İbn-i Hâldun ve mâhut devlet krizi

Süleyman Seyfi Öğün

Türkiye'de son günlerde yaşanan tırmanarak devam eden krizi pek çok yazar bir devlet krizi olarak değerlendiriyor. Bu değerlendirmeye bir kaç hususu teslim ettikten sonra îtirazım yok. Ortada elbette bir kriz var. Üstelik bu kriz devlet düzeyinde yaşanıyor. Ama bu salt bir devlet krizi değildir. Çünkü devlet katlarındaki krizler, çoğu kez daha derinlerdeki; özellikle de modern dünyâda 'toplumsal' olarak tanıdığımız krizlerin bir dramatik boyutlarını, ya da evrelerini ifâde eder. Hele hele sözkonusu kriz Türkiye gibi, bugünün 'yarı-merkez' ülkeler coğrafyasına mensup; bununla da kalmayıp kadim dünyânın geleneklerini şu ya da bu biçimde devam ettiren bir ülkede tezâhür ettiyse...

***

Kanaatimce İbn-i Hâldun modern dünyâda teorik anlamda haksızlığa uğramış katkısı teslim edilmemiş düşünürlerin başında gelir. İbn-i Hâldun'un Mukaddime'si olmasaydı, ne Durkheim, ne de Tönnies sosyolojisi, ne de modern târih bilimi mümkün olabilirdi. Muhtemelen Müslüman oluşu, kibirli Batı sosyal-târihsel düşünüşünün kurucu babalarını tereddüde düşürmüş olsa gerekir. (Aristo ya da Eflâtun'u şerh edersen mesele yok. Ama orijinallik nasıl olur da bir Müslüman tarafından başarılır?). Ne denirse densin net bir durum var: Modern târih ve sosyoloji düşüncesi önemli bir kısmıyla dipnotu çoğu kez verilmemiş bir İbn-i Hâldun tefsiridir. Bu da çoğu kez, İbn-i Hâldun'un Mukaddime'sinde kurmuş olduğu bâzı bağları analitik hale getirmekten ibârettir.

Bunu teslim ettikten sonra devam edelim. İbn-i Hâldun, târihin çevrimsel hareketini belli güçler ile açıklamaktaydı. Bu bakış, yerleşik, kurumsallaşmış güçlerin; bir düzeyde rehâvet ve yozlaşmayla sona eren dünyâsı; yâni 'umran' ile; dışarıdan gelen, çoğu kez de göçebe, kurumsallaşmamış ama diri kabile bağlarına sahip 'asabiye' güçleri arasındaki çevrimsel geçişleri anlatır.

Umran uygarlığı târihsel 'doymuşluğu' ve çürümeyi; asabiye ise 'açlığı' ve diriliği anlatır. Keskin gözlemlere ve kapsayıcı bir soyutlama kaabiliyetine sahip bu Mağripli Müslüman düşünür, çevrimsel kadim târihi anlayabileceğimiz bir kavrayış sunuyor bizlere. Ama İbn-i Hâldun'u sâdece kadim târihleri anlamak için değil, modern târihleri de çözmek için başvurabiliriz. Bu ancak, Mukaddime'nin yorumunu analitik değil, diyalektik düzeyde yapmakla mümkündür. İşin aslının da bu olduğunu düşünüyorum.

Kabûl etmek gerekir ki, Modern Batı siyâseti, olgun düzeyleri îtibârıyla, siyâsal iktidâr ilişkilerini 'açlık' ve 'doymuşluk' hislerinin tetiklediği reflekslerin dışına çıkardı. Bu elbette ki dünyânın arta kalan kısmının yağmalanmasıyla sağlandı. Yâni, merkez dünyâ'yı oluşturan Batı, dünyânın artığını gasp ederek bu birikimi ve avantajı sağladı. Sözkonusu târihsel avantajını kullanarak ve de kendi istikrârı açısından Batı; siyâseti açlık-doymuşluk, ya da sahip olmak –yoksun bırakılmak gibi trajik gerilimlerin dışına çıkarabildi. Bu aslında siyâsetin içindeki göçebeliği, yâni asabiyeyi de sona erdirmek anlamına gelir. Sistem içi siyâset yapma gelenekleri, hukuklu siyâsetler buna işaret ediyor. Elbette ki Batı'nın hukuklu demokratik ilişkilerin hangi kriz eşiklerine ulaşıncaya kadar dayanabileceğini bilmiyoruz. Ama II.Genel Savaş sonrası, özellikle de 1970'lerdeki Avrokomünist dönüşümden bu yana, Batı istikrarını muhafaza edebiliyor.

Türkiye'deki krizin bir devlet krizi gibi trajik varoluşsal bir düzeye ulaşması umran-asabiye ilişkilerinin özel bir türünün siyâsete sirâyet etmesiyle alâkalı gözüküyor. Modern umran dünyâsı hayli dişli, dirençli çıktı. On yıllar boyu cumhurunun ne olduğu belli olmayan bir cumhuriyeti şöyle böyle sürdürdüler. Modern siyâsal oligarklar, bir noktadan îtibâren, cumhursuz bir cumhuriyeti taşıyamadılar. 1990'lardaki çürümüşlük ve iflâs oligarşinin direncini kırdı. Yoksun bırakılanlar (asabiye) 2000'li yıllarda merkeze olan yürüyüşünü tamamlayarak iktidâra geldi. Bu, asabiyeye özgü diri bir inanç kardeşliği ve dayanışması üzerinden oldu. Ama müesses nizâma taşınan asabiyenin, asabiye olma özelliklerini ilânihâye devam ettirmesini beklememek gerekiyor. Elbette yıpranacak ve bir evrede başka bir asabiye dalgası tarafından iktidârdan edilecektir. Kurallı bir geçişle sağlandıktan sonra nispeten mesele yoktur. Ama tuhaf olan, sürecin dışarıdan değil içeriden başlaması, yâni 'umranın içindeki asabiyenin' devreye girmesidir. Paralel devlet olarak algılanan, siyâseti bütün kurumlarıyla felç etmeye başlayan ve yapılamaz hâle getiren durum aslında budur. İbn-i Hâldun'un diyalektik okuması da bunu gördüğümüz noktada başlıyor: Umranın içindeki asabiye ve asabiyenin içindeki umranı görmek...

YENİ ŞAFAK