İslami hareket üzerine kaleme aldığı bazı kitapları Türkçeye de çevrilen İbrahim M. Abu Rabi hakkında Zaman gazetesinin bugünkü nüshasında Prof. Dr. İbrahim Özdemir bir yazı yazdı. İşte o yazı:
Bir dostun ardından: İbrahim M. Abu-Rabi
Prof. Dr. İbrahim ÖZDEMİR
İbrahim Abu-Rabi, arkadaşım, dostum ve hocamdı. Bir dost meclisinde onu andıktan ve alıntı yaptıktan hemen sonra vefat haberini aldım. Cahit Sıtkı'nın haklılığı bir kez daha tescillendi.
Ölümün ne zaman, nerde ve nasıl geleceğini bilmiyoruz. Bundan olsa gerek, zamansız gelen vefatlar hepimizi sarsıyor. İbrahim'in vefat haberi de öyle oldu. Sadece beni değil Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, kısaca tüm dostlarını sarstı. Erken gittiğinde hemfikiriz.
İbrahim'i 1998'in güzel bir Mayıs günü tanıdım. Harvard Üniversitesi'nde misafir öğretim üyesi olarak bulunduğum sırada, Hartford bölgesindeki üniversitelerde Türkiye'den öğrenciler beni davet etmişlerdi.
Boston'dan Hartford'a giderken, adeta kıştan sonra yeniden dirilmiş, daha doğrusu hayatın ve yeşilliğin fışkırdığı bir okyanus içerisinden geçiyorduk. Tüm bu güzellikler içerisinde âdeta akıp giderken, Amerika'da Müslümanların ve Müslüman öğrencilerin sorunlarını ve durumunu konuştuk. Daha sonra bu sohbete diğer arkadaşlarla kahvaltımızı yaparken devam ettik. "Burada Müslüman akademisyen var mı?" sorum üzerine, arkadaşlar kendilerine yardımcı olan Filistin asıllı bir hocadan sitayişle bahsettiler: "Nerede görse bizlere sahip çıkıyor; evine davet ediyor. Burada herkes onu tanır."
Bunun üzerine "Haydi ziyaret edelim." dediğimde kimsede telefonunun olmadığı anlaşıldı. Hartford Seminary'ye gitmeyi teklif ettim. Arkadaşlar itiraz ettiler. "Bugün pazar, kimse olmaz." dediler.
"Olsun. Biz görevimizi yapalım. Ayrıca Hartford Seminary önemli bir ilim merkezi, dışarıdan da olsa görmek isterim." deyince, yola koyulduk.
Hartford Seminary'nin bembeyaz binası gerçekten kapalıydı. Bir şey soracak bir bekçi bile yoktu. Yoldan geçen insanlar ise kiliseye gidiyordu. Bahçesinde gezinirken, Seminary'ye ait bir binadan birinin koltuğunun altında bir kitapla çıktığını gördük. Hemen yaklaştık ve "İbrahim Abu-Rabi'yi arıyoruz." dedik. "Arkadaşımdır. İsterseniz evine telefon edebilirim." dedi. Arkadaşlar taaccüp ve tereddüt etse de kendi adıma çok sevindim. Arkadaşlar haklı olarak, bu günün pazar olduğunu, Amerikalı Müslümanların bile pazar günleri rahatsız edilmeyi sevmediklerini söylediler. Ama bu zatla tanışmaya kararlıydım ve şansımı deneyecektim.
Telefonda öğretim üyesi olduğumu ve kendisi ile tanışmak istediğim söyledim: "Pazar günü olduğunu biliyorum. Ancak buraya gelmişken sizlerle görüşmek, tanışmak ve istifade etmek isterim. Âdetimdir, gittiğim her yerde Müslüman bilim insanlarını ziyaret ederim."
İbrahim tereddütsüz teklifimizi kabul etti. "Orada bekleyin, geliyorum." dedi.
10-15 dakika sonra geldi. Bir ömür boyu sürecek dostluğumuz da böylece bir pazar günü başladı.
İbrahim, en büyük özelliklerinden biri olan cömertliğini hemen o gün gösterdi. Beni ve arkadaşlarımı yemeğe davet etti. Daha sonra da, onlardan müsaade isteyerek, baş başa hem gezdik, hem konuştuk. Daha rahat konuşmak için göl kenarındaki güzel bir yere gittik. Türkiye'den gelmiş biri için gerçekten cennet gibi bir yerdi.
Hartford'da kaldığım daha sonraki yıllarda, İbrahim'in buraya sık sık geldiğini gördüm. Kendileri ile kaldığım sürede çoğu kez birlikte geliyorduk. Günün sonunda İbrahim'le birbirimizi sevmiştik. Akşam beni arkadaşlarıma teslim etmeden, daha sonra Türkçeye tercüme edilmesinde az da olsa tuzumun olduğu "İslamî Hareketin Entelektüel Kökenleri" kitabını imzalayıp hediye etti.
Hemen o akşam okumaya başladım. Kitabın adı ile muhtevası arasında uyumsuzluk vardı. Kitap İslamî hareketi sadece Arap dünyasından hareketle ele alıyor ve Türkiye'ye yer vermiyordu. Bu garibime gitmişti.
Bu fikrimi kendisine yazmaya karar verdim: "Kitabın çok iyi ama eksik. Türkiye'deki İslamî hareket yok: Said Nursi, M. Zahit Kotku, Süleyman Hilmi Tunahan ve hatta Fethullah Gülen. Hiçbiri yok. Yoksa siz İslamî hareket deyince sadece 'siyasî' nitelikte olanları mı anlıyorsunuz? Eğer öyle ise, Türkiye'deki İslamî hareketler anlaşılamaz."
İbrahim'in ne kadar ciddi bir ilim adamı olduğunu o zaman anladım. Eleştirilerime büyük ölçüde katıldığını, daha doğrusu Türkiye'yi iyi bilmediğini büyük bir tevazu ile anlattı. İşte dostluğumuzun önemli bir dönemeci de böylece başladı. Ben İbrahim'in Türkiye'yi ve Türkiye'deki İslami hareketleri anlamasına yardımcı olacaktım. Bu görevimi de yansız bir şekilde yapmaya çalıştım.
Daha sonraki yıllarda İbrahim beni çeşitli vesilelerle Amerika'ya davet etti. Hartford Seminary'de misafir öğretim üyesi olarak ders vermemde öncülük etti.
İbrahim için "hocam" demiştim. Doğrudur. Farklı bir ortamda ders vermek ve başarılı olmak kolay değil. İbrahim'in derslerini izledim. Onunla birçok konferans, seminer ve panele katıldım. Onu yakından izlemeye çalıştım. İngilizcesine Amerikalılar bile hayran kalırdı. Filistinli olması sebebiyle Amerika'da kendisini ispat edebilmek için onlardan daha iyi İngilizce öğrenmişti. The Muslim World'un editörlüğüne getirilmesinde bunun da etkisi vardı.
İngilizcem konusunda, özellikle de akademik yazı yazmam konusunda bizzat bana ders verdi. Bununla da yetinmedi. Civardaki üniversitelerde bu konuda verilen dersleri izlememi sağladı.
Bununla de yetinmedi. Evini bana açtı. Kendileri ile kalmamı teklif etti. Önce tereddüt ettim; ısrar edince kabul ettim. Altı ay birlikte kaldık. Arkadaşlığımız, kardeşliğe dönüştü. Ailenin bir ferdi olmuştum.
Bu süreçte, İbrahim'i, ailesini ve dostlarını yakından tanıdım. Her kesimden dostları vardı: Yahudi, Hıristiyan, Hindu, Budist, Şinto ve hatta tanrıçalara inananlar. Bunlardan Bayan Vicky ile yaptığım konuşmalarda, Amerikan toplumunun düşünce dünyasını ve çoğulcu yapısını anlamam mümkün oldu.
Müslüman dünyasının neredeyse tüm renkleri ile de yine İbrahim vasıtasıyla tanıştım. Radikal gruplardan tasavvuf ehline kadar hepsine evini açıyordu. Evi bazen uluslararası bir misafirhane gibiydi. Ancak tüm bu farklı renkleri, kendi eleştirel bakış açısı ve kendine has "şakacı" bazen de iğneleyici yönüyle kucaklıyordu.
Ancak İbrahim'in Türkiye ve Türklere çok farklı bir ilgisi vardı. "Büyükannem Osmanlı! Dedem Sarıkamış Harbi'nden Filistin'e dönerken tanışmış ve evlenmiş. Onun için ben de Osmanlı sayılırım." demeyi çok severdi. En büyük arzularından birisi Türkçeyi öğrenmek ve Türkçe literatürü takip etmekti.
"TÖMER"e gitmelisin" deyince tereddütsüz kabul etti. Evini bana bırakıp, hanımıyla birlikte İstanbul'a geldi. Üsküdar'da bir ev tuttu. Bu kursu sağlayan Faris Kaya ile dostluğu ömür boyu devam etti. Çok sevdiği ve son yıllarda neredeyse tüm enerjisi ile dünyaya tanıtmaya çalıştığı Said Nursi ve Risale-i Nur camiasını bu süreçte daha yakından tanıdı. Risale-i Nur merkezli tüm oluşum ve renkleri yakından tanımasının kendisini daha da zenginleştireceğini söylediğimde aynen katıldığını söyledi.
İstanbul'da iken, Bediüzzaman Said Nursi'yi yakından tanıyanlarla bizzat görüştü; sorular sordu ve notlar aldı. Amerika'ya dönünce en büyük arzusunun Hocaefendi'yi ziyaret etmek ve yakından tanımak olduğunu söyledi. Bu talebi iletildiği sıralarda Hocaefendi'nin sağlığı uygun değildi. Ancak bu görüşme daha sonra gerçekleşti. İbrahim çok mutluydu. "Yaşayan bir Müslüman lideri daha yakından tanıdım. Şimdi onu daha iyi anlıyorum" diye bana telefonda söylemişti. Arap dünyasındaki İslamî hareketin Hocaefendi'nin tecrübe ve birikiminden öğreneceği çok şey olduğunu düşünüyordu.
Türkiye'yi, Türkiye'deki İslamî hareketi, Müslüman entelektüelleri tanıma, İbrahim'in daha sonraki tüm çalışmalarına yansıdı. Bunun en güzel göstergesi ise baş editörü olduğu dünyaca ünlü The Muslim World dergisi idi. Bir zamanlar misyonerlerin ve oryantalistlerin en büyük yayın organı olan dergi, onun editörlüğünde sayfalarını Müslümanlara açmıştı. İbrahim'in katkısı ile dergide makalesi yayımlanan Müslüman bilim insanlarının sayısı sürekli artıyordu.
Bununla da yetinmedi İbrahim. Türkiye'deki İslamî hareket ve din anlayışının daha iyi anlaşılması için özel sayılar yayınladı: Bediüzzaman Said Nursi, Fethullah Gülen, Diyanet İşelri Başkanlığı gibi konularda özel sayılar yayınlandı. 1911 yılından bu yana kesintisiz yayınlanan; başta Amerika'daki üniversite ve kütüphaneler olmak üzere, Batı dünyasının yakından takip ettiği The Muslim World'un bu yayınları doğal olarak büyük kesimlere ulaştı. Bu süreçte İbrahim'in oynadığı role ve yaptığı katkıya bizzat tanık oldum. Derginin "Müslümanların eline geçtiğini" söyleyen bazı yayın kurulu üyelerini nasıl ikna ettiğini; Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında bilgi temelli bir işbirliğinin zaruretini anlatışını hâlâ hatırlarım.
Burada İbrahim'in özellikle Nur cemaatine yakın duruşundaki; adeta onların her davetini yerine getirmesindeki sırdan bahsetmek isterim. Öncelikle şunu ifade edeyim: Bu ilişkinin maddî boyutuna şahit olmadım. İbrahim bu davetlerden hiçbir ücret ve menfaat beklemiyordu. Ancak en önemli etken Said Nursi'nin kişiliği ve hayat hikâyesi idi. Merhum Üstad'ın adanmışlığı, ihlası, takvası ve müspet iman hizmeti eksenindeki mücadelesi herkes gibi onu da etkilemişti.
Üstad'ı tanıdıkça "İslam'a adanmış ve bu uğurda her meşakkate katlanmış; ancak onun davasını ve mirasını sürdürecek bir ailesi ve çocukları yok. Hepimiz onun manevî çocuklarıyız. Üstad'ın davasına sahip çıkmamız lazım." diyordu. Hele hele Üstad'ın gurbet hayatı, sürgünü ve bu süreçte gurbet üzerine yaptığı tespit ve yorumlar onu çok etkiliyordu. Memleketi İsrail tarafından işgal edilen; akrabalarının bir kısmının ise hâlâ mülteci kamplarında yaşadığı bir Filistinli için bu gurbet kavramı çok şey ifade ediyordu.
Dahası 25 yıldır içerisinde yaşadığı ve hatta vatandaşı olduğu kapitalist Amerikan toplumunda gurbeti ta ciğerlerinde hissettiğini söylemişti. Bir sempozyumda bunu tebliğ olarak da sundu.
İşe tüm bunlardan dolayı, İbrahim, Said Nursi'nin davasına ve kitaplarına sahip çıktı. Batı dünyasında bu konuda çeşitli kitaplar yayımlanmasında başta editörlük olmak üzere üzerine düşen her şeyi yaptı. Dünyanın her köşesinde bu konuda gelen davetlere icabet etti. Tıpkı rahmetli Malcolm X gibi elinde çantası memleket memleket gezdi; dünyanın en prestijli üniversitelerinde ders ve konferanslar verdi. Bu konuda gelen hiçbir daveti geri çevirmedi.
Evet, İbrahim bizlere veda bile edemedi. Yine "hizmet eksenli" bir yolculuk için Amman'da iken bir otel odasında ruhunu Rahman'a teslim etti. Yalnız ve tek başına! Vefat haberini onu çok seven Faris Hoca verdi.
Vefatından sonra eşi Fatma'ya birkaç gün ulaşamadım. Kanada'dan yollara düşmüştü. Kendisine ulaştığımda kelimelerin bittiğini gördük. Bir mü'minin bir mü'mine hatırlatacağı ayet ve hadisleri tekrarladım. O sürekli olarak kelime-i tevhidi tekrarlıyordu. Bu mübarek kelimelerin Fatma'nın ruhundaki ayrılık ve hicran ateşini bir nebze söndürdüğüne bizzat tanık oldum.
Bu arada bana İbrahim'in son zamanlarda sık sık, "Emekli olup İstanbul'a yerleşiriz. Ahir ömrümüzde İstanbul'da huzur içerisinde yaşarız. Hem orada dostlarımız da bol." dediğini nakletti.
İbrahim bugün çok sevdiği ve bir ömür boyu hasret yaşadığı Filistin topraklarına kavuşuyor; ana vatanında defnediliyor. Dünyanın her yerinden ve her dinden dost ve arkadaşlarının duaları onunla. Allah rahmet etsin!
ZAMAN
İbrahim M. Ebu Rabi ile Haksöz dergisinin 2000 yılında gerçekleştirdiği röportaj