Kıymetli dostum Yıldıray Oğur, Mavi Marmara saldırısıyla ilgili bazı sorular sordu. Aslında bunlar, saldırının hemen ertesinde sorulmuş ve ilgililerce cevapları verilmiş sorulardı. Ama belki de bu vesileyle Mavi Marmara'nın anlamı üzerine bir kez daha düşünmemiz gerekiyordur. O yüzden, iyi niyetinden zerre kadar şüphe etmediğim Yıldıray'ın sorularını, iç muhasebesini o günlerde yapmış biri olarak cevaplamaya çalışacağım. Fakat önce temas etmek istediğim bir husus var.
Saldırı öncesinde İsrail, başından beri yola çıkmaması için tehdit ettiği filoya yönelik açıktan tehditler savurmaya başlamıştı. Yaptığı basın toplantısında Netanyahu "Gerekirse vururuz" demişti. Bu sırada Mavi Marmara'dakiler tam 6,5 saat boyunca dünyaya seslendi. Canlı yayında "Tehlike altındayız, bize saldıracaklar, yardım edin" dendi. Dünya kılını kıpırdatmadı.
Bu bağlamda, Mavi Marmara'daki "sivillerin öldürülmesi"ni bunca dert edenlere şunu sormak isterim: Sırf uluslararası bir hak olan seyrüsefer serbestisini kullanacağını duyurduğu için hükümeti sertleşmekle suçluyorsunuz ama o gün Türkiye'nin gemileri sivilleri korumak amacıyla Mavi Marmara'nın yardımına gelseydi ve ufukta bir savaş ihtimali belirseydi "hükümet iyi yaptı" der miydiniz?
Hülasa, dünya Mavi Marmara yolcularını, İsrail ile olan kaderine terk etti. "Kendimizle hesaplaşmak"tan bahsedilecekse işe buradan başlamakta fayda var. Yine de Yıldıray'ın soruları üzerinden iç muhasebemize başlayalım:
1. İsrail'in gaddarlığı ortada iken 19 yaşındaki Furkan Doğan'ın ve diğer öldürülen sivillerin askeri helikopterleri ve taarruz botlarıyla full silahlı İsrail askerlerinin indirme yaptığı bir yardım gemisinin güvertesinde ne işleri vardı?
İsrail, Mavi Marmara'nın anlamını çok önceden sezmişti. Ancak sırtını salt güce yaslamış her devlet gibi bu anlamı şiddetle boğacağı yanılgısına düştü; Mavi Marmara'ya dünyaya gözdağı vermeye geldi. Mavi Marmara yolcularıysa öldürmek için değil, gerekirse ölmek için yola çıkmıştı ve öyle de oldu. Gerek İHH yetkililerinin gerekse diğer yaşça büyük yoldaşlarının "Odanda kal, senin işin sesimizi dünyaya duyurmak" telkinlerine rağmen güverteye çıkan Furkan da bu uğurda şehit oldu...
Dediğim gibi İsrail, öyle ya da böyle, katliam peşindeydi. Bu yüzden elektronik karartma uygulayıp, gemidekilerin katliamı naklen yayınlamasına engel olmaya çalıştı. Bu yüzden en küçük bir uyarıda bulunmayıp, "teslim olun" çağrısı yapmadan gemiye ateş ederek baskın yaptı. Bu yüzden askerlerine herhangi bir zarar verecek mesafede olmayan, üstelik bir kısmı namaz kılan yolculara hücum botlarından hem plastik hem de gerçek mermilerle, el bombaları da kullanarak saldırdı. ("Göstere göstere" gelen İsrail askerlerine rağmen güvertede bulunanların 'güverteyi savunmayı' bırakın, güvertede huşu içinde namaz kılacak kadar "ölme ihtimali"ni kabullenmiş bir "mantık"la hareket ettiğini not edelim.) Bu yüzden daha İsrail askerleri gemiye ayak basmadan üç kişi gerçek mermilere hedef olarak şehit oldu. Yani illa bir "ev-gemi" analojisi yapacaksak, kendisine karşı abajuru kapıp mukavemet etmemizin "sorumsuzluk" sayıldığı İsrail askerlerinin, daha evimize girmeden dışarıdan ateş ederek üç yakınımızı öldürmüş olduğunu akılda tutmamız gerek.
2. Gemiye ilk inen üç İsrail askerini döve döve ele geçirip İsrail askerine en iyi bildikleri işi yapmaları yani gaddarca adam öldürmeleri için fırsat verenler bu ölümlerden hiç sorumlu değiller midir?
Bu sorudaki İsrail askerleri güvertedekileri öldürmeye çalışanlar, değil mi? Yolcuların, eli silahlı birisini çiçek vererek mi silahsızlandırması bekleniyordu acaba? Amerikan donanmasındaki görevinden istifa ederek barış aktivisti olan Ken O'Keffe'nin anlattığına göre, arkadaşlarıyla beraber İsrail askerlerinden ikisinin silahlarını aldıktan sonra -yani "küçük cihad"a Ken de dahilmiş!- biraz önce gemideki arkadaşlarını öldürmüş olabilecek bu yaralı askerleri içeri taşıyarak tedavi edilmelerini sağlamışlar. Buraya dikkat: İsrail askerlerinin saldırısı sonucu iç organları parçalanmış, uzuvları delik deşik olmuş arkadaşlarının "cansız bedenleri"nden iki metre ötede silahsızlandırılmış İsrail askerleri tedavi edilmiş. Birisi sorumluluk mu dedi?
3. Durum böyleyken göstere göstere gelen tam teşekküllü İsrail askerlerine karşı güverteyi savunmak, gemiyi teslim etmemek fikrinin mantıklı bir açıklaması var mıydı? Peki, 19 yaşında bir yardım gemisinde acımasız İsrail komandosunun karşısında yaralı halde yerde yatarken bıraktığımız Furkan Doğan'a karşı da mı dürüst olmayacağız?
İsrail askerleri katliam yapmaya gelmemiş olsaydı bile, Mavi Marmara yolcuları olası bir gemiye el koyma durumunu olabildiğince zorlaştırma kararı almıştı. Bunu mantıklı bulmayabilirsiniz, hakkınızdır. Ateş ve bombalar altında arkadaşlarınızın öldürüldüğünü görüp, ellerinizi başınızın arkasında birleştirip diz çökmemenin mantıksız olduğunu düşünebilirsiniz. Burada unutmamamız gereken, "kurban" olanların da olmayanların da sizin karşı çıktığınız türden bir mantıkla hareket ettiğidir. Bu yüzden yerli ya da yabancı hiçbir katılımcı Mavi Marmara veya İHH aleyhinde tek kelime etmedi. Bilakis, dünyaya bu yolculuk ve yol arkadaşlarından ötürü ne kadar onurlandığını anlattı. Dediğim gibi, Mavi Marmara yolcularını sizinle aynı mantığı paylaşmadıkları için suçlayabilirsiniz. Ancak bu suçlamayı İHH'yı Mavi Marmara'nın diğer yolcularından veya Furkan Doğan'ı Ken O'Keffe'den ayırarak yapamazsınız. Furkan Doğan'a karşı dürüst olmak bunu gerektirir; yani en başta kendine karşı dürüst olmayı ve kendi mantığına uymuyor diye başkalarını suçlu ilan etmemeyi...
Evet, lazerli keskin nişancı tüfeklerine süpürge sopalarıyla karşılık vermenin mantıklı olmadığını düşünebilirsiniz. Peki, 12 yıl içinde bir milyon Filistinli'nin öldürülmüş olması mantıklı mıdır? Ya dünyanın buna seyirci kalması mantıklı mıdır? Kabul etmek gerekir ki, dünyanın gözünü Gazze'deki katliama çeviren Mavi Marmara kadar etkili hiçbir şey olmamıştır. Ve bu tesiri mezkûr "mantıksızlık"tan başka hiçbir şeye borçlu değiliz. Şahsen ben de Mavi Marmara'ya kadar seküler-liberal rasyonalite içinden dünyevî hayatı öncelemeyerek bir ideale sahip çıkılabileceğini düşünmezdim ama bu kanaatimi Mavi Marmara'da yaşananlara dindar-dinsiz herkesin sahip çıkıyor olması değiştirdi. Demek ki, seküler veya dindar, başka bir "mantık" mümkünmüş...
4. " O dokuz ambulans sessizce havalimanını terk ederken geminin organizatörlerinin neredeyse Gazze Fatihi muzaffer bir komutan gibi coşkulu kitleyi selamlamasını da, "Bu arkadaşlarımız şehit oldular ama Gazze Ablukası'nı da bitirdiler" pragmatizmini de unutamıyorum."
Cenazeler ambulanslarla arkadan çıkarılmasa ve kalabalığın önüne getirilse bu o cenazelere ve cenazeleri olduğunu dahi havaalanına geldiklerinde öğrenen ailelere karşı bir saygısızlık olmayacak mıydı? Kamuoyu önündeki hiçbir kişi ve kurum eleştiriden münezzeh değildir elbette. Ancak bence eleştirilerin muhatabı olan İHH yetkililerinin 'şov'dan ne kadar uzak bir tevazuyla hareket ettiğini, yolcuları karşılayan kalabalığın içinde bizzat bulunan Yıldıray'ın izlenimlerinden öğrenmek en iyisi:
Yarım saat sonra herkesin en çok görmek istediği kişi olan Bülent Yıldırım kalabalığa seslenmek üzere otobüsün üstüne çıkıyor. Bir anda otobüsün üstünden peşpeşe bayraklar sallandırılmaya başlanıyor. Yeşil bayraklar değil bunlar. Önce burada toplanan kalabalığın "100 yıl önceki hin planları" yüzünden pek de hoşlanmadığı Britanya'nın bayrağı, ardından bir Belçika bayrağı... Gemideki Yunanlıların, İngilizlerin cesaretini övmeye başlıyor Yıldırım. En çok da hemen yanındaki İngiliz kadın aktiviste övgüler yağdırıyor (...) İngiliz kadının bu cesareti kalabalıkça alkış ve tekbir sesleriyle karşılanıyor. Tuhaf bir an. Az önce "Muhammet'in ordusu kâfirlerin korkusu "diye bağıran kalabalığı uyarıyor. "Hayır" diyor "Kâfirlerin değil zalimlerin korkusu. Çünkü bizim gemimizde Hıristiyanlar, Yahudiler ve ateistler de vardı. Onlar bir an olsun geri adım atmadı." (...) Daha büyük bir filo kuracak İHH. Bunun için Avrupa'daki STK'larla daha geniş ve güçlü bir koalisyon kuracak. Gazze kapısı bir kez açıldı. İnsanlık oradan içeri girecek...
Yıldıray'ın söylediği gibi, Mavi Marmara Gazze kapısını araladı ve oradan insanlığın girmesine vesile oldu. Bunu söylemek neden geçen yıl pragmatizm olmuyordu da şimdi pragmatizm oluyor, bilmiyorum. Bildiğim, Mübarek rejimini bile Refah kapısını açmaya zorlayan bir sürecin ucunun Kahire'deki İsrail Büyükelçiliği'nin işgal edilmesine kadar vardığı bir zamanda, o kapının açılmasında küçümsenemeyecek paya sahip olan bir kuruluşun bundan daha hakkaniyetli bir yaklaşımı hak ettiğidir. En azından, Habur'dan giren PKK'lıları silahlarını bırakmalarından dolayı, savaşın zulmünün biteceği umudundan dolayı sevinçle karşılayanları 'şov' yapmakla itham eden milliyetçilerden daha farklı bir bakışı hak ettikleri kesin...
YENİ ŞAFAK