Türkiye’nin Afrin’e yönelik başlattığı Zeytin Dalı askeri operasyonu/harekâtı hangi dost devletleri memnun etmiştir? Amerika’yı mı, Rusya’yı mı yoksa İran’ı mı? Bu memnuniyet sorusu/şüphesi ilk elde “kim(ler)den icazet alındı ve hangi tavizler karşılığında askeri operasyon izni çıktı?” bağlamında ısrarla gündemin ortasına sokuşturuluyor. Bu bağlamda uluslararası ilişkiler sahasında Türkiye için dikkate dahi alınamayacak kadar bir güçsüzlük, kronik bir edilgenlik ve ağır bir irade kusuru işaretleniyor.
Zeytin Dalı Harekâtı, Afrin’den başlamış olsa da Afrin’le sınırlı kalmaması gereken bir adım mesabesinde. Çünkü Türkiye-Suriye sınırında Afrin’in teşkil ettiği tehdit ve tehlike Münbiç’ten Kamışlı’ya kadar süren daha geniş ve derin hattın yanında kritik fakat epeyce küçük kalıyor. Fakat temel sıkıntı ve açmaz, meseleyi Amerika kontrolündeki bir Kürt koridoru olarak değerlendirmek kadar Esed rejimini ayakta tutmak üzere Rusya ve İran’ın bütün bir Suriye’yi işgal ettiği gerçeğinden koparmakla alakalıdır. Bu sebeple PKK/PYD üzerinden epeyce mesafe alan ‘tampon devlet’ tehdidi bölgenin tamamı için terör ve katliam üreten Esed rejimi tehdidine bağlı olarak tehdit ve yıkım üretebilir ancak. Hakikatte bugün öncelikli tehdit olarak algıladığımız sorun, Esed rejimi tarafından anlaşma yoluyla Suriye’nin kuzey bölgelerinden çekilerek oluşumuna start verilen PKK/PYD kantonlarının bir süre sonra Amerika’nın kontrolüne geçtiğidir. Bununla beraber Esed rejiminin bekası yolunda Rusya ve İran’ın yoğunlaşan askeri saldırıları sürdükçe Türkiye’nin hiçbir zaman güven ve huzura kavuşamayacağını göstermektedir.
Güvenlik Kuşağı Nereye Kurulur?
Operasyonun kapsamı ve süresine ilişkin Amerika’nın resmen ilan ettiği kaygı ve itirazları biliyoruz. Ancak Rusya ve İran’ın Zeytin Dalı’na ilişkin kaygıları hiç de Amerika’dan daha az değil. Çünkü Afrin kantonlaşma sürecinden beri Amerika’nın değil Rusya’nın kontrolündeydi. PKK/PYD bu yüzden, Türkiye’nin askeri harekâtına karşı çıkmadığı için Amerika’yı değil Rusya’yı anlaşmayı bozmakla suçluyor. Bu sebeple mevcut durum Rusya’nın icazetine değil mecburen geri adım atmasına bağlı olarak gelişti. Ancak Rusya’nın talep ve ısrarı bölgenin hiçbir surette El Bab ile birleştirilmemesi ve hızla Esed rejiminin kontrolüne terk edilmesi istikametinde. Bu taleplere bağlı olarak Rusya bir taraftan Soçi’ye davet edilecek örgütlerle alakalı yeni listeler dolaştırıyordu ortalıkta diğer taraftan da diplomatik platformlarda Afrin’den başka bölgelere askeri harekât yapılmayacağına dair Türkiye’den taahhüt alındığını ifade ediyordu. Rusya’nın her iki iddiası da Dışişleri Bakanlığı tarafından hızlıca yalanlandı; ne taahhüt verilmiştir ne de PKK/PYD’nin Soçi zirvesine katılmasına müsaade edilecektir.
İran’ın tutum ve söylemleri ise Rusya’dan daha ileri boyutlarda bir rahatsızlık ve kaygı içerisine düştüğünü gösteriyordu. İran Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Behram Kasımi “Merkezi hükümetin izni olmadan gerçekleşen müdahaleyi kınıyor ve yıkıcı sonuçlarına dikkat çekiyor”du. Bununla da kalmayıp iki tehdit savuruyordu Kasımi: “1- Operasyon hemen sonlansın ve 2- Suriye krizinde Türkiye’nin oynadığı rolü göz ardı edilemez.” Türkiye’de ne yazık ki öteden bu yana İran’ın bölgede oynadığı yıkıcı rol üzerine düşünüp taşınan, İran’ın bölgede hangi aktör ve söylemlerle nüfuzunu genişletip Amerika ve Rusya’ya zemin hazırladığını takip eden pek az gayret var. Oysa İran eşine çok nadiren rastlanır bir şeytanlık örneği sergileyerek İslam coğrafyasında çatışmaları ve yıkımı hızlandırıp derinleştirici roller oynamaktadır.
İkinci Adım, Üçüncü Adım
Bardağı taşıran son damla kabilindeki kırmızı kartlık faul ise 13 Aralık’ta resmi bir askeri sitede Amerika’nın Suriye’de 30 bin kişiden müteşekkil sınır güvenlik ordusu kuracağını ilan edişiydi elbette. Binlerce TIR ve askeri kargo uçaklarıyla Münbiç’ten Kamışlı’ya 13 askeri üs kurarak PKK/PYD marifetiyle Irak ve Afganistan’dan sonra Suriye’de de bir işgal bölgesi oluşturup ileri karakol kuran Amerika İslam coğrafyasının kalbine daha büyük bir hançer saplamaya girişmekte. Bu ileri karakol kime karşı kuruluyor? Biraz aykırı ve muhalif bakalım diye uğraşanlara bakarsak meselenin Türkiye’yle hiç alakası yok, kuruntu ve dedikodularla hareket ediliyormuş.
PKK/PYD’nin bölgedeki siyasal temsilcisi Suriye Demokratik Federasyonu Eş Başkanı Foza Yusuf’a göre “(Amerikalıların desteğiyle kurulan) yeni sınır gücü bizi Türkiye ve Suriye’den koruyacak.” Zaten “Amerikalı yetkililerle yapılan görüşmelerde bize Suriye’de bir siyasi çözüm bulununcaya kadar Suriye’den gitmeyeceklerini söylediler” diyor Foza Yusuf. Esed rejimiyle son yedi yıldır beraber çalışıp süreci birlikte organize ettikleri için geriye iki ihtimal kalıyor: Türkiye ve Suriye’deki İslami direniş unsurları. Tam da bu frekansa uygun bir söylemi YPG Komutanı Sipan Hemo şöyle teyit ediyor: “Amerika ve Rusya’nın izni olmadan Türkiye Afrin’e saldıramaz. Türkiye’nin Afrin’e saldırması halinde bu Amerika ve Rusya’nın kendi çıkarları için Kürtlerin kanı üzerinden pazarlık yaptıkları anlamına gelecektir.”
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ ve kimi ulusalcı-milliyetçi söylem sahiplerinin ‘Kürt koridoru’ gibi saptırıcı ve kışkırtıcı söylemlerini kınayıp reddetmesi son derece önemlidir. Daha ileri düzeyde ulusalcı ajitasyonları MHP lideri Devlet Bahçeli’nin “ya Afrin yıkılsın ya teröristler yakılsın” tarzı tahriklerinde görebiliyoruz. Kerkük’te birilerinin boğazına nasıl çöktüğünü gayet net gördüğümüz ülkücülerin, bozkurtların bugünlerde Afrin hatta Münbiç için sel gibi akmak üzere hazır beklediğine dair söylemler kurusıkı atışlar olmaktan öteye bir dizi sıkıntıları bünyesinde barındırmaktadır. Çünkü bu kural ve hakikat dışı güç gösterileri bir yönüyle hukuki meşruiyete gölge düşürücü diğer yönüyle de askeri kudretin zaafına işaret etmektedir en başta.
Terörle ve emperyalist planlarla mücadelenin asliyetine vurgu hukuken ve ahlaken hem bir sorumluluk hem de bir moral üstünlüktür. Kaldı ki Afrin’le birlikte Münbiç’in işaretlenmesi, Fırat’ın doğusuna batısına yönelik adım adım sinyaller verilmesi kısmi bir terörle mücadele operasyonunu oldukça aşan bir stratejik hesabın sonucudur. Bu stratejik hesabın bir dışavurumu olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan şöyle diyordu: “Türkiye’nin bu operasyonlardaki temel amacı, millî güvenliği yanında, Suriye’nin toprak bütünlüğü ile Suriye halkının can ve mal emniyetine de katkıda bulunmaktır.” İlaveten “Bütün mesele Afrin'i gerçek sahiplerine teslim etmek. Bizim topraklarımızdaki 3,5 milyon Suriyeli kardeşlerimizi kendi topraklarına bir an önce göndermek.” Çözüm Türkiye’ye saldırıları engellemekle eş zamanlı olarak Suriyeli muhacirlerin güvenli bir biçimde topraklarına dönüşünü temin edecek politikalar geliştirmek olduğu hakikatinden geçiyor.
Hassaten askeri operasyon sürecinde milliyetçi-ulusalcı söylem ve sembollerin öne çıkarılması yanlış ve zararlı olur, özenle kaçınılması gerekir. Ne Türkçü ne Kürtçü ne de Türk veya Kürt düşmanı ajitasyona müsaade edilmelidir. Suriye’den gelen tehdidin PKK/PYD ile birlikte Esed rejimi olduğu gündemden hiç düşürülmemelidir. Devamla bu iki terör oluşumunu destekleyen Amerika ve Rusya-İran devletlerinin bölgedeki yıkıcı faaliyetlerini bloke etmek üzere kapsamlı bir siyasal ve askeri konseptin yürürlüğe sokulması gerektiği aşikârdır.
Fırat Kalkanı’yla elde edilen kazanımı Zeytin Dalı’yla tahkim etmek için sadece El Bab ile Afrin ve Münbiç’i değil İdlip ve Halep’i de birleştirmenin imkânları zorlanmalıdır. Toprak bütünlüğü vurgusu kurtarılan hiçbir bölgenin Baas Rejimine devrine kapı aralanmamalıdır. Aksine Arap, Türkmen ve Kürt milyonlarca Suriyeli kardeşimizin kendi öz topraklarına dönüşünü hızlandıracak güvenli bölgeleri Türkiye kendi siyasal ve askeri kapasitesiyle inşa etmek üzere hareket etmelidir.
Yeni Akit