“İddianame”nin iadesi ya da kabulüne sadece “mevzuat” içinde kalarak değil, insanlığın bugüne kadar olgunlaştırdığı yurttaş ve insan haklarına ilişkin hukuki ve felsefi çerçeve de esas alınarak karar verilmelidir.
Nitekim “laiklik” de bu fasıldan bir kavramdır.
“İddianame”nin AKP'ye yönelttiği “laikliğe aykırı fiillerin odağı haline gelmek” temel suçlaması da hatırlanacak olursa, iddianamenin “laiklik” konusunu ne ölçüde doğru anladığı sorusunun cevaplanması hayati bir önem kazanıyor.
Demek ki “iddianame”, temel suçlamasını dayandırdığı bu kavramı -tabii ki matematik bir kesinlikle değil ama- hiç değilse “makul” ölçüler içinde tarif etmek zorundadır. Yanlış öncüllerden hareketle doğru bir çıkarsamaya varmanın imkansız olması gibi, yanlış bir “laiklik” tarifinden hareketle de doğru bir “iddianame”nin hazırlanışı mümkün değildir.
Oysa önümüzdeki “iddianame”, “laiklik sınavı”ndan geçer not alacak durumda değildir. Laikliğe ilişkin tanımlar çok “öznel”dir. (yeri gelmişken: “İddianame”de bu sözcük yanlış kullanılıyor.) Mesela şu tarif: “Laiklik, Türkiye'nin yaşam felsefesidir.”
Ne münasebet; eğer önümüzdeki metin bir “kompozisyon” ödevi olsa, “neyse..” deyip geçebiliriz. Ama değil. Önümüzdeki metin, kabulü halinde ülkenin siyasi-hukuki-ekonomik- toplumsal (...) bütün alanlarını alt üst edecek bir “iddianame”dir. Dolayısıyla onun laiklikten “yaşam felsefesi” filan gibi bir dille söz etmesi kabul edilemez.
“İddianame”, çok daha önemli olarak, Türkiye'ye özgü bir laiklikten söz etmektedir. Hem de ısrarla...
Bu hususun yüksek yargıçlar nazarında çok “problemli” bir husus olarak algılanacağını sanıyorum. “Laiklik kavramının Türkiye'de farklı bir anlam taşıması” da ne demektir?
Bir taraftan “evrensel” değer ve ilkelerden söz edeceksiniz, fakat aynı zamanda bu kavramlara Türkiye elbisesi giydirmeyi de ihmal etmeyeceksiniz. Olacak iş mi bu?
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı bu çerçevede önce Anayasa Mahkemesi'nin bazı kararlarına atıfta bulunuyor. 70'li ve 80'li yıllara ait bu kararlarda -gerçekten de- deyim yerindeyse bir “Türk laikliği”nden söz edilmektedir. Mesela şu tür cümleler:
“Türkiye'de laiklik ilkesinin uygulanması, rejimleri değişik kimi batılı ülkelerdeki laiklik uygulamalarından farklıdır. Laiklik ilkesinin, her ülkenin içinde bulunduğu koşullarla her dinin özelliklerinden esinlenmesi...” / “İslamlık bireylerin yalnız vicdanlarına ilişkin olan dini inanç bölümünü düzenlemekle kalmamış, aynı zamanda bütün toplum ilişkilerini, devlet faaliyetlerini ve hukuku da tanzim etmiştir.”
Takdir ederseniz ki, Anayasa Mahkemesi'nin geçmişte aldığı kararlarda açıkça gözlenen bu “ayrımcılık” kokan tariflerinin laiklikle filan bir ilgisi yoktur..
(Yeri gelmişken, bu çerçevede AİHM'nin Refah Partisi'nin kapanmasına ilişkin kararında da bu kadar açık olmasa da buna benzer “yorumlar” eksik değildi.)
Başsavcının bu alıntılardan sonra kendi başına yola devam ettiğini görüyoruz:
“İslam ve Hırıstiyan dinlerinin farklı özellikleri gereği, ülkemizde ve batı ülkelerindeki uygulamalar farklı olmuştur. (...) Bu bağlamda Türkiye'deki siyasal İslamı esas alan partiler ile Avrupa'daki Hırıstiyan Demokrat Partiler arasında hiçbir benzerlik bulunmamaktadır. Türkiye'de siyasal İslam, yalnızca kişi ile Tanrı arasındaki alanla sınırlı kalmayarak, devlet ve toplum kurallarını da düzenleme iddiasındadır. (...) Bu nedenle siyasal İslam ve onun anayasası niteliğindeki şeriat demokratik değil, totaliterdir....”
Durum böyle. AKMP nedir? “Siyasal İslam” nedir? İslamiyet ve Hıristiyanlığın “laikliğe” bakışı nedir? “Hıristiyan Demokrat Partiler” nedir? Lafın kısası nedir de nedir?
Görüyorsunuz, ortaya sanki şöyle bir kanaat çıkmaktadır: “Bu toplumun çoğunluğu Hırıstiyan olsaydı laiklik problem olmaz, dolayasıyla bu dava da açılmazdı. Ama maalesef....”
Bu kanaat, doğruluğu-yanlışığı üzerine gevezelik etmeye değmeyecek derecede “çağ dışı”, daha doğrusu “muassır medeniyet seviyesi”nin uzağındadır. Batı'yı yanlış okuduğu gibi, Osmanlı döneminin ve Cumhuriyet Türkiyesi'nin bir “karikatürü” ile yetinmektedir.
Oysa biliyoruz ki, günümüzde “laiklik” de, tıpkı “demokrasi”, “insan hakları” gibi ancak “evrensel” bir ilke olarak anlaşıldığı takdirde anlamlı ve savunmaya değerdir.
O zaman tekrar soralım: “İddianame”nin asıl işlevi-rolü ülkedeki laik cumhuriyetin savunulmasına yönelik ise, bu “laikliğin” savunulabilmesi için evrensel bir içerik ile tarif edilmesi gerekmez mi?
Ben bu “mevzuat dışı” nedenlerden dolayı da umutluyum. Anayasa Mahkemesi'nin -tarifi gereği- başsavcının tariflerine katılmayıp, “evrensel”i ölçü alarak dosyayı “iade” edeceğini sanıyorum.
Türkiye toplumu bu kararı fazlasıyla hak ediyor.
Yeni Şafak gazetesi