı yapay yollarla dindirmekte bir yöntemdir. Sebebine odaklanamadığınız ağrılarımızı güçlü bir ağrı kesici ile dindirmek durumunda olduğu gibi. Ancak bu yapay yolların sosyal afyon içiciliğinden başka bir şey olmadığını görmek gerekiyor. Toplumsal uyuşturucunun dozunu arttırmak olsa olsa doğan kötülüğü bastırıp büyütecektir. İzlenebilecek en doğru yol, uyuşturucudan kurtulma yolu ile aynıdır. Acı verici ama şifalı.
Ayyaşlığı önlemek amacıyla, Amerika Birleşik Devletleri1920’li yıllarda mayalı içkileri yasakladı. Çünkü içki toplumsal karışıklık yaratıyor, kişinin en başta gelen güvenlik hakkını yok ediyordu. Daha önemlisi toplumun karşılıklı yardımlaşma hakkını zaafa düşürüyor, ahlaksal ve düşünsel gelişimin doğal ortamını engelliyordu. Toplumun ortak yaşam kalitesini yükseltmek adına toplanan vergilerin, içki yüzünden oluşan sefaletin giderilmesi için kullanılması ise eşitlik hakkına zarar veriyordu. Evet, içkinin kanuni ticaret düzeni içerisinde önemli bir vergi kalemi olduğu yadsınamaz olsa da, ıslah amacıyla sonrasında yapılan kamu harcamaları hem içki kullanmayan vatandaşların hakkını gaspediyor, hem de astarı yüzünden pahalıya mal oluyordu.
Şimdi bu uygulamanın, herhangi bir otoritenin herkesi her bakımdan, “aynı yaşam tarzına” zorbaca zorlamak anlamına geldiğini söylemek ne kadar doğru? Bu uygulama kimilerine acı verse de şifalıdır. Çünkü ne sadece toplumu ne de bireyi amaç edinmez, ikisini de gözetir. Hem toplum sağlığına dönük, hem de bireyin kendine zarar vermesine dönük olumsuz eylemleri bertaraf etmek ister. Uzun soluklu olamamıştır o ayrı…
Bauman, modern iktidarı öncüllerinden ayıran özellikleri sıralarken; “Topluma yönelik yaklaşımın bekçi usulünden ‘Bahçıvan usulüne’ dönüştüğünü” söylüyor. Artık elinin altındakileri sürekli budayan, dalını budağını kesen iktidarlar var. Onlar “Ayrık otları”na yaşam hakkı tanımıyorlar. Kendi ideolojik menfaatleri dışında hiçbir toplumsal oluşuma tahammül edemiyorlar.
Bunun en önemli gerekçelerinden biri toplumsal refah kavramı olsa gerek. Bu refah, bir taraftan bireysel kazanç arayışının toplumsal bedelini ödemenin adı olurken, diğer taraftan insanların eylemlerini yönlendirme ya da yönlendirilmiş eylemlere sahip kimselerden güvenilmeyecek olanları kontrol altına almanın yolu oluyor.
Nassau W. Senior, Endüstiri Devriminin insanı için 1841 yılında; "Kamunun sağladığı tüm hayati gereksinimleri fazlasıyla sunan ancak öznel duygulara hitap etmeyen bir eve girmek için (…) arkadaşlarından ve uğraşlarından ayrı düşmüş monoton ve sıkıcı işgücüne tabi kalmıştır” diyor. Kamu işgücünün hayatta kalması için tüm gereksinimlerini karşılasa da Endüstiri Devrimine iştiyak sağlayan şey toplumsal refah kavramıdır.
Buradan hareketle, Birleşik Krallık 1942 yılında, William Beveridge aracılığı ile “Beveridge Raporu” adında bir belge yayınlar. Bu belge arzulanan refah devletinin bir yansımasıdır. Raporda mücadele edilmesi gereken beş önemli sorun belirlenir. Sefalet, cehalet, yoksulluk, tembellik ve hastalık...
Oldukça normal gibi gözüken ve toplumda eşitsizliği ortadan kaldırması beklenen bu rapor sonucu önemli bir sorun baş gösterir. Toplumsal yardımlaşma adaylarına sürekli olarak çocuk muamelesi yapılmaya başlanır. Dolayısıyla çocuk olarak görülen insanların; harcamaları, eşyaları, yiyecekleri, yaşam tarzları itina ile kontrol edilir. Zamanlı zamansız sağlık, temizlik, eğitim gibi konuların uzmanları ile habersizce, fütursuzca özellerine girilir. Sosyal güvenlik imkânları tam bir itirafla, yaşamlarının en özel yanlarını meraklı memurlara açmaları karşılığında sunulur. Nihayetinde yapılacak yardım, ihtiyaç sahiplerinin seçme hakkına hiç yer bırakmayan, yalnızca temel gereksinimlere izin veren bir seviyede tutulur. Çünkü yardım alıcısı başarısız bir vatandaşdır. Kendi özgürlüğünü kullanamayan, düşüncesiz ve tutumsuz bir kimsedir. Dolayısıyla onun eylemlerine güvenilmemelidir.
Raporun uygulayıcıları yardım kurallarını bu varsayımlarla belirler. Yardım alıcıları insiyatiften yoksun bırakılır. Özgür seçim hakları yoktur. Pasif ve işe yaramaz kalmaya zorlanır, halka tehdit ve büyük bir yük olarak sunulurlar. Bu “otlakçı ve parazitler” aleyhine yapılan propagandalarda, “Aciz alacaklılar tarafından sömürülüyor” oldukları vurgulanan vergi mükellefleri ile zenginler arasında doğal olarak belirgin bir birlik doğacaktır.
Modern siyasal düzende; “Çoğunluğun oy desteğine hâkim olan programlar kabul görecektir” anlayışı hepimizin bildiği bir olgu. Böyle olunca hükümetler, kaynakları onlara en çok ihtiyaç duyan ve hatta onlarsız yaşayamayan gruplara bile paylaştırmaktan çekinirler. Çünkü bu çoğunluğun, daha doğru bir ifadeyle hükümet olmalarına sebep olanların pek hoşuna gitmeyecek bir icraat olarak görülür.
Burada tek bir ihtimal var. O da, ihmal edilen grupların gerçekten kayda değer rahatsızlık verme gücü bu tercihte etkili olabilir. Ancak kitlesel propaganda araçlarını ellerinde bulunduranlar, yoksulların sesini duyulmaz hale getirip, rahatsızlık verme güçlerini gönül rahatlığı ile ihmal edilebilecek düzeyde tutabiliyorlar. Çünkü Weber’in “Demir kafesi”nde bahsettiği bürokrasinin memurları; görülmeden görüyor, konuşmadan duyulmayı bekliyor ancak yalnızca görülmeye ve duyulmaya değer bulduklarını görüp duyuyorlar. Dolayısıyla gerçek ihtiyaç ile heves, tutumluluk ile israf, mantık ile mantıksızlık, normal ile deli niteliklerini belirleme haklarını kendilerine saklıyorlar. Sonuç, yasayla belirlenen sosyal düzenlemeler ihtiyaç sahiplerini, çoğunlukla toplumun kölesi haline getirebiliyor.
Maalesef insanın değer anlayışının merkezinde yine kendi çıkarı var. Olumlu ya da olumsuz, iktidar ya da muhalefet ayrımı yapmadan uygulamaların bencilce salt siyasal ikbal uğruna yapıldığını görmek, sorumluluğu üstlenenler adına emanetin ne kadar değersiz olduğunu gösteriyor. Oysa herşeyi “İşiten ve gören” Rabbimiz; “Emanetleri ehline vermemizi ve insanlar arasında hükmederken, adaletle hükmetmemizi emrediyor.” Bizlere “En güzel şekilde öğüt veren” Rabbimizin sesine kulak vermeye ne zaman başlayacağız?