Yeni Şafak/ Taha Kılınç
Manzaranın fotoğrafı
Tunus’ta Zeynelabidin bin Ali’nin 2011’de devrilmesinden sonra düzenlenen ilk seçimlerde cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Muhammed Munsif Merzûkî (ismi, uluslararası literatürde “Mohamed Moncef Marzouki” biçimde yazılıyor), “Arap Baharı” adı verilen bölgesel türbülans sürecinin başlangıcında kaleme aldığı bir makalede, “devrimlerin değişmez kanunları” başlığı altında dört noktaya işaret etmiş: 1) Devrimlerin hedeflerine ulaşması çok uzun bir zaman alır, 2) Her bir devrimin, bir karşı-devrimi vardır, 3) Her devrimin bedeli ağırdır, 4) Devrimlerin meyvesini yiyenler, devrimciler değildir. Bu tezlerini Fransız Devrimi’nden günümüze dünyada yaşanan değişimlerden örnekler vererek temellendiren Merzûkî, şu cümleleri kurmuş:
“Devrimcilerin ardından fesatçıların dönemi, destanın ardından hayal kırıklığı devri gelir. Sidi Bûzid’in fakirleri fukaralıklarına geri dönerken, Kahire’nin Ölüler Şehri sakinleri mezarlıklarda hayatlarına devam ederler. Problemlerine köklü çözümler yoktur, ama gerçekleşebilecek ve gerçekleşemeyecek bolca vaatlerde bulunulur. Büyük ganimete konanlara gelince, onlar daha evvel istibdattan maddî bakımdan kabul edilebilir düzeyde nimetlenmiş olan, ama rejimin hürriyetleri bastırarak ve yolsuzluklarıyla hayatlarını zehirlediği burjuvazidir.
Mağlupların ve fakirlerin fedakârlığı sayesinde vatanın istibdattan kurtulmasıyla, bu burjuva, mevcut iktisadî ve toplumsal haklarına bir de evvelce kendilerine yasaklanmış siyasî hakları eklerken, fakir sınıflar bir de bakarlar ki yeni sahip oldukları siyasî hürriyetler ne karınlarını doyuruyor ne de kendilerini açlıktan kurtarıyor.”
Munsif Merzûkî’nin günümüzde Arap dünyasında yaşananların bire bir fotoğrafı mesabesindeki bu satırlarına, “Diktatörlük ile Devrim Arasında Arap Dünyasının Krizleri” kitabını (derleyen ve tercüme eden: Zahide Tuba Kor, Küre Yayınları, 2019) okurken rastladım. Kendisiyle yapılan röportajların ve yazılarının bir araya getirildiği kitapta, Merzûkî’nin, içinde yetiştiği ve yaşadığı dünyaya dair çarpıcı gözlemleri ve tespitleri yer alıyor. Mütercim Zahide Tuba Kor’un açıklayıcı dipnotları ve ilaveleri de, kitabı Türk okuyucu açısından çok daha anlaşılır hale getirmiş.
Merzûkî, -yine kitapta yer alan- 2009 tarihli bir başka makalesinde, “Arap dünyasını saran kara bulutlar”ı ele almış. Arap dünyasının içinden geçtiği kâbus sürecinin yedi kara bulutun bir araya toplanmasının bir sonucu olduğunu kaydeden Merzûkî, bunları şöyle sıralıyor: 1) Temiz su krizinin şiddetlenmesi, çölleşmenin hızlanması ve çevre kirliliği gibi alt bileşenleri bulunan çevresel tehlikenin artması, 2) Arap dünyasındaki emniyetsizlik halinin temel sebeplerinden biri olarak, devlet tehlikesinin artması, 3) Toplumsal kaos ve patlamaya yol açacak şekilde, düşük iktisadî büyüme tehlikesinin artması, 4) Yetersiz beslenme ve açlık tehlikesinin artması, 5) Sağlık şartlarının kötüleşme tehlikesi, 6) Kadınlar, çocuklar, engelliler ve mülteciler gibi zayıf grupların kırılganlığının artması, 7) İç savaş ve dış işgal tehlikesinin artması.
Bu satırların yazılmasından iki yıl sonra başlayan “Arap Baharı”nın, vurgulanan aksaklıkların toplamından oluşan çürümüş bir zemin üzerinde ilerlediğini söylemeye gerek yok. Ülkelerin içindeki hareketlenmeler, problemlerin dış aktörler tarafından istismar edilmesiyle rayından çıkarıldı ve bugünlere gelindi. “Arap Baharı”nı nasıl okuyor ve değerlendiriyor olursak olalım, yukarıda sıralanan hastalıkların varlığını ve toplumların bünyesine direkt tesirlerini inkâr etmek imkânsız.
***
İçinden geçtiğimiz sarsıntılı ve bol kayıplı süreci değerlendirirken, gündelik ve geçici ölçüler yerine, büyük ölçekli ve geniş ufuklu değerlendirmeler yapmak şart. Bunun için de, tarihî tecrübeyi merceğin odak noktasına koyan, toplumların iç yapısını derinlemesine bilen, dış müdahaleleri görmezden gelmeyen ama bu müdahalelerin toplumlarda hangi yolları kullanıp bünyeye dâhil olabildiğini fark eden ferasetli bir okumaya ihtiyacımız var. Bugün siyasetin ve tarihin başyapıtları olarak okuduğumuz, yazıldıkları zamandan günümüze yüzyıllar geçmiş bile olsa hâlâ faydalandığımız birçok eser, böyle bir ufku içerdiği için kıymetli.
Bu anlamda, bugünleri yazarken ve yorumlarken, “100 sene sonra bu yazılanlar okunsa, anlamlı olur mu?” sorusunun cevabını ihmal etmemek gerekiyor. Yazmaktan maksat, eğer insanlara hadiselerin arka planını ve içyüzünü aktarmak ise, pergelin hareketli ucunu mümkün mertebe geniş bir alana yaymak icap ediyor.
Bir yandan sıcak gelişmelere dâhil olunurken, diğer yandan kalıcı ve soğukkanlı bir metin ortaya koyabilmiş olmak zordur. Ancak -tıpkı Munsif Merzûkî gibi- Tunus doğumlu İbn Haldûn’un ünlü eseri Mukaddime, bu durumun -zorluğunun yanında- imkânsız olmadığını gösteren onlarca örnekten biri.
***
Eskiden hükümdarlar, kendi dönemlerindeki hadiselerin anlatımı için “vak’anüvisler” istihdam edermiş, malum. Bu kişiler hem hükümdarın her adımını kaydeder hem de o devirde yaşanan olayların “resmî” versiyonunu kaleme alırmış. Bugün, İslâm dünyasının düşünürlerinin, entelektüellerinin ve gazetecilerinin bu eylemin sivil ve tarafsız biçimini yerine getirmek gibi bir görevleri var. Ki, bundan 100 sene sonra bugünleri okuyacak olan gelecek nesillerimiz, birçok şeyi ilk ağızdan ve çarpıtmalardan uzak şekilde öğrenebilsin.
Bunu başarabilir miyiz? Boş polemiklerden yakayı sıyırabilirsek ve sorumluğumuzu fark edersek, neden olmasın…