İbn Haldun'un tarihe yaklaşım metodu ve Mukaddime

Yusuf Sami Kamadan, Mukaddime eseri üzerine kapsamlı bir yazı kaleme almış.

Yusuf Sami Kamadan / Mecra

İbn Haldun'un Mukaddimesi'ne dair

"Bu eserde umranın ve medenileşmenin hallerini, zatî arazlardan olmak üzere insan topluluklarına arız olan hususları açıkladım. Bu açıklamalar, olan şeylerin illet ve sebeplerini anlama konusunda sana faydalı olacak, devlet sahiplerinin ve hükümdarların, devlete açılan kapıdan nasıl girdiklerini sana tarif edecektir. Hatta bu sayede taklitten el çekecek, senden önceki ve sonraki nesillerin, hâdiselerin durumlarına vâkıf olacaksın." 

Mukaddime'den

Mukaddime'de tarih ilmi

İbn Haldun’un muhteşem eseri Mukaddime belki de en güzel tavsîfini Cemil Meriç’te bulur: “Bazen revak saraydan daha muhteşem. İbn Haldun'un Mukaddimesi gibi” Günümüzde değerlendirmeye tutulduğunda içerisinde pek çok ilimle alakalı mevzu içeren, pek çok ilmî disiplinin sahasına giren Mukaddime her şeyden önce şüphesiz tarihte bir usûl koyma iddiasını taşır.

İbn Haldun’a göre sıradan, hatta gaflet içerisindeki kişilerin bile öğrenmek için heveslendikleri tarih ilmi aslında hiç de basit bir ilim değildir, anlaşılması derin bir vukûfiyet ister. Öyle ki bu ilmin sahip olduğu değer kendisinin hikemî ilimlerden sayılmasını da zorunlu kılar.

Kendi dönemine kadar gelen tarihçilik literatür müktesebâtına vâkıf olduğu anlaşılan İbn Haldun, bu tarihçileri tenkîd etmekten de geri kalmaz. İslam tarihinde büyük tarihçilerin varlığını inkar etmemekle birlikte özellikle bu büyük tarihçilerden sonra gelen ve bunları asalak tarihçiler olarak tavsîf eden İbn Haldun, belli bir tarih usûlüne sahip olmadıkları için gelen haberlerin yalan yanlış pek çok rivayetler harmanlandığını ifade eder.

İbn Haldun’un isimlerinden bahsettiği; Hz. Adem’den başlayarak tarihî olayları naklettiği “es-Sîretü’n-nebeviyye” adlı eseriyle İbn İshak, “Tarihü’l-ümem ve’l-mülk”in sahibi Taberî, Taberî’ye de kaynaklık eden Seyf b. Ömer Esedî, İbn Kelbî muteber tarihçilerdir. Fakat yine kendilerinden sitâyişle bahsettiği “Kitâbu’l-megâzî”, “Kitâbu’r-ridde”, “Fütûhu’ş-şâm” adlı eserleriyle Vakıdî ile meşhur “Mürûcu’z-zeheb”in sahibi Mesûdî’de tenkid edilesi çok sayıda nokta olduğunu da ekler.

İslam tarihçiliğinde problemler

Geniş bir tarih dilimi ile yine geniş bir coğrafyayı kapsayan eserlerin kaleme alındığı umûmî tarih anlayışı, zamanla kendisini bir devlet veya bir şehir üzerine yoğunlaştırdığı, çok daha husûsî tarih yazımına bırakır. Mesela Endülüs Emevî Devleti’nin tarihçiliğini yapan Ebû Hayyân ile Kayrevân tarihçisi İbn Refîk’in misal olarak olarak gösterilebileceği İslam tarihçiliğinde bu, yeni bir dönem olarak karşımıza çıkar.

İbn Haldun’a göre İslam tarihçiliğinde asıl problemler de işte burada başlar. Sonra gelen kimi tarihçilerin öncekilerin mukallidi olduğunu söyleyen İbn Haldun onlar hakkında “budala” ve “ahmak” kelimelerini kullanmaktan da çekinmez.

İbn Haldun’a göre tarihçinin vazifelerinden biri de kendi döneminin şahitliğini yapmaktır.

Daha öncekiler bunu yapmış olmalarına rağmen sonra gelen bu tarihçiler işin içinden çıkamadıkları için kendi dönemleriyle alakalı bir birikim ortaya koymamış, bunun yerine kendilerinden önceki tarihçilerin naklettikleri bilgileri nakledegelmekten başka bir şey yapmamışlardır. İlk problem budur.

Ayrıca kendilerine gelen rivayetleri herhangi bir süzgece tabi tutmayıp eserlerini doğru olmayan nakillerle dolduran bu tarihçiler, bunun dışında mesela bir devletle alakalı aktardıkları bilgiler arasında bir devletin kuruluş, yükseliş veya yıkılışıyla alakalı sebep ve netice irtibatı kurmaktan da acizdirler. Dolayısıyla bu eserlerden bir şey öğrenmek için okuyan kişiler aradıklarını bulamazlar.

İbn Haldun bahsedilen bütün bu meselelerin Mukaddime’de yer aldığını açıkça ifade eder. İbn Haldun ayrıca bu tarihçilerden sonra gelen farklı bir tarih yazım anlayışının da olduğunu ifade eder ki buna göre bu eserler öylesine kısadırlar ki bunlardan istifade edebilmek mümkün değildir. Bu grup tarihçilere İbn Reşîk’i ve onun kitabı olan “Mîzânu’l-amel”i gösteren İbn Haldun, bu usulü takip eden tarihçileri açıkça ihmalkâr olarak adlandırır.

Mukaddime’nin Süleymaniye Kütüphanesi Esad Efendi Koleksiyonu’nda yer alan Pîrîzâde tercümesine ait Türkçe yazma nüshasından örnek sayfalar.
Tarihçilerin eserlerini gözden geçirip, dünü ve bugünü derinlemesine incelemekle, zekanın gözünü gaflet ve uyku dalgınlığından uyandırdım, eser yazmaya heveslendim. Bir müflis olduğum halde ilim sermayesine en güzel tarzda talip oldum, neticede tarihe dair bir kitap vücuda getirdim.

Kitâbu’l-iber

İbn Haldun bilindiği gibi Mukaddime’yi “Kitâbu’l-iber” olarak bilinen, tam adıyla “Kitâbu’l-iber ve dîvânü’l-mübtedei ve’l-haber fî eyyâmi’l-Arab ve’l-Acem ve’l-Berber ve men âserahüm min zevi’s-sultâni’l-ekber” adlı eserinin adı üstünde mukaddimesi amacıyla kaleme alır.

Kitabın adından da anlaşılacağı ve İbn Haldun’un da ifade ettiği gibi eser aslında bir Mağrip bölgesinin tarihidir. Kitap, bu coğrafyanın yerleşik kavmi olan Araplar ile Berberîler, bunların bu coğrafyada kurdukları devletleri, tarihleri ile mevcut durumlarını, devlet adamlarını, ve bu devletlerin başka bölgelerdeki çağdaşlarını izah etme amacını taşımakla birlikte İbn Haldun’un ilerleyen yıllarda hayatında meydana gelen önemli değişiklikler bu kitabın ilgi sahasını da büyük oranda genişletir.

Yukarıda da bahsettiğimiz gibi İbn Haldun bunu her ne kadar “Kitâbu’l-iber”in mukaddimesi olarak yazmış olsa da, eserin gördüğü ilgi “Kitâbu’l-iber”i gölgeleyerek bunun müstakil bir eser olarak değerlendirilmesini sağlar.

  • Eserini mümkün olduğunca basit ifadelerle yazdığını ifade eden İbn Haldun, elde edilmesi güç kimi bilgileri de kolaylaştırarak okuyucunun ilgisine sunduğunu söyler.

Eseriyle açıkça iddia sahibi olmakla birlikte çağlar boyunca gelip geçmiş dehâlar arasında -muhtemelen hürmeten- eksikliğini itiraf eden İbn Haldun, eserinde eksiklikler olabileceği ihtimalini de atlamaz. O, kendisinden daha da geniş ilim müktesebâtına sahip kişilerin olabileceğinden bahsederken, bu kişilerden eserine hoş görü ile değil tenkid gözü ile bakmalarını, bu kişilerin gördükleri hataları ıslah ederek kendisini de mazur görmelerini isteyecek kadar da açık sözlüdür.

Tarihçilikte yapılan hatalar

İbn Haldun’a göre tarihçilikte yapılan hataların başında gelen nakillerin herhangi bir değerlendirilmeye tutulmadan alınması gelir. Tabi bu hataya düşenler sadece tarihçiler de değildir. Müfessirler de aynı hatayı yapmışlardır. Ona göre bu haberlerin bir usûle göre değerlendirilmesi kaçınılmazdır. Mesela Mesûdî ve diğer pek çok tarihçinin nakletmiş olduğu İsrailoğulları’nın ordularıyla alakalı haberi ele alan İbn Haldun, bunu ciddi bir şekilde masaya yatırır.

Bu nakile göre Hz. Musa İsrailoğulları’ndan gücü silah taşımaya yetenlere orduya katılmaları için izin verir, Tih Çölü’nde toplanmış olan askerleri saydığı zaman da bu sayının 600 bin olduğunu tespit eder. İbn Haldun bu rivayeti pek çok noktadan değerlendirmeye tabi tutar.

İlk olarak bir kere 600 bin kişi olduğu iddia edilen bu ordunun içerisinde bulunduğu coğrafyanın bu sayıyı kaldırabilmesi, onları besleyip, barındırabilmesi mümkün değildir. Aynı şekilde o coğrafyada devâsâ bu ordunun manevra yapamayacak olması da bunun doğru olmadığının bir diğer işaretidir. O dönem böylesi bir ordunun savaş düzeni almasının imkansızlığından başka, sevk edilmesi de bir başka meseledir.

İbn Haldun’un, tarih usulünün bir özeti olarak Mukaddime’de de ifade ettiği gibi “suyun suya benzemesinden daha çok geçmiş geleceğe ve şimdiki zamana benzer”. İbn Haldun bu sözüyle aslında geçmişte olan ne varsa günümüzde olanın da ondan farklı olmayacağını ifade etmek ister. Dolayısıyla şimdi ne oluyorsa aslında geçmişte olan da bundan farklı değildir. Ona göre bu rivayeti kendi dönemini ölçü alarak değerlendirmesi bile bunu çürütmeye yeter.

  • Ayrıca bu sayının 600 bin olması da mümkün değildir. Zira Hz. Yakup’un çocukları Mısır’daki Hz. Yusuf’a geldiklerinde sayıları rivayete göre sadece 70’tir. Bunların bu tarihten Hz. Musa ile beraber gitmeleri arasında geçen zaman zarfı ise İbn Haldun’un ifade ettiği şekliyle 220 yıldır.

Bu zaman zarfında, üstelik Mısır’daki firavunların idaresi altında kalan bu kişilerin sayılarının 600 bine varması ise kabul edilmesi mümkün olmayan bir durumdur. Yani bu durum nüfus artışıyla alakalı kaidelere de açıkça aykırıdır. Tabi buna bakarak İbn Haldun’un mucize cinsinden olağanüstü olayları reddetmediği, bunları da akıl süzgecinden geçirerek tarihini bu şekilde inşa etmediğini de ikna etmediğini ifade etmek gerekir. İbn Haldun mucizelerin varlığını kabul ederken, bunları umûmî içtimâî kâidelerden ayırır.

Yukarıdaki rivayetle alakalı İbn Haldun’un getirdiği bir diğer delil de şudur: Perslilerin kurdukları devlet İsrailoğullarınınkinden çok daha güçlüdür. Meşhur Buhtunnasr’ın onları yenerek Kudüs’ü ele geçirmesi bunu açıkça gösterir. Ayrıca onların hakim oldukları topraklar İsrailoğullarınınkinden çok daha geniştir. Durumun böyle bile olmasına rağmen Pers orduları hiçbir zaman böylesi bir sayıya ulaşamamışlardır. Yukarıda kendisinden bahsettiğimiz Seyf b. Ömer Esedî’nin rivayetine göre İranlıların toplamış oldukları orduların en büyükleri Kadisiye’de İslam ordularının karşısına çıkardıkları ordudur ve bunun sayısı da 120 bindir.

İbn Haldun'un tarihe yaklaşım metodu

Burada da görüldüğü üzere İbn Haldun aslında hadisçilerin “cerh ve ta’dil”i gibi, hatta daha da ayrıntılısını tarihî bir nakile uygular. Meseleyi coğrâfî, tarihî, iktisâdî, biyolojik ve askerî bakımdan detaylıca ele alır.

Bunların başında hiç şüphesiz gelen rivayetin aklî kıstaslar içinde olması gelir. Tabi tarihî rivayetlere böyle bir usûlle yaklaşan İbn Haldun, mantıkla izah edilemeyen dînî rivayetler için aynı usûlü kullanmaz. Bunu yapmamasının arkasında yatan sebebin kendisine gelmesi muhtemel saldırılardan korunmak istemesi olduğunu söylemek İbn Haldun’u anlamamak demektir. Yeri geldiğinde sivri dilini kullanmaktan çekinmediği açıkça görülen İbn Haldun’un dînî rivayetler konusunda bu usulü kullanmaması aslında onun haddini aşmayan biri olduğunu gösterir.

Kurân-ı Kerîm’de de akılla izah edilmesi mümkün olmayan kimi ayetler vardır. Böylesi bir girişim işi altından kalkılamaz hale getireceğinde şüphe yoktur. Hem mesele sadece hadisler için söz konusu olsa bile bunu ihtisas sahibi kişilerin yapması çok daha yerinde olacaktır ki zaten hadis ilmindeki mevcut usûlle bu fazlasıyla yapılagemiştir.

Mukaddime’nin Süleymaniye Kütüphanesi Esad Efendi Koleksiyonu’nda yer alan Arapça yazma nüshasından örnek sayfalar.
Sana anlatılanlara güvenme, verilen haberler üzerinde düşün, bu haberleri sıhhatli kanunlarla ölç biç ki, onları en güzel şekilde teşhis etmiş olasın, doğruya ileten Allah’tır.

Nakillerin doğru değerlendirilmesiyle alakalı başka misaller de getiren İbn Haldun, Abbâsîler döneminde Harun Reşîd tarafından Bermekîler’in tasfiye edilmesi mevzusuna da değinir.

Uydurma rivayete göre Harun Reşîdkız kardeşi ve baş veziri Cafer Bermekî ile aynı ortamda içki meclisi yapar, buna olan düşkünlüğü dolayısıyla bu ikisinin cinsî münasebette bulunmaması şartıyla nikah yapmalarına izin verir. Fakat Abbase’nin Cafer’e olan aşkı bir hile düzenlemesine ve nihâî olarak da Cafer’in kendisiyle cinsî münasebette bulunmasına yol açar. Abbase hamile kalır. Yaşananlar Harun Reşîd’in kulağına gidince bu onun çok ağırına gider ve devlet kademesine kök salmış Bermekîler’i yok etmeye girişir.

İbn Haldun’a göre durum asla böyle değildir. Öncelikle o bunu Abbase’nin şerefli nesebi ve asla dil uzatılmayacak tertemiz iffeti ile reddeder. Hem devlet kademesinde ne kadar yükselmiş olursa olsun, ataları böylesine büyük olan Harun Reşid gibi bir kişinin Acem azatlılarından böyle birini kendisine enişte yapması İbn Haldun için mümkün değildir. O, insafla bakan hiçbir kimsenin, kendi döneminde bulunan büyük bir hükümdarın Abbase gibi bir kızının, bu uydurma örnekte olduğu gibi bir azatlı ile bu şekilde temas kurulmasını mümkün göremeyeceğini kabul eder.

Uydurma rivayete göre içki içerek zaten haram işlemekte olan Harun Reşîd’in bir kadın ile bir erkeğin aynı ortamda olmasından kaynaklanan şer’î mahzurdan rahatsızlık duyması ve bunu ortadan kaldırmak istemesi rivayetteki mantıksızlığı başta belli eder bir kere.

Halbuki Harun Reşîd’in Bermekîler’i cezalandırmasının sebebi İbn Haldun’un da ifade ettiği şekliyle iktisâdî ve siyâsîdir.

  • Durum, Harun Reşîd’in ciddi bir tasfiye faaliyetine girişmeden önce öyle bir hadde gelir ki devlet neredeyse Bermekîler’in tekeline geçer, toplanan vergi ve hazineler yine onların kontrolünde bir durum arzeder.

Prof. Süleyman Uludağ tarafından yayına hazırlanan Mukaddime tercümesinin kapağı.

Bahsedilen bu uydurma rivayetle alakalı Harun Reşîd’in içki içmesi meselesine de değinen İbn Haldun, bu uydurma rivayeti buradan da tenkide tabi tutar. Hilâfet makamının gerektirdiği şeyleri hakkıyla îfâ eden, ulemâ ile evliyaya mülâkî olan; Fudayl b. İyaz, İbn Semmâk, Umarî ile konuşan, Süfyân es-Sevrî gibi biriyle mektuplaşan, bunların nasihatleriyle ağlayan, ibadetlerine böylesine düşkün olduğunu bildiğimiz bir kişinin içki içmek gibi böyle bir adi bir işle itham etmek olacak iş midir hiç?

Bu önemli usûl aslında Osmanlı tarihi içerisinde kimi rivayetlerle içki içmekle itham edilen kimi sultanlar için de İbn Haldun’a referans verilerek kullanılabilecek bir usûldür. Kelle koltukta fetihten fetihe koşan, camiler medreselerle şehirler ihyâ eden, ulemayı el üstünde tutan bir sultana böylesi bir amel yakıştırılacak iş midir? Velev ki rivayet bile olsa..

İbn Haldun doğru anlaşılamadı mı?

İbn Haldun’un kendisinden önce yaşamış birinin meziyetinden bahsederken o kişinin selefe yakın olmasına temas ederek, kaynağa yakın olan suyun o kadar berrak olması gibi bir çağrışımda bulunması, aslında kendisinin geleneğe bağlılığını gösteren önemli bir detaydır. O yapılan kimi yanlış okumalar gibi gelen mevcut birikimle mücadele eden biri değildir asla.

Hatta İbn Haldun’u kimileri öyle yanlış anlamışlardır ki, bu, onun laik olduğunu söylemeye varacak kadar gitmiştir. İbn Haldun’da devlet otoritesi fikri kaçınılmaz olmakla birlikte o, otoritenin nübüvvetin aklî delillerinden biri olduğu iddiasını kabul etmez.

 

İbn Haldun otorite için nübüvvetin şart olmadığını, nübüvvetten nasibi olmayan ama düzen içerisinde yaşayan milletlerden getirdiği misallerle bu tezi çürütür.

İbn Haldun burada tabi ki şeriatın gereksizliğinden değil, bir devlet kurmak için dinin şart olmadığını ifade etmek eder. Fakat bu söylemi yanlış bir şekilde kendisinin laik olarak addedilmesine, daha doğru bir tabirle kimilerince kalkan olarak kullanılmasına yol açar.

Tunus’un laik lideri Habib Burgiba’nın İbn Haldun heykeli yaptırması şüphesiz onu, kendisinin mübeşşiri olarak görmesi sebebiyledir. Mevzu İbn Haldun’u yanlış anlamaya gelmişken eklemekte fayda vardır.

Kendi fikirlerinin meşruiyetini temin etmek amacıyla İbn Haldun’u da “Darwinist” olarak tavsif edenler de yok değildir. Açıkça söylemek gerekirse İbn Haldun’un birinci kitabın altıncı mukaddemesinde temas ettiği durum her ne kadar kendisini bir evrimci olarak gösterse de bunu böyle cımbızla çekip almak kendisinin görüşlerini daraltmak ve dolayısıyla anlamamak sonucunu ortaya çıkaracaktır. Kaldı ki bütünü anlatmak için İbn Haldun’un temas etmemesi düşünülemeyecek olan bu mesele kendisinden evvel de gerek İslam düşünürleri gerekse de Aristo gibi kişilerde benzer şekillerde görülür.

Mukaddime’nin Süleymaniye Kütüphanesi Hacı Mahmud Efendi Koleksiyonu’nda yer alan Pîrîzâde tercümesine ait Türkçe yazma nüshasından örnek sayfalar.

İbn Haldun’a göre yanlış haberlerin nakiller arasına karışması sadece bu işi yapanların gaflet veya mübalağalarından kaynaklanmaz. Ona göre bu tarz uydurma haberler doğrudan kimilerinin ahlâkî zaafı dolayısıyladır.

Bir gece Bağdat sokaklarında dolaşırken Halîfe Me’mun’un bir evden sarkıtılmış bir zenbille karşılaşması ve buna tutunarak yukarıya çıkması, orada karşılaştığı bir güzelle kendisinin sabaha kadar içki içtiği yönündeki rivayet İbn Haldun’da kimi rivayetçilerin harama olan düşkünlüklerinden başka bir şeyle izah edilemez. Kendileri her ne kadar bu tarzı belli bir zümreyi kendilerine örnek aldıkları yönünde aklamaya çalışsalar da İbn Haldun için bu geçerli bir mazeret sayılmaz. Ona göre iyi ve erdemli olan örnek alınmalıdır. Özellikle kendisinin verdiği hayatından bir misal bu durumu daha da net anlaşılır kılar.

  • Hükümdarın oğullarından müziğe düşkün biriyle karşılaşan İbn Haldun, bu işin kendisine yakışmadığını söyleyince, karşısındaki Halîfe Mehdî’nin oğlu İbrahim’in, müzikte döneminin en büyük ismi olduğunu söyler.

Bunun karşısında hiddetlendiği belli olan İbn Haldun “sen o kişinin kendisini değil, babasını ve kardeşini örnek al” diye cevap verir. İlginçtir, yukarıdaki Halîfe Me’mun’la alakalı haberi de değerlendirmeye tutan İbn Haldun, böyle bir durumun dini bütün halîfe için söz konusu olamayacağını söyler.

Dikkat çekici bir nokta da bu nakli tahlil ederken Halîfe Me’mun’un sokak aralarında gezme, gece dışarıya çıkma ve gece sohbetlerine düşkün olmak gibi tam tabiriyle “günahkar ve züppelere ait haller”in bu kişiden uzak olduğunu ifade etmesidir. Mesela Ebussuûd Efendi’nin kahve aleyhine verdiği fetvanın îzâhında bunun fasıklara ait bir amel olmasını göstermesi aradaki benzerliği göstermesi bakımından ilginçtir.

Uydurma rivayetlerin sebeplerinden bir diğeri de hiç şüphesiz siyâsî propagandadır. Hz. Peygamber’in soyundan geliyor olma iddiasını taşımak, maddî bir kuvvetin manevî bir kuvvetle de desteklenmesi bakımından bir devlet için -en azından geçtiğimiz asırlarda- hiç şüphesiz çok önemlidir.

Abbâsîler’in artık güçten düştüğü bir dönemde bu iddia ile tarih sahnesine çıkan Fatımîler, İbn Haldun’a göre kendilerinin bu gücünü kıracak bir propaganda ile karşılaşırlar. Öyle ki iş hadis uydurmaya kadar varır. Tabi bundaki sebep Abbâsî halîfelerine yaranma amacıdır.

İbn Haldun, Fatımîler’in Ehl-i Beyt soyundan geldiği tezini, eğer iddialarında böylesi kuvvetli bir kesinlik eğer olmamış olsaydı kendisine tabi olanları tutamazdı şeklinde açıklar. Zira Karmatîler de benzer bir iddiada bulunmuş ama iddialarının gerçek olmaması zamanla anlaşılınca da etrafında kimse kalmamıştır.

Mukaddime’de dediği gibi “hakîkatin kudretine mukâvemet edilemez”. Tabi İbn Haldun Fatımîler’in kurucusu Ubeydullâh el-Mehdî’nin kabile asabiyetini de göz ardı etmez. Buradaki durum Fatımîler’in savunması değildir. O bir gerçeğe işaret etmeye çalışıyordur.

Propagandaya uyan kimi büyük alimlerin durumu karşısında da şaşkınlığını gizlemeyen İbn Haldun, meşhur kelam alimi Bâkıllânî’nin bu propagandaya nasıl olur da kendisini kaptırdığını hayretle sorar.

Fatımîler’in Ehl-i Beyt soyundan geldiğini söylediği için kimi İslam aliminin tenkidine maruz kalan İbn Haldun, devlet erkinin bu tarz propaganda faaliyetlerine girişmesinin kendi yapısı için büyük bir zarar doğuracağını da ifade eder. Zira bu işe bizzat müdahalede bulunan devlet, kadıları aracılığıyla Fatımîler’in Ehl-i Beyt soyundan gelmediklerini tescil ettirir, dönemin ulemasının önce gelenleri de buna şahitlik yapar. Tarihçiler de herhangi bir tenkid süzgecinden geçirmeden bunu naklettiklerinde durum iyice karışık bir duruma gelir. Mağrip’te kurulan İdrisîler’in nesebiyle alakalı uydurulanlar da aynı şekilde buna benzer. Yapılagelen propaganda dolayısıyla İdrisîler’in nesebine saldıran bir kişinin iftiralarını bizzat dinlediğini söyleyen İbn Haldun, Mukaddime’de bu mevzuyla alakalı da uzunca izahat verir.

18. yüzyılda Şeyhülislâm Pîrîzâde Mehmed Sâhib Efendi tarafından tercümesine başlanılan ve Ahmed Cevdet Paşa tarafından tamamlanan Mukaddime’nin Türkiye Yazma Eserler Kurumu tarafından sadeleştirme yapılmaksızın orijinal dili ile yapılan baskısının kapağı.

Bilindiği gibi Türkçe’ye hatta kendi dilinden ilk defa başka bir dile Şeyhülislâm Pîrîzâde Mehmed SâhibEfendi tarafından tercüme edilen MukaddimeOsmanlı ulemâsı ve özellikle devlet ricâli tarafından ciddi bir ilgiyle okunur. Bugün Türkiye’de bulunan yazma eser kütüphanelerindeki bu eserin yazmalarındaki zenginlik bunu teyid eder. Böylesi bir ilginin sebebi kuvvetle muhtemel Osmanlı’daki uygulamaların izahını ve daha açık tabiriyle meşruiyet kaynağını Mukaddime’de buluyor olması dolayısıyladır.

İbn Haldun’un “nesepleri konusunda kişilerin kendi beyanlarını kabul ve tasdik esastır” der. Buna delil teşkil etmesi bakımından da Becile kabilesinin reisi olmak için Arfece ve Cerir’in Hz. Ömer’in huzurundaki çekişmesini misal gösterir. Arfece aslında Ezd kabilesindendir ama Becile kabile içinde yaşamış ve bu insanlarla kaynaşmıştır. Yani İbn Haldun’a göre farklı milletten olan bir kişi farklı bir millet içerisinde kaynaşırsa bu ikinci milleten sayılmaya hak kazanır der. Osmanlı döneminde bu bir sorun değildir şüphesiz ama günümüzün tartışmalı konularından biri olan devletteki Türk olmayan unsurların varlığı cevabını Mukaddime’de net bir şekilde bulur.

Aslında günümüz için de çok sayıda istifade edilesi bilgiler vardır Mukaddime’de. Mesela İbn Haldun Mukaddime’deki kısımların sıralamasını izah ederken maişet bahsini ilim bahsinden evvele aldığını söyler, çünkü maişet zarûrî ve tabîîdir, ilim ise lükstür. Ona göre tabîî olan kemâlî olandan evvel gelir.

Örneğin, günümüze baktığımızda çok büyük paralar harcanarak her ilçeye yapılan kültür ve sanat merkezlerinin rağbet görmemesinin ve burada yapılan yatırımların çöpe gitmesinin sebebi, zaruret içerisinde bulunan insanlardan kemâliyât beklemekten başka nedir ki?

İbn Haldun’u doğru anlamak doğru bir sistem kurmak için bundan dolayı önemlidir. Bu arada şunu da ilave etmek gerekir ki İbn Haldun’un yaşadığı dönem henüz Osmanlı’nın bir süper güç olarak boy gösterdiği bir dönem olmamakla birlikte kendisi Osmanlı’dan haberdardır. Fakat İbn Haldun’un bir yerde Osmanoğlu ile Orhan Gazi’yi kastetmesine bakılırsa Osmanlı hakkındaki bilgilerinin çok da güncel olmadığı anlaşılır. Aynı şekilde o bir başka yerde de Bursa’nın Osmanlı başkenti olduğunu söyler ki bu da epey eski bir bilgidir. Zira İbn Haldun Mukaddime’yi yazmaya başladığı tarihte başşehir çoktan Edirne olmuştur. Tabi bunun dışında İbn Haldun’un Türkler’e dair olan bilgisi bundan daha da köklüdür. Türklerin yaşadıkları bölgeleri Mukaddimesi’nde izah eden İbn HaldunOğuz kelimesinin de aslında Hûz kelimesinden geldiğini ancak Araplar tarafından Oğuz şeklinde telaffuz edilmek suretiyle bu haliyle anıldığını belirtir.

Tabi Mukaddime’yi meydana çıkartan altyapı, İbn Haldun’un ilmî birikiminden ziyade devlet adamlığı tecrübesidir. Bu sıfatıyla pek çok şeye şahit olan İbn Haldun, gördükleri, yaşadıkları, ilmî birikimi ve tecrübeleri ile Mukaddime’yi meydana getirir.

Tarih ilmiyle uğraşan kişinin ona göre siyasetin kaidelerive varlıkların tabiatlarını bilmesi kaçınılmazdır. Tarihçilik ciddi derinlik isteyen bir iştir. İhtisas sahibi olarak tarihçilik yapan Taberî, Buhârî ve İbn İshak gibi isimlerin bu işi hakkıyla yaptığını söyleyen İbn Haldun, sonraları usûl, yöntem bilmeyen kişilerin tarihle uğraşmalarının bu ilmi de karaladığını ve tarihle uğraşmanın cahillik olarak anlaşıldığı bir duruma gelindiğini ifade eder.

Yukarıda da değindiğimiz gibi İbn Haldun’a göre tarihçinin vazifelerinden biri de kendi döneminin şahitliğini yapmaktır. Yaşanılan dönemin gelecek nesillere aktarılması tarihçinin omuzundadır. Ona göre Mes’ûdî bu görevi başarılı bir şekilde yerine getirmiştir. Kendisi de bu vazifeyi yerine getirmek amacıyla eserini kaleme aldığını söyler. Zira bölgede ciddi değişiklikler olmuş, özellikle 14. yüzyılda büyük bir coğrafyayı kasıp kavuran veba bu coğrafyanın temelinden sarsılmasına yol açmıştır.

Mukaddime’nin Süleymaniye Kütüphanesi Hekimoğlu Koleksiyonu’nda yer alan Pîrîzâde tercümesine ait Türkçe yazma nüshasından örnek sayfalar.

Titiz bir şekilde hazırlandığında şüphe olmayan Mukaddime’nin döneminin kimi yanlış bilgilerini ihtivâ ediyor olması da şaşılacak bir şey değildir. Mesela İbn Haldun bir yerde balıkların denizden çıktıktan sonra ölmelerinin sebebini deniz dışındaki havanın denize nazaran daha da sıcak olmasıyla izah eder. Balıkların solungaçları vesilesiyle hava aldıkları, sudan çıktıktan sonra solungaçlarını kullanamadıkları için, denize rağmen çok daha fazla oksijen olmasına rağmen öldükleri bilgisi o dönemin şartları içinde belli ki henüz bilinemiyordu.

Mesela yine bölgeler bahsinde güneyde yaşayan insanların neden siyah, kuzeyde yaşayanların ise neden beyaz oldukları sorusuna da bir cevap getirmeye çalışan İbn Haldun burada da doğru olmayan kimi bilgiler verir. İbn Haldun’a göre güney kutbunda yer alan insanlar kısaca aşırı sıcak dolayısıyla, kuzey kutbundaki insanlar ise aşırı soğuk dolayısıyla beyaz kalırlar. Gözlerinin mavi renkte olması da bunun bir neticesidir. Öyle ki kuzeyde yaşayan bir insan güneyde yaşamaya başlasa siyahlaşmaya başlaması İbn Haldun’a göre kaçınılmazdır.

Tabi bu bilgilerin kendisine kadar gelen mevcut birikim olduğu kabul edilebilir. İbn Sînâ’nın da siyahlık ve beyazlığı bu şekilde açıkladığını unutmamak gerekir. Kaldı ki bunun ilmî olmaktan çok uzak olduğunu iddia etmek de yanlış olur. Zira modern bilim siyâhîlerin deri renklerinin, derilerinde yer alan melanin adlı bir pigment dolayısıyla olduğunu söyler. Ekvator’a yakınlık dolayısıyla dik gelen güneş ışınları buna maruz kalan kişilerde MSH adı verilen bir hormonun salgısını arttırır ve melanin sentezini hızlandırır. Zamanla gen havuzuna yerleşen bu yapı ile siyâhî olmak karakteristik bir özellik haline gelir.

Buna karşılık İbn Haldun’un dünya coğrafyasıyla alakalı verdiği bilgiler 14. yüzyıla kadar gelmiş coğrafi bilgi müktesebatını göstermesi bakımından ilginçtir. Dünya küre olarak biliniyordur, yer çekimi kanunu vardır, hatta nasıl olmuşsa Kilimanjaro’nun dünyanın en yüksek dağı olduğu bile tespit edilmiştir. Batlamyus’un Coğrafya aslı eserinden çokça istifade ettiği anlaşılan İbn Haldun’un kendi çizdiğini söylediği ve bugün elimizde olan dünya haritası kendisinin dünya coğrafyasını ne kadar da iyi tanıdığını gösterir.

O dönemin şartlarına kıyasla gayet başarılı olan bu haritada ilginç olan bir detay bunun ters olmasıdır. Öyle ki anlamak için ters döndürmek gerekir. Dünyanın farklı coğrafyalarından bahseden İbn Haldun, kuzey yarım kürede yaşayanların güney yarım kürede yaşayanlardan fazla olmasını ileride bahsedeceğimiz gibi kuzey yarım kürenin mutedil iklimine bağlar. Fakat o güney yarım kürede yaşayan olmadığına dair görüşü orada yaşayan kişilerle alakalı mütevatir haberlerin varlığıyla reddeder.

Süleymaniye Kütüphanesi Âtıf Efendi Koleksiyonu’nda 1936 numaralı Arapça yazmada yer alan İbn Haldun’un kendi çizdiğini söylediği harita.

Kendi dönemine ulaşmayan ilimlerin ulaşanlardan çok daha fazla olduğunu söyleyen İbn Haldun, kendisinden önce birikime de hakkını verir. Burada Farslar’ı, Keldânîler’i, Süryânîler’i, Bâbil halkını, Kıptîler’i sayan İbn Haldun, kendilerine gelen tek bir milletin ilminden bahseder ki o da Halîfe Me’mun’un teşebbüsüyle eserleri Arapça’ya tercüme edilen Yunanlılarınkidir.

İbn Haldun'un umran ilmi

İbn Haldun’a göre bir şeyin ilim olabilmesi için kendisine has bir mevzusunun ve meselelerinin olması yeterlidir. Bu bakımdan kendisinin kurduğunu açıkça söyleyen umran, rahatlıkla bu sınıfta yer alabilir. İbn Haldun kendi ifadesiyle umran ilmini derinlere dalmakla elde ettiğini ve böyle bir ilimle uğraşan bir başkasıyla karşılaşmadığını söyler. Ona göre muhtemelen geçmiştekiler bununla alakalı bir şeyler yazmış olmalıdır, ancak bunlar günümüze kadar ulaşamamıştır.

Dediğimiz gibi İbn Haldun yeni bir ilim olarak umran ilmini ortaya çıkarmış kişi olma iddiasındadır. Ona göre tabi İslam alimlerinin kimi yazdıkları bu ilmin şümûlüne girmiştir, ama bunlar bu ilmin bağımsız bir dal olarak doğmasında yeterli olamamıştır.

Çağların değişmesi ve günlerin geçmesi ile millet ve kavimlerin hallerinin de değişeceği hususunun dikkatten kaçması tarihte vâki olan gizli hatalardandır.

İbn Haldun, umran ilmini kullanarak izah etmeyi planladığı geniş bir tarih için kaleme aldığı Mukaddime’de, her şeyin daha da net anlaşılabilmesi ve temel oluşturması amacıyla coğrafi bilgiler de verir. Buna göre ekvatordan kuzey kutbuna kadar olan kısımda toplamda 7 bölge, her bölgenin de 10 kısmı vardır. Böylece toplamda kısımlarıyla birlikte 70 bölge vardır.

İbn Haldun, bu bölgelerin farklı şartlara sahip olması dolayısıyla yeryüzünün farklı yerlerinde kültür, inanç gibi çeşitliliğin meydana geldiğini söyler. Bu bölgelerden kimi umran için elverişli değildir, kimileri ise okyanusla kapandığı için buralarda umran mümkün değildir.

  • İbn Haldun’a göre medeniyet hamlelerinin yapıldığı, hatta dinlerin ortaya çıktığı bölgeler umranın olduğu ve kendisinin 3., 4., ve 5. bölgeler olarak bahsettiği yerlerdir.

Bu bölgeler kapsamına kısaca Mağrip toprakları, Arap Yarımadası’nın bir kısmı, bugünkü Ortadoğu coğrafyası, Hindistan, Çin, Anadolu toprakları, Yunanistan ve Avrupa topraklarının bir kısmı girer. Tabi dinlerin ortaya çıktığı yerler aynı zamanda peygamberlerin de oraya gönderildiği aynı bölgelerdir.

İbn Haldun güney ve kuzeyin uzak noktalarına peygamber gönderildiğine dair bir bilginin olmadığını ifade ederken, peygamberlerin genel olarak umranın olduğu bölgelere gönderilmesi tezini Âli İmran Sûresi’nin 110. âyet-i kerimesinde geçen “Siz insanlar için ortaya çıkarılan en hayırlı bir ümmetsiniz” ibaresini nebî ve resullere tahsis ederek kuvvetlendirmeye çalışır.

Dikkat çekici olan İbn Haldun’un kendisinden önce karşılaşılmayan bu âyete getirdiği bu şekildeki tefsiridir. İnsanların giyim kuşamından, inşa edilen yapısına, kullanılan paradan konuşulan dile kadar medeniyetin gelişme kaydettiği bölgeler İbn Haldun’a göre hep buralar olagelmiştir. Ona göre aşırı kuzey ve güney bu tarz şeylerden mahrumdur. Gerçekten de mevcut hâl İbn Haldun’u destekler mahiyettedir.

“Bölgelerde ve ülkelerde araştır, havaya ait keyfiyetlerin ahlak üzerinde tesirli olduğunu göreceksin" diyen İbn Haldun için kişinin karakteri üzerinde hava sıcaklığının da hiç şüphesiz önemli bir tesiri mevcuttur. O, hamam giren bir kişinin sıcaklık dolayısıyla rehavete kapılmasını ve şarkı söylemeye başlamasını misal getirerek siyâhîlerin karakterlerine rehavetin işlediğini dile getirir. Fakat rehavete düşkün olmalarını onların beyinlerinin az gelişmiş olmasıyla izah eden Calinos’a itiraz ederek, bunun delili olmayan bir söz olduğunu söyler. Aynı şekilde yaylalarla oturan kişilere kıyasla deniz kıyılarında sıcak yerlerde yaşayan kişilerin de aynı şekilde rehavete sahip olduklarını ifade eder.

Anlatmaya girişeceği geniş bir tarihi ve bu tarihi meydana getiren insan unsurunu izaha girişen İbn Haldun Mukaddime’de bunu tüm boyutlarıyla ele almaya çalışır şüphesiz. İnsanın aldığı gıdanın kendi üzerinde bıraktığı tesir de buna dahildir. Zira tarihi meydana getiren kişiler aslında bu özelliklerini yukarıda temas ettiğimiz coğrafi durumlarından ve coğrafi durumun kişi üzerinde bıraktığı tesirden alırlar. İnsanların aldıkları gıdanın da karakterlerine tesir etmesi İbn Haldun için atlanabilecek bir mevzu değildir hiç şüphesiz. Ona göre insanlar gıda ve beslenme bakımından üç gruba ayrılırlar.

Bunlar birincisi verimsiz topraklarda yaşayan insanlardır. Gıda alma imkanları dar olan bu insanlar daha çok çalışmak, daha çok mücadele etmek durumundadırlar. Bu durum da kendilerini zinde tutan bir unsur olur. Ayrıca az gıdanın neticesi olarak az beslenme kendilerine daha çok zihin kuvvetli verirken, vücutlarını da fazla alınan gıda dolayısıyla çirkinleşmekten muhafaza ederler. Mesela Mağrip halkı gıda malzemesi bakımından zenginlik içerisindeyken bunun karşısında Endülüs halkının gıda ürünleri konusundaki yetersizliğini misal veren İbn Haldun, Endülüs halkının başkalarında bulunmayan bir zeka parlaklığına sahip olduklarını ifade eder. Endülüs’ten Tunus’a yerleşen bir ailenin mensubu olan ve daha sonra Endülüs topraklarına da seyahat eden İbn Haldun bunu bizzat yerinde görmüştür şüphesiz.

İkinci grup ise verimli topraklara sahip olan insanlardır. Bunların az çalışması gıdalarını temin edecek besini almaları için yeterlidir. Fakat bu durum da bu insanları birincilere nazaran tembelliğe iter. Alınan gıdadaki fazlalık bu insanların vücutlarının da bozularak çirkinleşmelerine sebebiyet verir. İbn Haldun için birinci ve ikinci gruptaki insanlar için durum sadece kendileri için geçerli değildir. Evcil olan bir hayvan ile yabanî olan mesela keçi arasında da bu fark bariz bir biçimde müşâhede edilebilir.

Üçüncü grup insanlar ise şehir halkıdır. Bunlar aradıklarını şehirde bulmakla birlikte yedikleri yiyecekleri pişirmek, tuzlamak, salamura yapmak gibi durumlara tabi tutmaları dolayısıyla bunların vücutları taşrada yaşayan kişilere nazaran çok daha dayanıksız olur. Kıtlık zamanlarında meydana gelen ölümler veya buna bağlı olarak meydana çıkan hastalıklar da aslında açlık dolayısıyla değildir. İbn Haldun’a göre bunun sebebi bolluk zamanında insanların bol gıdaya alışması, kıtlık zamanında da mevcut olan gıda ile vücudun ünsiyet kuramaması dolayısıyladır. Halbuki kıtlık zamanlarında İbn Haldun mesela birinci grup insanların herhangi bir problemle karşılaşmadıklarını veya az bir hasarla bunu atlattıklarını söyler.

Bunların dışında alınan hayvânî gıdaların da insan karakteri üzerinde etkili olduğunu söyleyen İbn Haldun, iriyarı hayvanlarla beslenen insanların soyundan genellikle iriyarı insanların geldiğinin gözlemlendiğini söyler. Ayrıca mesela deve eti ve deve sütü ile beslenen kişilerin de tahammül ve sabır gibi devenin karakteristik özelliğinin kendilerine geçtiğini ifade eder.

İbn Haldun’a göre çevre insanı, insan da çevreyi meydana getirir bir bakıma. Gıdadan bahis açılmışken döneminden verdiği bir uygulama gıdaya müdahalenin o zaman da olduğunu ve insanın aslında üzerinden asırlar geçmiş olmasına rağmen az ile çok kazanma hırsını ortaya koyması bakımından önemlidir. Buna göre, hubûbât taneleri deve dışkısının içine konulur. Bunlar burada oldukça genişlerler. Sonrasında bunlar tavuk, ördek veya kaz gibi kümes hayvanlarına yedirilir. Böylece kuluçkaya konulan yumurtadan da iri kümes hayvanları elde edilmiş olur. Veya kuluçkalık yumurta direk deve dışkısının içine gömülerek yumurtadan çıkacak olan hayvanın büyük olması amaçlanır.

Mukaddime’nin Süleymaniye Kütüphanesi Nuruosmaniye Koleksiyonu’nda yer alan Arapça yazma nüshasından örnek sayfalar.

“Millet nedir?”“bir millet nasıl meydana gelir?”“aynı milletten sayılmak için gerekli olan şartlar nedir?” sorular İbn Haldun’da açıkça izahını bulur. Bu aynı zamanda dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan Türklerle olan farklılığımızı anlamak bakımından da ciddi bir fikir verir. Çünkü İbn Haldun’a göre aynı millet dediğimiz şeyi oluşturan unsur sadece neseple sınırlı değildir. Bu sadece bunun bir parçasıdır.

Bunun dışında nesep kadar önemli olan diğer iki unsur da aynı iklim şartları içerisinde bulunulan coğrâfî bölge ve geleneklerdir. Ayrıca mesela Türklerin mâlik oldukları cesaret, iyi asker olma gibi kendi isimleriyle anılarak gelen özellikleri ırsî de değildir. Mevcut şartlar bunu meydana getirir. Dolayısıyla bir zamanlar ahlak ve karakteri ile dünyaya nam salmış bir milletin bugün ahlâkî yozlaşmadaki acınası hali gibi İbn Haldun’a göre bir kavmin, kendisinin yüzyıllardır taşıyageldiği karakteristik özelliklerini taşımıyor olması şaşılası değildir.

Bir şeyle ilgili istidat ve kabiliyete sahip olmak başka, bizzat o şeye kadir olmak başkadır. Bunu bil ve önüne çıkan benzeri hususlarda düşünürken buna dikkat et.

İbn Haldun her şeyden önce ilmî merakı olan biridir. Mukaddime’nin bu kadar muhteşem işlenmesinin sebebi de hiç şüphesiz budur. Onun birinci kitabın son mukaddemesini ayırdığı gaybı idrak edenler bölümü bunu açıkça gösterir. Riyâzet ehlinin, mutasavvıfların, meczupların hallerini anlatan İbn Haldun, gaybı bilme iddiasında olan kimi esrarlı ilimden de bahseder. Müneccimlerden de bahseden İbn Haldun, onlardan ve yaptıklarından bahseder.

Unutmamak gerekir ki İbn Haldun, otobiyografisi et-Ta’rîf’te Timur ile görüşmesine dair verdiği detaylar arasında ona, Mağrip’te iken bir müneccimin kendisinden bahsettiğini de ifade eder. Dolayısıyla bu gibi ilimler İbn Haldun’un Mukaddime’de parantez dışında tutması mümkün olmayan şeylerdir. Fakat İbn Haldun’a göre müneccimlerin yaptıkları da gaybı bilmek değil, tahmin etmektir. İbn Haldun’a göre akla ve fikre esas kılınması gereken hakikat gaybın hiçbir şekilde sanatla elde edilemeyeceğidir.

İslam Düşüncesi Haberleri

“Böylelikle biz Yusuf’u Mısır’da yerleşik kıldık. O'na sözlerin yorumundan olan bir bilgiyi öğrettik…”
"Bir yolcu kafilesi geldi ve Yusuf'u bulup kuyudan çıkardı"
"Bundan sonra bana düşen güzel bir sabırdır.."
Dediler ki: "Ey babamız! Gerçek şu ki; biz gittik, yarışıyorduk... O esnada Yusuf’u kurt yemiş..."
"Andolsun, sen onlara kendileri, farkında değilken bu yaptıklarını haber vereceksin"